Ders kitaplarında örneğin hiçbir zaman şehirdeki "azınlıklaştırılmış” kimliklerin sanat, edebiyat, mimarlık eserlerine rastlanmaz. Onlar vatandaş olarak kamusal alana dahil edilmişlerdi ancak kültürel yeniden üretimlerinden arındırılarak.
İstanbul’daki Rumların yok oluşu kendi trajikliğinin yanında zannedersem başka şeylere de işaret ediyor.
20. yüzyılda yalnızca büyük savaşlarla, kırımlarla (ya da bu coğrafyadaki Rumların imhasıyla) sonuçlanan, şehirleri, doğal varlıkları, yaşam değerlerini de yok eden bir politik rejimin inşa sürecine.
Bu rejim 19. yüzyıldaki neo-klasik tipteki bir modernleşmenin, dünyanın bir kalıntısı, -ve artık hiç şüphe yok ki- bir karikatürü haline gelmiş bulunuyor.
Sınıfsal çelişkilerin inkarı üzerine kurulmuş bir rejim toplulukları kompartımanlaştırılarak, ırkçılığın sınıfsal temellerini örtüyor, görünmez kılıyor.
Böylece bütün meseleler bir “biz ve onlar” ayrımına indirgeniyor. Herkes kendisini mağdur hissediyor. Sanki devletin bir vatandaşlık hukuku yokmuş gibi, cemaat modelindeki örgütlenmeler içinde yaşanıyormuş gibi davranılıyor.
Bu rejimin yaşanan krizlere, felaketlere rağmen kendisini nasıl yeniden ürettiğini anlamak için belki “devlet” dediğimiz yapıya, neyi kapsayıp neyi kapsamadığına bakmanın anlamlı olacağını düşünüyorum.
Bu kompartımanlaşmayı yaratan yalnızca “devlet” mi, yoksa bu yapının sivil alana doğru uzanan kolları mı var? Kimi yerde “kamu”, kimi yerde “özel" olabilen, istediği gibi hüviyet değiştirme kabiliyeti kazanan?
İSTANBUL'DAKİ RUM TOPLULUĞUNUN ÖLÜM-DOĞUM PRANI 7'YE 1
Savaştan önce -bir milyon kişinin yaşadığı şehirde- 300 bine ulaşan Rum nüfusundan geriye çoğu yaşlı bin kişi kalmış durumda.
Bu bir yok oluş.
İmparatorluk zamanında Ortodoks dünyasının da başkenti olan İstanbul'un entelektüel ve kamusal hayatından Rumlar silinmiş durumda.
20. yüzyıl başında İstanbul’da Rumlar “azınlık” değillerdi. İmparatorluğun ilk modern kurumlarını inşa etmiş önemli bir topluluğuydular.
Kültürel alanda ileri düzeyde donanımlara sahiptiler.
Eğitim kurumları, hastaneler, ihtiyarhaneler, kiliseler...
Rumlar şehrin binlerce yıllık kadim topluluğuydular. Aynı zamanda 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun en etkin topluluklarından birini oluşturuyorlardı. Osmanlı aynı zamanda bir Rum imparatorluğuydu.
Günümüzde şehrin bu önemli mirası karanlığa gömülmüş durumda. Bu mirasın karanlıkta kalması, şehir için büyük bir eksiklik. Bu kaybın yalnızca Rum topluluğunu ilgilendirdiğini düşünmek ve kabul etmek zannedersem eksik kalır.
Bu yok oluşun nedenleri üzerinde çalışılması gereken önemli bir mesele oluşturduğunu düşünüyorum.
Rum kimliğinin inşası milliyetçiliğin değil, imparatorluğun modernleşme projesinin unsuruydu.
RUM KİMLİĞİNİN İNŞASI MODERNLEŞME PROJESİNİN UNSURUYDU
İmparatorluğun modernleşme sürecinde Rum kimliğinin, edebiyatı, kültürel kurumlarıyla (Yunanistan’da değil) İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'da inşa edildiği söylenebilir.
Avrupalı merkezli Yunan milli hareketi, uzun bir geçmişe, yalnızca 19. yüzyıldaki araştırmalara değil, Rönesans’a kadar tarihlenebilecek bir “Helen” kimliği kurgusuna yaslandı. Yunanlı seçkinleri de milli kimliklerini bu eğitim sistemi içinde öğrendiler.
Tıpkı modern Osmanlı milli elitinin kendi mirasını Roma ile ilişkili değil de "Kayı Aşireti" olarak öğrenmesi gibi. Bu tezat her iki ulus-devlette çok benzer bir şekilde tezahür etti. Bu yüzden şehirdeki "ortak muhayyile" alanı, bu anlamlandırma karmaşıklığına tekabül ediyordu.
Osmanlı modernleşmesi içinde, milliyetçiliklerin geliştiği süreçte, asıl sorun Rumluk ile Yunanlılık arasındaki sınırların yok edilmesiydi. Örneğin 2. Abdülhamit gibi sultanların cemaatlerin modernleşmesini, milletler haline gelmelerini ve elitleri aracılığıyla yönetimle bütünleşmelerini amaçladıkları, İstanbul’daki Ortodoks nüfusun eğitim kurumlarının gelişmesini bu nedenle destekledikleri tahmin edilebilir.
Osmanlı yurttaşlığı fikri, klasik Osmanlı, ya da Roma mirası değildi. İmparatorluğun modernleşme sürecinde inşa etmeye çalıştığı politik bir projeydi. Bu nedenle geleneksel olarak devralınmış bir yapı değil, kamu kurumları ile uygulanmaya çalışılmış modern bir politik tasarımdı. Rum kimliğinin inşası milliyetçiliğin değil, imparatorluğun modernleşme projesinin unsuruydu.
İmparatorluğun modernleşme sürecinde milletlerin kompartımanlaşması mekana da yansıyordu. Rumlar, Müslümanlar, Ermeniler, Yahudiler… ayrı mahallelerde yaşıyorlardı. Bunun istisnaları ise Kırım Savaşı sonrasında kozmopoliten modernleşmenin geliştiği Adalar gibi sayfiye semtleriydi. Aynı zamanda kamusal mekanlar, parklar, tiyatrolar, operalar, kahveler, tren istasyonları, vapur iskeleleri. Millet sistemini yeniden üreten modern okullar yanında, farklı kimlikleri taşıyan insanların karma bir ilişki içine girebildiği mekanlardı, bunlar. Sanayi, finans ve ticaret bölgelerinin bu yönde gelişmesi İmparatorluğun politikası ve stratejisi ile bütünleşiyordu.
İmparatorluğun hayatta kalma stratejisi şuydu: Modern kimliklerin inşasına dayanan bir modernleşme süreci ve bunların kendi elitleri ile yönetime katılması, ya da denetlenmesi.
Bir taraftan benzerlikleri eğitimle, kültürle tipleştiren, toplulukları kompartımanlara, ayrı milletler olarak yukarıdan demetleyen bu sistem aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin örtülmesi ile ortak bir zeminin –modern kamusal alanın- yokluğuna, dolayısıyla bir kırılganlığa işaret ediyordu.
Neoklasik kompartımanlaşma İmparatorluğun modernleşme projesinin kırılganlığını oluşturuyordu
Şehirde vatandaşlara dönük bir hareketlilik yoktu. Hayat mahallelere sıkıştırılmıştı. Kentsel hareketlilik bir lükstü ve üst sınıflara ait bir ayrıcalıktı. Ancak sonrasında biraz da endüstriyel ulaşım sayesinde orta sınıflar tarafından da izlendi ve özgürlüğün alanı biraz genişledi. Bugün de bunun sanki biraz alt sınıflara doğru yaygınlaşmış ama orta ve üst sınıflar için de biraz küresel boyutta olanı.
Kırım Savaşı, sayfiye kültürü, kozmopoliten modernleşme bu kompartımanlaşmış kültürel alanla, modernleşme tipiyle rekabet içine girdi.
Zannedersem de bu rekabet hala devam ediyor.
Ulus-devletin kuruluşunda Rumluğun yok edilişi bu yüzden her iki tarafta da milliyetçiliğin ideallerinin gelişmesine denk düşmüş olmalı. Böylece İmparatorluk dönemindeki güçlü bir kültürel merkez, İstanbul devre dışı kalmış oldu.
Bu dönüşümü yalnızca "Rum" yerine "Yunan"ı koyarak bir yer değiştirmeye indirgemek asla yeterli değil. Bu aynı zamanda kamusal alanda, resmi yeniden üretimde güç kullanarak, bir silinme veya sabitleme alanı olarak görmek ve yapmak demektir.
Bu yüzden kamusal alan bir dışlama ve içerme alanı halini aldı.
Ders kitaplarında örneğin hiçbir zaman şehirdeki "azınlıklaştırılmış” kimliklerin sanat, edebiyat, mimarlık eserlerine rastlanmaz. Onlar vatandaş olarak kamusal alana dahil edilmişlerdi ancak kültürel yeniden üretimlerinden arındırılarak. Buna karşılık Müslüman bir Boşnak, Kürt veya Arap "kökenli", anadili farklı olan şairin, yazarın durumu farklıydı. Ulusal olan patronaj ilişkilerine, kimin kamu alanına katılacağına, kimin katılmayacağına karar verilmesine dair bir vasıf halini alıyordu.
Entelektüel üretimin sekülerleşmesi, eğitim ve kültür kurumlarının, sanatçılar, fikir üretimi yapanların, edinilmiş kimliklerin modern kamusal alanın inşasında rol almalarını sağlayabilir
Bu içerilme-dışlanma hali siyasal alandaki entelektüel uğraşlar tarafından sorgulanmadığı ölçüde (açmazla karşılaşan Osmanlı Parlamentosu örneğinde olduğu gibi) siyasal alanın genişlemesini, teması engelliyor, çelişkileri görünmez kılarak perdeliyor, komşuluk ilişkilerini, pazar alanındaki ilişkiselliği bozuyordu.
Buna karşılık tabiyet ve patronaj ilişkilerini güçlendiriyordu. Entelektüel alanı konformist bir temsile dönüştürüyordu. İşaretsizleştirilenler kimlikler (dini-etnik) tarafından içeriliyor ve bu da bir özyıkıma dönüşüyordu.
Bu açıdan benzerlikleri tipleştiren modern kimlik mekanizması tersine işlemeye çalışıyordu: Temsil edilenleri, sivil alanı pasifleştiriyor ve toplulukları kendilerini işaretsizleştiren güç ilişkileri üzerinden motive ediyordu.
Bugün şehrin değişik bölgelerindeki okul binaları bunun bir göstergesidir. Okullar bir bakıma modern zamanların "kimlik inşa" kurumları olarak da görülebilir. Ancak bu "kimlik idealleri" kimi zaman da siyasal fragmantasyona ve ulus-devlet rejimlerinin oluşumu ile birlikte bir kırılganlığını oluşturuyordu: Kültürel alan, entelektüel üretim sekülerleşmiyor ve güç ilişkilerine bağımlı hale geliyordu.
Buradaki paradoks, sınıfsal çelişkilerin inkarına dayanan kültürel alanın bu yaralanma ve kırılganlık yaratıcı koşulları motive etmesidir.
SINIFSAL ÇELİŞKİLERİN İNKARINA DAYANAN KÜLTÜREL ALAN
Bu durumda modernleşme sürecinde bütün toplulukların yaralanabilirliğinden ve kırılganlığından söz edilebilir.
Buradaki paradoks, sınıfsal çelişkilerin inkarına dayanan kültürel alanın bu yaralanma ve kırılganlık yaratıcı koşulları motive etmesidir. Günümüzde soyut olan mirasın korunması, modernlik öncesi bir kurumun ulus-devlet koşullarında-formatında tersine bir hakimiyet alanı ve güç kazanan diğer kimlikler yanında nüfusunu kaybetmiş birer kalıntı olarak korunması değil, onun bu dönüşüm içindeki koşullarının değiştirilmesi, mirasın korunması sorununu dünyada örneklerini gördüğümüz gibi ortak bir zeminde, bir entelektüel ilişki içinde çözmesidir.
Bu travmatik süreçte başrolü oynayan kurumlar, okullar, entelektüel üretim alanları yeni kuşaklara aktarılan hafızalarındaki etkileriyle bu onarım sürecinin araçları -hatta mıknatısları olarak- diasporayı yeniden şehirlerine bağlayabilirler. Bunun henüz gerçekleşmemiş olmasının yarattığı çelişkilerin aşılması için gösterilecek çabaların, özellikle kırılganlaştırılmış ve yaralanmış toplulukları olduğu kadar entelektüel üretim yapanları, sanatçıları büyük bir kimlik onarımı sürecinin öğrenicileri haline getirebileceğini ve yaşanan süreci tersine çevirebileceğini düşünüyorum.
Yorum Yazın