Kişiselleşme, ideolojikleşme, araçsallaşma, kurumsuzlaşma, profesyonellikten uzaklaşma. Acaba bugün ülkemizde hüküm sürmekte olan rejimi bu beş kelime özetliyor mu? Okuyun ve siz karar verin.
Bir dostum ülkede hüküm süren rejimin niteliklerini nasıl tanımlarsın diye sordu. Önce pek kolay değil diye cevap verdimse de, sonradan durumu beş kelimeyle özetleyebileceğimi düşündüm. Şimdi önce bu beş kelimeyi yazıp, ardından da her birini açıklamaya çalışacağım. Önce kelimelerden başlayalım: kişiselleşme, ideolojikleşme, araçsallaşma, kurumsuzlaşma, profesyonellikten uzaklaşma. Acaba bugün ülkemizde hüküm sürmekte olan rejimi bu beş kelime özetliyor mu? Okuyun ve siz karar verin.
Ülkemizde yönetime ilişkin tüm kararlar bir kişi tarafından alınmaktadır. Bu gerçeğin hem hukuki hem de sosyolojik zemini mevcuttur. Anayasamızı incelediğiniz zaman anayasada kanunla düzenlenmeyen her hususun cumhurbaşkanı kararnamesi ile düzenlenebileceğini görürsünüz.
TÜM KARARLAR BİR KİŞİ TARAFINDAN ALINMAKTADIR
Kişiselleşmeden başlayalım. Ülkemizde yönetime ilişkin tüm kararlar bir kişi tarafından alınmaktadır. Bu gerçeğin hem hukuki hem de sosyolojik zemini mevcuttur. Anayasamızı incelediğiniz zaman anayasada kanunla düzenlenmeyen her hususun cumhurbaşkanı kararnamesi ile düzenlenebileceğini görürsünüz. Aslında anayasada yer almasa bile geçmişte yasalarca düzenlenen birçok husus artık kararname ile düzenlenebilmektedir. Örneğin, bu esneklikten yararlanarak Dış İşleri Bakanlığı’nın, Milli Güvenlik Kurulu’nun, Yüksek Öğretim Kurulu’nun ve diğer bazı kurumların yapıları ve işleyişleri önemli ölçüde değişmiştir. Evvelce devlet üniversitelerinin rektörleri YÖK’ün önerdiği üç kişilik bir listeden Cumhurbaşkanı tarafından seçilmekteydi. Vakıf üniversitelerinin rektörleri ise o kurumun mütevelli heyeti tarafından seçiliyor, YÖK ve Cumhurbaşkanlığı bilgilendiriliyordu.
Günümüzde bu usul değişmiştir. Rektör olmayı arzulayan profesörler özgeçmişleriyle cumhurbaşkanlığına başvurmakta, cumhurbaşkanı kendi beğendiği herhangi bir başvuru sahibini yine uygun bulduğu herhangi bir münhal rektörlüğe atamaktadır. Vakıf üniversiteleri rektörleri ile ilgili bilgilendirme ise onay vermeye dönüşmüştür. Görünüşe bakılırsa, rektör atamalarında akademik ve idari liyakatin yerini siyasi sadakat almıştır. Bu tartışmalı atama sisteminin sonuçları muhtelif biçimlerde ortaya çıkıyor. Türk üniversitelerinin uluslararası klasmandaki yeri her yıl geriye doğru gidiyor. Çoğu üniversitede işe alımlarda adama göre kadro ilanı veriliyor, bu arada sık sık akraba ve taallükatın görevlendirildiği veya terfi ettiği haberleri basında yer alıyor. Bir kısım üniversitelere yapılan liyakatsız atamaların sebep olduğu olaylar da işin başka bir boyutu.
Herhalde sizler de izlediniz, kısa bir süre önce Dış İşleri Bakanlığımıza girişte alınması gereken yabancı dil puanı düşürüldü. Şayet buna paralel olarak, düşük puanla girenlerin önce kursa gönderilerek dil bilgilerinin yeterli seviyeye getirileceği hükmü de kararda yer alsaydı, iyi yabancı dil öğretilmeyen okullarından derece ile mezun olan öğrencilere hariciyeci olma şansı veriliyor diyerek memnun dahi olabilirdiniz. Fakat, bu kişiler de hemen işe başlayacaklar. Böylece sadece kurum değil, Türkiye’nin dış ilişkilerini başarılı yürütme imkanları da sarsılıyor.
Halbuki, Osmanlı’dan itibaren sahip olduğumuz güçlü hariciye ülkemizin uluslararası alanda imkanlarını aşan başarılar elde etmesinin anahtarı olmuştur. Hoş, anlaşıldığı kadarıyla Dış İşleri teşkilatımız zaten uzun süredir dış siyasetimizin yapımında bir rol üstlenmekten uzaklaştırılmış, sadece Cumhurbaşkanına danışmanlık hizmeti veren bir konuma itilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımızın kendisine yapılan tavsiyeleri pek dinlemediği, dış siyaseti kendi düşüncesine göre belirlediği, son zamanlarda dış siyasetimizin çizdiği zikzaklardan anlaşılmaktadır.
Kişiselmiş iktidar, icraatını sık sık dini ideolojinin yönlendirdiğini, toplumda dini daha egemen konuma getirmek istediğini açıklayarak, yönetimini meşrulaştırma gayreti içine girmiştir. Bunun en bilinen örneği, faizin enflasyona sebep olduğunu ileri sürerek faizlerin düşük tutulması, bunun “nas” adı altında dini gerekçelerle meşrulaştırılmak istenmesidir.
TOPLUMDA DİNİ DAHA EGEMEN KONUMA GETİRME İSTEĞİ
Tabii, her işe Cumhurbaşkanının karar verecek konumda bulunmasının hukuki yanında sosyolojik diyebileceğimiz bir boyutu da var. Şu anda parlamentodaki en büyük grup Cumhurbaşkanımızın genel başkanı olduğu siyasi partinin grubudur. Bu grup seçim bölgesinde kendisinin sahip olduğu siyasi destek sayesinde seçilenlerden oluşmamaktadır. Cumhurbaşkanı kendisine yönelik seçmen desteği sayesinde milletvekili seçilebilecek adayları belirlemiştir. Böylece parlamento grubu seçilmesini kendisine borçlu kişilerden oluşmaktadır. Bu grubun bırakın başkanı denetlemek, onun isteklerini yerine getirmekten başka bir rol benimsemesi mümkün değildir.
Buna karşılık, bakanlar cumhurbaşkanının şu veya bu işi tedvire memur zevat statüsündedir. İstifa etmelerine dahi müsaade edilmemekte, ancak “görevden affedilebilmektedirler.” Bunun sonucunda orman yangınına karşı mücadele etmekle görevli bakanın bile “cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla yangına müdahale ettik” gibi komik beyanları olmaktadır. Kısacası, kişiselleşmiş iktidarı görevini cumhurbaşkanına borçlu zevatın sadakat beyanları diyebileceğimiz bir siyaset sosyolojisi olgusu desteklemektedir.
Kişiselmiş iktidar, icraatını sık sık dini ideolojinin yönlendirdiğini, toplumda dini daha egemen konuma getirmek istediğini açıklayarak, yönetimini meşrulaştırma gayreti içine girmiştir. Bunun en bilinen örneği, faizin enflasyona sebep olduğunu ileri sürerek faizlerin düşük tutulması, bunun “nas” adı altında dini gerekçelerle meşrulaştırılmak istenmesidir. Bu kerameti kendinden menkul yaklaşımın ülke ekonomisini sürüklediği felaket ortaya sıkınca iktisat politikası değiştirilmiş, bu sefer yüksek faiz siyasetine geçilince, “nas” edebiyatı terk edilmiş, “enflasyona mücadele” gibi dini ideolojiden uzak yeni bir edebiyata geçilmiştir. Tabii, ideolojik yaklaşımlar sadece iktisat alanıyla sınırlı kalmıyor. Örneğin, dış politikada da çok etkili oluyor. Ülkemiz Arap baharı sonunda Orta Doğu’daki nüfusunun çoğu Sünni Arap ülkelerinin lideri olma hülyalarına kapıldı.
Hükümetimizin en son başvurduğu dış siyaset sorunu Filistin’de İsrail’in eylemleri karşısında Filistinlileri desteklemek, İsrail’e düşmanlığı yoğunlaştırmak, bu yoldan içteki çok ciddi iktisadi sorunları gündemden düşürerek kamuoyu desteğini iktidarın arkasına çekmektir.
DIŞ POLİTİKAYI İÇ SİYASİ DESTEĞİ ARTIRMAK İÇİN ARAÇSALLAŞTIRMAK
Otoriter bir rejim kurma sevdalısı Ihvan Mursi yönetimi her yönden desteklendi. General Sisi Mursi’yi devirince, Cumhurbaşkanımızın Generale yapmadığı hakaret kalmadı. Şimdi bin bir iltifat, yeniden dostluğunu kazanmaya çalışıyor ama Sisi’nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la geliştirdiği dostluktan vazgeçeceği henüz belli değil. Suriye’de Şam’da Cuma namazı kılmak niyetiyle girdiğimiz ideolojik maceradan nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz ama Esat da henüz geri adım atmış değil. Rusya’dan Esat’ı yumuşatsın diye yardım bekliyoruz.
Sanıyorum dış politikada izlediğimiz çizgi, dış politikayı iç siyasette siyasi desteği arttırmak için “araçsallaştırmanın” da bir örneğini oluşturuyor. Hükümetimizin en son başvurduğu dış siyaset sorunu Filistin’de İsrail’in eylemleri karşısında Filistinlileri desteklemek, İsrail’e düşmanlığı yoğunlaştırmak, bu yoldan içteki çok ciddi iktisadi sorunları gündemden düşürerek kamuoyu desteğini iktidarın arkasına çekmektir. Filistin’de yaşanan insanlık dramı karşısında vaziyet almak insani bir vazife olarak görülebilir. Ancak bunu Türkiye’nin en önemli meselesine dönüştürerek başka hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak da mümkün değildir. Keza, Rusya’nın yaptığı son açıklamalara göre ülkemizin BRICS’e üyelik için başvurduğu da yine kamuoyunu uzun süre meşgul edecek, dış siyaset açılısından sonuçları pek iyi hesaplanmamış, fakat bizi iç sorunlardan uzaklaştıracak bir açıklamadır.
Devlet bir kurumlar bütünüdür. Günümüzde kurumlar muhtelif yollardan kurum olma niteliğinden uzaklaşmaktadır. Bunun en canlı örneğini, hepimizin izlediği gibi, anayasa mahkemesinin kararlarının uygulamasında yaşıyoruz.
DEVLET BİR KURUMLAR BÜTÜNÜDÜR
Gelelim ülkenin “kurumsuzlaştırılmasına.” Kurumlar görevleri yasa ile tanımlanmış, diğer benzer yapılarla ilişkileri de yine kurallara bağlı, kendi içinde de kurallara bağlı olarak hareket eden yapılardır. Devlet bir kurumlar bütünüdür. Günümüzde kurumlar muhtelif yollardan kurum olma niteliğinden uzaklaşmaktadır. Bunun en canlı örneğini, hepimizin izlediği gibi, anayasa mahkemesinin kararlarının uygulamasında yaşıyoruz. Bu kararların hükümetin kendi telakkilerine, düşüncesine bakılmaksızın sorgusuz, sualsiz uygulanması gerekirken, muhtelif iddialar ileri sürülerek uygulanmamaktadır. Bir başka örnek Can Atalay’ın milletvekili seçilmiş olmasına rağmen meclise kabul edilmemesiyle ilgilidir. Üstelik geçmişte aynı durumda olan bir AKP’li milletvekili adayı, seçildikten sonra Meclis’e gelmiş, yemin ederek göreve başlamıştır.
Aynı durumda olanlara, siyaseten işine gelip gelmemesine bakarak farklı uygulamalar yapmak tam bir “kurumsuzlaşma” örneğidir. Son bir örnek vermeden geçemeyeceğim. Pek değerli Savunma Bakanlarımız, bazı silahlı harekatlara gidince, komutayı da ele alıyorlar. Kendileri eski asker olarak komuta mevkilerinde bulunmuş olabilirler. Ama bakan olarak, komutanlara hesap sormak durumundadırlar. Yaptıkları tam bir “kurumsuzlaşma” eylemidir çünkü yasayla tanımlanmış görevlerinden uzaklaşan davranışlarda bulunuyorlar.
Liyakat yerine siyasi sadakatin alması, kurumlarda profesyonellikten uzak, yani işini iyi yapamayan kişilerin göreve gelmesinin uzun vadedeki tahribatı sanıldığından fazla olacaktır.
PROFESYONELLİKTEN UZAKLAŞMANIN TAHRİBATI FAZLA OLACAKTIR
“Kurumsuzlaşmanın” bir boyutu da kuruma intisap etmekte, kuruma giriş kurallarına riayet edilmemesidir. Böylece “profesyonellikten uzaklaşmanın,” ya da başka bir ifade ile liyakat ilkesinden uzaklaşmanın kapıları da açılmış oluyor. Bildiğiniz gibi, her kurumun belirli nitelikleri haiz personele ihtiyacı vardır. Kurumlar eleman temininde tipik olarak sınavla eleman alırlar. Haberlere baktığınızda, bu kuralın her gün nasıl ihlal edildiğine dair haberleri bulabilirsiniz. Örneğin, devlet hizmetine giriş sınavlarında en başarılı dereceleri alanlar işe alış sırasında yapılan mülakatlarda elenmekte, en sonda gelenler mülakat yoluyla başa geçirilerek göreve atanmakta, böylece “siyaseten sadık” yetersizlerin göreve gelmesi sağlanmaktadır.
Özel bir örnek olarak hariciyenin durumu ibretliktir. Donanımı, ihtisası ne olduğu belli olmayan bir kısmı eski milletvekili zevat muhtelif ülkelere büyükelçi olarak atanmakta, Türkiye’nin yukarda da belirttiğimiz gibi en güçlü kurumlarından biri zaafa uğratılmaktadır. Liyakat yerine siyasi sadakatin alması, kurumlarda profesyonellikten uzak, yani işini iyi yapamayan kişilerin göreve gelmesinin uzun vadedeki tahribatı sanıldığından fazla olacaktır. Sadece kurumlar zayıf düşmeyecek, devlet hizmetine sadece beceriksiz “sadıklar” talip olacaktır. Bu durumun vehametini takdirlerinize bırakıyorum.
Evet, rejimin nitelikleri sorusunu ben böyle cevaplandırabildim. Belki de yanılıyorum. Siz ne der siniz?
Yorum Yazın