Önümüzdeki seçim gibi seçimlerde, vatandaştan beklenen ince eleyip sık dokuması değil, gösterilen yönde oy kullanması. Vatandaş da gider seçim günü, “tak, tak, tak” partiye -istisnai durumlarda adaya- mührünü vurur ve nasıl bir yerde yaşayacağını belirleyecek iradesini beş yıllığına bu kişilere devreder.
Mart 2024 seçimlerinin aday belirleme maratonu yakında sona erer, hoş aday listelerinin teslim edilmesi 20 Şubat, o zamana kadar pilav daha çok su kaldırabilir. Bugün kardeş gözükenler düşman olurken; düşmanların da bir araya geldiğini görebiliriz. Şimdiden sandık kurulmuş da seçime gidiyormuş gibi taktik-strateji okumaya, analiz “kasmaya” ve seçim sonucu falcılığı yapmaya gerek yok; yanılmak bünyeye ağır gelebilir. Ama her konuda da yanılacağız diye de bir şey yok haliyle. Seçimin sabahında hepimizi şaşırtacak, “bu nereden çıktı” diyeceğimiz şeyler olabilir; ben hala 1994 seçim sabahını hatırlıyorum, ülkeye şeriat geldi havasıyla uyanmış günlerce depresyondan çıkamamıştık. 1999 seçimleri de bayağı şaşırtmıştı bizi, MHP’nin yükselişini önceden öngörebilen kimse yoktu, herkes seçim sonrasında başarıyla öngörebildi. 2002 bağıra bağıra geliyordu zaten, 2015 Haziran seçimlerinin sonucu da pek beklenmiyordu. Sonrasında en heyecan vericisi zaten 2019 Mart oldu bana kalırsa; diğerleri arasından unuttuğum olsa da her seçimde heyecanlananlardansınız, adrenalin bağımlısı haline gelmiş olabilirsiniz.
Öte yandan bizim seçimlerimizin sıkıcı derecede tekrarlayan bazı özellikleri var, yarattığı gürültünün desibeli ne olursa olsun, hep aynı rutin. Baştan başlayalım, öncelikle bizim seçimlerimiz hep kusurlu seçimler.
BİZİM SEÇİMLERİMİZ HEP KUSURLU SEÇİMLER
Öte yandan bizim seçimlerimizin sıkıcı derecede tekrarlayan bazı özellikleri var, yarattığı gürültünün desibeli ne olursa olsun, hep aynı rutin. Baştan başlayalım, öncelikle bizim seçimlerimiz hep kusurlu seçimler. Kusurlu, çünkü eğer seçimleri vatandaşın iradesinden ülke/mahalle yönetimine çizilen bir çizgi olarak tanımlarsak, bizim çizgiler dümdüz gitmekten ziyade dağılmış yün yumağı kıvamında, her yere sapabilir, her sonuç çıkabilir.
Vatandaşların iradesini dümdüz yönetime çevirecek ideal mekanizmalar olsa da bu kadar kalabalık için tasarlanmadığı ve bir kısmının da zaten hayal ürünü olduğu kesin. Bu zamanda vatandaşların bir meydanda toplanıp döşenecek taşın niteliğine karar vermelerini bekleyemeyiz. Hemen her ülkede bu mekanizmalar karmaşık ve çürümeye hayli teşne, biz istisna sayılmayız. Yine de bizim bu karmaşıklığa kendimize özgü katkımızın olduğunu da bilelim. Yerel seçimlerden bahsediyoruz, bir vatandaşın iradesi yaşadığı coğrafyanın kaderine nasıl yansıyor bizim sistemimizde bir düşünelim. Bir, zaten yerel dediğimiz anda büyük ölçüde ulusalın kaderine teslim olduğumuzu kabul edelim.
Küresel politikaların çalkantısında ülkeler bile kendi kaderlerine hükmedemezken, gariban bir kasaba belediyesi ne yapabilir ki?
Yerel yönetimlerin şehirlerinin ekonomik büyümesine katkıda bulunabileceği hep öne sürülebiliyor, ama bunu destekleyen bulgular anekdottan öteye geçmiyor. İşsizlikle mücadele de öyle, yerel yönetimler bu konuda fark yaratabilirler ama küresel ya da ulusal koşulların etkisini emecek tampon görevi göremediklerini de biliyoruz. En fazla beklenti açıkçası afetlerle mücadele konusunda çünkü deprem, su baskını, orman yangını ve benzeri afetlerin etkisi yerelde gözlemleniyor, müdahale de yerele düşüyor. Bu başlıkta daha hazırlıklı olabilmek ve daha etkin müdahale edebilmek mümkün olduğundan, yerel yönetimler biraz daha fark yaratabiliyorlar. Ama bu da ülkeden ülkeye ve coğrafyadan coğrafyaya fark ediyor. Küresel krizler arasından en yakınını yani pandemiyi düşünün, yerel yönetimde kimin olduğu ne kadar fark etti ki? Bununla birlikte yerel yönetimin fark yaratabildiği konular var, hem de hiç ummadığımız yerden…
Bazı çalışmalar gösteriyor ki yerelin nasıl yönetildiği hemşerilerin nasıl vatandaşlar olduğunu belirliyormuş, ne de olsa demokrasiyi ilk deneyimlediğimiz yer mahallemiz. Daha katılımcı, daha şeffaf ve hesap verebilirlik kaygısı taşıyan yerel yönetim anlayışı vatandaşların siyasete yaklaşımını doğrudan etkileyebildiği gibi, şehre daha fazla sahip çıkmalarını, örneğin yere çöp atmamalarını sağlıyormuş. Bizlik algısını yaygınlaştırdığı, ayrımcılıkları azalttığı, hoşgörüyü arttırdığı ve en önemlisi her türlü kamusal alanın genişlemesini ve kapsayıcı hale gelmesini sağladığı da söyleniyor, az değil. Sosyal sermayenin her gün daha fazla eridiği toplumlarda bu katkıyı küçümsememek gerek. Bizde resim böyle değil tabii. Zaten kıymetli vaktinizi biraz ayırıp yerel seçimlerde aday olanların vaatlerine baksanız, önerdiklerinin büyük bir kısmının kapasitelerinin yetmeyeceği makro işlerle ilişkili olduğunu kolaylıkla görürsünüz, eğer rüzgâr iyi olursa herkesin yelkenleri şişer. Biraz önce bahsetmiş olduğumuz hedefleri dert edinen, bunu ajandasının önüne koyan aday bulursanız kaçırmayın.
Ülkemizde yapılan bir dizi reformun parçası olarak her yerel birim bir stratejik plan hazırlama -hem de katılımcı bir biçimde-, bu planları performans göstergelerine bağlama ve düzenli ölçme görevleriyle mükellef; ancak ne vatandaşın haberi var ne de bunları düzenli olarak gözlemleyen medya ya da sivil toplum.
Eğer şanslıysanız belediyenizin internet sitesinde vardır, yoksa hayli deşmek zorunda kalırsınız. Adayların vaatleriyle bu hedefler arasındaki ilişkinin olmasını zaten beklemiyoruz, oysa mantık onu gerektirir değil mi? Bir dizi akil insan oturup küresel, ulusal, bölgesel ve yerel sorunları düşünüp strateji geliştirmişler ve çözüm önermişler.
Üstüne üstlük nasıl takip edileceğini de söylemişler; bari birileri adaylığa soyunurken bunları kullansınlar. Ama vatandaş bu adımların herhangi birinde yer almadığından ve bu hedefleri umursamadığından iletişim değeri olur mu, olmaz.
Kutuplaşmış bir ülkede insanlar kimin neyi söylediğinden çok hangi partiden daha fazla nefret ettiklerine bağlı olarak oy kullandıklarından -negatif oy verme diyoruz buna- zaten gerisi “laf-ı güzaf” olur.
KUTUPLAŞMIŞ ÜLKE VE ‘NEGATİF OY’
Önümüzdeki seçim gibi seçimlerde, vatandaştan beklenen zaten ince eleyip sık dokuması değil, gösterilen yönde oy kullanması.
Düşünün, bu seçimde bir büyükşehir belediyesi sakini şu oyları kullanır: muhtar, ihtiyar heyeti, ilçe belediye başkanı, ilçe belediye meclisi ve büyükşehir belediye başkanı. Diğer il sınırlarında yaşayanlar büyükşehir belediye başkanı seçmez, yerine il genel meclisi seçerler. Muhtarlar ve heyet malum, kendi kendilerini aday gösteriyorlar. Ama ilçe belediye başkanından yukarısında adaylar merkezden belirlenir, kimse de vatandaşa sormaz kim aday olsun diye.
Vatandaş da gider seçim günü, “tak, tak, tak” partiye -istisnai durumlarda adaya- mührünü vurur ve nasıl bir yerde yaşayacağını belirleyecek iradesini beş yıllığına bu kişilere devreder. Kutuplaşmış bir ülkede insanlar kimin neyi söylediğinden çok hangi partiden daha fazla nefret ettiklerine bağlı olarak oy kullandıklarından -negatif oy verme diyoruz buna- zaten gerisi “laf-ı güzaf” olur.
Pekiyi, bizim ideal demokrasimizin iradeyle yönetim arasındaki illiyet bağına ne oldu? Tarif ettiğim resimde vatandaşın iradesi sandığa gidip mührü vurmaktan ileriye gitmiyor, adaylar arasındaki tercihi nasıl bir şehirde yaşamak istediği sorusuna bağlı olarak gerçekleşmiyor.
Zaten adaylar yapamayacakları ve belki de şehrin sorunlarıyla ilişkisiz şeyleri vadediyorlar, seçilenin de yapabileceği şeyler ve yaratacağı fark sınırlı.
O zaman bu tantana, bu kıyamet neden?
Beş yılda bir fiks mönüden seçim yapmak demokrasiyse, değil. Hafiye romanlarının hayati sorusunu soralım, “kimin işine yarıyor?”.
Gerçekten, bu seçimler kimin işine yarıyor?
Yorum Yazın