Medyada birçok farklı örneği bulunmakla birlikte, özellikle kadın hareketi bağlamında direnç ögelerinin ideoloji tarafından sahiplenilerek etkisizleştirilmesine örnek olarak Türkiye’den son dönemin popüler dizilerinden “Bahar” gösterilebilir. Hikâye, bir kadının bireysel özgürlüğünü kazanma mücadelesi gibi gözükse de Bahar’ın dönüşümü, toplumsal normlara tam anlamıyla meydan okuyan bir dönüşüm değil, daha çok bireysel bir uyanış olarak sunulması, Bahar’ın kimliğinin vazgeçilmez bir parçası olarak sürekli vurgulanan annelik rolü, anneliğin fedakârlık ve kendinden vazgeçme gibi değerlerle bağdaştırılması gibi unsurlar nedeni ile aslında yeniden üretilen bir normlar dizisi ile karşılaşırız.
Medya içerikleri, özellikle barındırdıkları temsiller ile dünyaya dair görüşlerimizin ve bilincimizin oluşmasında kritik bir rol oynar. Toplumsal gerçekliğin inşasında medya içerikleri ve temsiller oldukça önemlidir. Bu inşa sürecinde yalnızca kendi kimliklerimiz değil, "öteki" ile olan ilişkimiz de biçimlenir. Öteki ile ilk karşılaşmamız genelde medya aracılığıyla olur.
Özellikle popüler kültüre dahil edilen içerikler, genelde egemen ideolojinin, toplumsal sistemin parçalarını taşımak üzere örgütlediği bütünleyici bir ögesi olarak kabul edilir. Ancak bu alan aynı zamanda karşılıklı bir müzakere alanıdır. Genel amacı egemen sınıfın görüşlerini doğalmış gibi sunmak olan popüler kültüre ait medya içerikleri, bazen de direniş pratiklerinin üretildiği yerler olarak karşımıza çıkarlar. Yalnızca dünyayı anlamlandırırken değil, aynı zamanda var olan egemen sisteme hizmet eden ideolojinin yeniden ve yeniden üretim sürecinde de medya içerikleri önemli bir rol oynar.
Bu inşa ve yeniden üretim sürecinde anlatıların işlevi büyüktür. Dünyayı öğrenmeye anlatılar ile başlarız. Öncelikle ailede başlayan, daha çeşitli süreçler ile dahil edildiğimiz egemen normlara uygun hale getirilme süreci, ilk olarak bize anlatılan masallar ile başlar. Masallar, en eski ve en etkili anlatı biçimlerinden biri olarak günümüzdeki birçok medya içeriğine de esin kaynağı olurlar. Yeniden çevrimleri ile farklı biçimlerde tekrar tekrar karşımıza gelen masallarda, var olan egemen rollerin kırıldığına dair iddialar olsa da, gerçekte olan çoğu zaman, muhalif öğelerin ideolojinin bünyesine katılarak muhalif direncin kırılmasıdır. Hegemonya kavramının, karşı hegemonya ile birlikte var olabilmesi ve iktidarın gücünü pekiştirmek için muhalefete ihtiyaç duyması gibi sebeplerin yanı sıra, var olan direnç öğelerini popüler kültür malzemesi haline getirerek muhalefeti güçsüzleştirmek mümkündür. İdeoloji, her zaman kendini korumak üzerine tedbirler alan yapısı doğrultusunda, onun yıkımına neden olabilecek muhalif öğeleri bünyesine alırmış gibi yapar. John Fiske’nin Popüler kültüre dair çalışmalarında bahsettiği bu olgu, kültürel alandaki direnişi, var olan hegemonik ilişkiler ve popüler kültür bağlamında inceler. Egemen olanın muhalif ögeleri adeta içerisine dahil ederek kontrol ettiği bu yöntem ile direniş öğelerine ana akım medyada yer verilerek ve bu öğeler ticarileştirilerek kullanılır. Böylece başlangıçta direniş ifade eden bir kültürel ifade, egemen ideolojinin parçası haline gelir.
Günümüzde kadın hareketi ve politik bilincin artmasına bağlı olarak medyadaki kadın temsillerinin değiştiği varsayılmaktadır. Gerçekten de toplumsal cinsiyet normlarına karşı duran temsiller medyada yer bulur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu içeriklerin muhalif öğeleri bünyesine katmak suretiyle muhalefeti oyalamak, susturmak ya da ılımlı hale getirmek için kullanılabilecek örtük bir yöntem olması tehlikesidir. Medyadaki temsiller, kadın hareketini destekler gibi dururken aynı zamanda var olan düzenin devamına hizmet edebilir. Bu konuda 2004 yılında yazılan Reading Sex and the City adlı kitapta Akass ve McCabe, bu yanılgıya dikkati çekmektedir. Medya içeriklerinin kadın özgürlüğüne hizmet eder gibi görünürken toplumsal cinsiyet normlarına bağlı kaldıklarını belirtirler (akt. Landy, 2006).
Beden politikaları üzerinden toplumu disipline etmeyi amaçlayan sistemin, özellikle sağlık sektörüyle entegre çalışması sonucunda, ideal beden anlayışı "sağlıklı beden" ile eşitlenmektedir. Her ne kadar sosyal medya ve farklı mecralarda üretilen içeriklerde kadın bedeninin çeşitliliğine hizmet ediyor gibi görünen içerikler bulunsa da, aslında norm haline getirilen ideal kadın tanımı; işte olduğu kadar evde de aktif, akıllı olduğu ölçüde güzel de olan bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tarz içeriklerin özellikle reklam endüstrisi tarafından sıklıkla üretildiğini görsek de, filmler ve diziler de bu amaca hizmet eden içerikleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak bize sunmaktadır.
Örneğin Dove’un "Gerçek Güzellik" kampanyasında olduğu gibi, beden çeşitliliğini savunduğu iddia edilen bu tür girişimler, "gerçek güzellik" kavramını merkeze alarak yine güzellik ideallerini pekiştirmektedir. Benzer biçimde, Nike’ın kadınların güçlü ve bağımsız olduğunu vurgulayan reklamları, "fit" ve "sağlıklı" bedeni ideal kadın bedeniyle eşitlemekte ve bu anlayışı yeniden üretmektedir.
Rosalind Gill ise Post Feminist Medya Kültürü adlı makalesinde, medyada güçlü kadın temsilleri varmış gibi gözükürken aslında özellikle tüketim kültürü ile ilişkilendirilen biçimde güzelliğe ve başarıya vurgu yapan hikâyelerde yer alan kadın temsillerinin güçlü olarak lanse edildiğini söyler. Kendi yaşamının öznesi olan, kendi sözünü söyleyebilen kadınlardan ziyade yine belirli kalıplara bağlı kaldığı takdirde toplumsal anlamda kabul gören temsiller, başarı sahibi kadınlar olarak medyada yer almaktadır. Ayrıca bu durum, sınıfsal eşitsizliği görünmez kılarak farklı bir amaca da hizmet eder (Gill, 2007).
Fiske, popüler kültürü tamamen egemen ideoloji tarafından kontrol edilen bir alan olarak görmez. Halkın, kültürel ürünleri yeniden yorumlayarak ve kendi anlam dünyalarına uyarlayarak direniş gösterebileceğini savunur. Ancak bu direniş, egemen kültür tarafından sürekli olarak içe dahil edilme riski altındadır. Bu dinamik, popüler kültürün hem bir direniş hem de kontrol alanı olarak çift yönlü bir işlev gördüğünü ortaya koyar.
Sözde direniş öğelerini barındırıyor gibi görünen, ancak bu öğeleri egemen ideolojinin sınırları içerisinde yeniden üreterek mevcut düzenin devamına hizmet eden popüler kültür anlatıları, kadın bedenine yönelik politikalarla entegre bir biçimde işlemektedir. Örneğin, The Devil Wears Prada filminde, güçlü bir kadın figürü üzerinden kadınların iş hayatındaki konumu sorgulanıyor gibi görünse de, filmin sonunda bireysel mutluluğu seçerek sistemden ayrılan bir kadın karakter sunulmaktadır. Benzer şekilde, Legally Blonde filminde, zeki ve güçlü bir kadın figürü öne çıkarılmasına rağmen, karakterin başarısı fiziksel görünüşü ile ilişkilendirilmekte ve ideal kadın normlarına bağlı bir çerçevede ele alınmaktadır.
Sex and the City dizisi, kadınların özgürlük ve bireysellik temalarını işliyor gibi görünmekle birlikte, karakterlerin güzellik standartlarına ve tüketim kültürüne bağımlı bir yaşam sürmeleri, bu özgürlük söylemini hegemonik normlarla uyumlu hale getirmektedir. Reklam kampanyaları da benzer bir şekilde, egemen normlara karşı çıkan sloganlar içeren içerikler üretmektedir. Ancak, örneğin Dove’un "Gerçek Güzellik" kampanyasında olduğu gibi, beden çeşitliliğini savunduğu iddia edilen bu tür girişimler, "gerçek güzellik" kavramını merkeze alarak yine güzellik ideallerini pekiştirmektedir. Benzer biçimde, Nike’ın kadınların güçlü ve bağımsız olduğunu vurgulayan reklamları, "fit" ve "sağlıklı" bedeni ideal kadın bedeniyle eşitlemekte ve bu anlayışı yeniden üretmektedir.
Animasyon filmleri de bu bağlamda dikkat çekicidir. Bağımsız kadın figürleri hikâyelerde yer alsa da, bu karakterler genellikle hikâyenin sonunda geleneksel aile değerleriyle uyumlu bir çerçeveye geri dönmektedir. Sonuç olarak, sözde direniş öğeleri barındıran bu popüler kültür ürünleri, yüzeyde hegemonik normlara karşı çıkıyor gibi görünseler de, aslında direnişi etkisiz hale getirerek egemen ideolojinin yeniden üretilmesine hizmet etmektedir.
Popüler kültür, toplumsal normların yeniden üretildiği bir alan olarak işlev görürken, aynı zamanda direniş pratiklerini de bünyesinde barındırabilen bir müzakere alanıdır. Ancak popüler kültür içeriklerinde, bu direniş pratiklerinin, egemen ideolojinin bünyesine dahil edilerek etkisinin azaltılması söz konusudur. Özellikle kadın temsillerinde bu durum daha görünür bir biçimde karşımıza çıkar.
Medyada birçok farklı örneği bulunmakla birlikte, özellikle kadın hareketi bağlamında direnç ögelerinin ideoloji tarafından sahiplenilerek etkisizleştirilmesine örnek olarak Türkiye’den son dönemin popüler dizilerinden “Bahar” gösterilebilir. İlk başta bu hikâye, bir kadının bireysel özgürlüğünü kazanma mücadelesi gibi gözükse de Bahar’ın dönüşümü, toplumsal normlara tam anlamıyla meydan okuyan bir dönüşüm değil, daha çok bireysel bir uyanış olarak sunulması, Bahar’ın kimliğinin vazgeçilmez bir parçası olarak sürekli vurgulanan annelik rolü, anneliğin fedakârlık ve kendinden vazgeçme gibi değerlerle bağdaştırılması gibi unsurlar nedeni ile aslında yeniden üretilen bir normlar dizisi ile karşılaşırız.
Kadının güçlenmesi, yine egemen ideolojinin sınırları içerisinde kalarak gerçekleşir. Özellikle dizideki kürtaj sahnesinde, görünen, Sude’nin özgürce karar almasına yardımcı olmak isteyen ve hata yapıp pişman olmasını istemeyen bir Bahar’dır. Örtülü olarak verilen mesaj ise, bir kadının fetüsün kalp atışına karşı koyamaması, doğuştan gelen annelik içgüdüsüne sahip olduğudur. Dolayısıyla bu sahne, kadın bedenine yönelik tahakkümü meşrulaştıran bir sahne olarak karşımıza çıkar. Ayrıca Bahar’ın eski eşi Timur’un, komedi unsurlarıyla yumuşatılan davranışları sebebiyle seyircinin sempatisini kazanması ve Bahar üzerinde uyguladığı psikolojik şiddetin ve baskının bu tarz sahnelerle etkisinin azaldığı görülür. Bu durum, hegemonik erkeklik normlarının yeniden üretilmesi ve meşrulaştırılmasına yol açar. Dolayısı ile Bahar dizisi toplumsal cinsiyet normlarını sorgulama potansiyeline sahip bir yapım iken, örtük biçimde tekrar eden annelik, fedakârlık, başarı kavramları ve toplumsal cinsiyet normlarına hizmet eden sahneler dolayısıyla egemen normları yeniden üreten bir pozisyona gelir.
Popüler kültür, toplumsal normların yeniden üretildiği bir alan olarak işlev görürken, aynı zamanda direniş pratiklerini de bünyesinde barındırabilen bir müzakere alanıdır. Ancak popüler kültür içeriklerinde, bu direniş pratiklerinin, egemen ideolojinin bünyesine dahil edilerek etkisinin azaltılması söz konusudur. Özellikle kadın temsillerinde bu durum daha görünür bir biçimde karşımıza çıkar. Medyadaki kadın temsilleri; reklamlar, diziler, filmler ve sosyal medyada oluşturulan "etki ajanları" aracılığıyla, yüzeyde özgür ve güçlü bir kadın imajını kuvvetlendiriyor gibi görünse de, aslen bu temsiller ve içeriklerin alt metinlerinde, tüketim kültürü, güzellik standartları ve toplumsal normlara bağlı kalan bir yapı bulunmaktadır.
Bu tür içeriklerde direniş ögeleri genellikle ticari bir malzeme haline gelir ve egemen düzenin devamına hizmet eder. Kadın bedenine yönelik politikalar, medya içerikleri üzerinden yeniden üretilir ve hegemonik söylem bu yolla güçlendirilir. Popüler kültürün sunduğu temsilleri eleştirel bir gözle değerlendirmek ve bu içeriklerin toplumsal normları oluşturan ideolojik yapılara hizmet edip etmediğini sorgulamak bu nedenle gittikçe önem kazanır.

Yorum Yazın