Dünya ideolojilere bugün her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Aksi takdirde kutuplaşmayı politika, negatif kimlik siyasetini, olumlu bir kimlik siyaseti, öte-dilin ürettiği kavramları gerçek ideolojik evrenler zannedecektir. O yanlış sanının sonucu, bunca karmaşık bir dünyada, politikaya bunca ihtiyaç varken apolitik bir politika anlayışıyla, hiçbir toplumsal soruna çözüm bulmaksızın zaman geçirmek, politikanın bir parodiye dönüşümüne tanıklık etmekten öte destek olmaktır.
Yeni Arayış’ta yayınladığım son yazımda Türkiye’deki siyasetin, o arada dünyadaki siyasetin, en önemli sorununun ideolojik yitim olduğunu belirtmiştim. Yitimi yaratan nedenler biliniyor. Az sonra değineceğim. Bu yazıda o konuyu biraz daha derinleştirmek istiyorum. Çünkü, ideolojilerin kaybolmasıyla birlikte doğan sorunlar hakkında çok söz söylendiyse de o yitimle birlikte ortaya çıkan yeni durumlar üstünde pek az düşünüldü. Bu yazıda, ideolojik boşluğun siyasal kutuplaşma/kamplaşma ya yol açan en önemli amillerden birisi olduğunu belirteceğim. Ona bağlı olarak, ideolojik kaybın, ortaya ciddi şekilde ele alınması gereken bir öte-dile (meta-language) çıkardığını, onun da öte-siyasetlere (meta-politics) yol açtığını işleyeceğim. Daha ileri gitmeden şurada belirteyim ki, kurduğum çerçevenin sonucu şimdilerde dünyaya hâkim olan popülist-otoriter siyasetlerdir. Yazıda o mekanizmanın nasıl işlediğini de özellikle irdeleyeceğim.
Demokratik kurum ve uygulamalar, demokratik sistem devam ediyorsa, zarar görmemişse ve işlerlikliyse popülist-otokratik sistem aşılabilir. Tersi doğruysa ortada vahim bir sorun mevcuttur ki, birçok ülke için daha geçerli olan durum budur.
POPÜLİST-OTORİTER/OTOKRATİK SİYASETLERE DOĞRU...
1980’lerde Thatcher-Reagan-Özal üçlüsünün büyük bir ihtirasla başlattığı ve uyguladığı neo-liberal politikalar, 1989’da uygulanan bürokratik sosyalizmin çöküşüyle yeni bir boyuta erişmiş, on yıllık dönem ‘ideolojiler bitti’ anlayışını egemenleştirmiştir. Francis Fukuyama’nın söz konusu anlayışı Hegelci ‘Tarihin Sonu’ teziyle bütünleştirmesi ve kuramsal bir çerçeve içine alması, söz konusu sanrıyı konsolide etmiştir. 1990’ların getirdiği Yeni Sol hem bir sentez arayışı hem de bu hâkim ‘ideoloji’ye karşı bir direniş alanıydı.
Yine o dönemde Küreselleşme kavramının birinci dönemi yaşanıyordu ve bu kavram öncelikle ve özellikle demokrasinin tüm boyutlarıyla ve o dönemde görülen, toplumların ilk kez idrak ettiği yeni kavramlarla bütünleştirilmesi çabasıydı.2000’li yıllardan sonra hangi gelişmelerin dünyayı otokratik, git gide daha konsolide olmuş radikal bir sağcılığa teslim ettiği başlı başına bir tarihtir. Otokratik olduğu kadar ve onu doğuracak ölçüde popülist olan bu sağ, en hafif deyimiyle, demokrasinin çok ciddi şekilde erozyona uğramasına yol açmıştır.
Demokrasinin maruz kaldığı yıpranma, gerileme, hatta kimi yorumculara göre tükenme, popülist-otokratik sistemlerin yükselişinden daha önemlidir. Demokratik kurum ve uygulamalar, demokratik sistem devam ediyorsa, zarar görmemişse ve işlerlikliyse popülist-otokratik sistem aşılabilir. Tersi doğruysa ortada vahim bir sorun mevcuttur ki, birçok ülke için daha geçerli olan durum budur. Demokratik yapı ve kurumlarının zayıf olduğu ülkelerde popülist-otokratik model, demokrasilere neredeyse geriye dönüşsüz, onarılamaz darbeler indiriyor. Bunu söylemekle birlikte demokrasinin ve otokratik sistemin eşzamanlı mevcudiyetinin bir oksimoron olduğunu, iki kavramın birbirini dışarıda bırakan karşıtlar olduğunu da belirteyim.
Kutuplaşma ideolojik, doğal, kendiliğinden bir pozisyon değildir. Üretilmiş, biçimlendirilmiş, yönlendirilmiş bir politik tutumdur. Bir politik taktiktir kutuplaşma. Elbette ideolojik çatışmaların getirdiği doğal kutuplaşmalardan söz edilebilir. … Günümüzde görülen kutuplaşmanın bu nitelikleri taşıdığını söylemek olanaksız.
KUTUPLAŞMANIN DİNAMİKLERİ...
Bahsettiğim durumun işlev kazanmasındaki ana amil olarak ideolojinin yitimini gördüğüm açık olmakla birlikte, bugünkü toplum yapılarının Güney Amerika ülkelerinden Batı Avrupa ülkelerine kadar çok ciddi bir yeni sosyo-politik davranışla iç içe olduğunu belirteyim. Siyasal alanı doğrudan biçimlendiren o davranış kipi kutuplaşmadır.
Kutuplaşma ideolojik, doğal, kendiliğinden bir pozisyon değildir. Üretilmiş, biçimlendirilmiş, yönlendirilmiş bir politik tutumdur. Bir politik taktiktir kutuplaşma. Elbette ideolojik çatışmaların getirdiği doğal kutuplaşmalardan söz edilebilir. Doğası gereği ideolojiler birbirine zıt eğilimleri içerir, birbiriyle çelişir. Fakat ideolojik zıtlaşma ya da çatışma mutlaka kutuplaşma anlamına gelmez. İdeolojik çatışma siyasal pozisyonların dikkatle savunulduğu ortamlara tekabül eder. Eğer agonistik yani güreşmeci, bir rakibin varlığını zorunlu kılan, mücadeleyi belli aralıklarda tekrarlayan, tarafların eşit koşullarda ve iki taraf için de aynı kuralların geçerli olduğu bir demokrasiden söz ediyorsak ideolojik zıtlama demokrasinin işlevi bakımında hayatidir.
Günümüzde görülen kutuplaşmanın bu nitelikleri taşıdığını söylemek olanaksız. Kutuplaşma, tekrar edeyim, ideolojik olmayan ve demokrasiyi, yukarıda sıraladığım hayatiyet koşullarından soyutlayan, arındıran bir politik tutumdur. Daha ziyade duygusaldır. Politik pratik içinde bulunan ve çatışan iktidar taliplilerinin birbirini korku, yıldırma, kötüleme, yabancılaştırma gibi yaklaşımlarla ve nitelendirmelerle dışlamasıdır, kutuplaşma. Tek hakimiyet arayışının, karşıdakinin, rakibin hiç olmadığı monist/tekçi bir ortamın arayışıdır. Büyük ölçüde kendi tabanına, öznesini karşı tarafın meydana getirdiği bir korkutma süreci işletmektir. Böylesi bir tutum içine giren tarafın kendi ideolojik yapısını, dışına çıkılmayacak şekilde katılaştırdığı ve donuklaştırdığı söylenebilir. Siyaset doğası gereği diyalektik bir çatışma içerir. Söz konusu diyalektiğin unutulduğu bir ortamdan söz ediyoruz.[1].
Weberci anlamında karizmayı kitle üretirken bugünkü karizma kitleleri üretmektedir. Aynı şart bugün ideolojiler için de geçerlidir. İdeolojilerin siyaseti ve karizmayı yönlendirdiği bir dönemden tam tersi bir mekanizmanın işlediği döneme erişmiş bulunuyoruz.
KARİZMANIN ALDATICILIĞI
Koşullarını belirttiğim durumun mevcudiyetini ve boyutlarını siyasal ortama egemen olan ‘karizma’ kavramına bakarak değerlendirmek de mümkün. Tamı tamına ideoloji dışı, bireyliği öne alan, kişisel davranış kiplerini ideolojik ön tercihlerin üstüne çıkaran bir kavramdır karizma. Bugünkü karizama kavramının Weber’in tarif ettiği kavramla ne karşılaştırmak mümkündür ne karıştırmak. Weber, tarihsel zemindeki sosyolojik dönüşümün biçimlendirdiği hatta onu biçimlendiren karizamadan söz ediyordu. Bugün, ideolojik doğal çatışmaları aşan kutuplaşmanın bir başka özelliği olan popülizmle at başı giden, medyanın etki alanında şekillenmiş, bütünüyle tarihsel ve toplumsal olanın dışında kalan, ağırlık noktasını entertainment kavramının meydan getirdiği, popüler kültürün oluşturduğu karizma bugünkü politik ortama hakimdir. Söz konusu karizmanın ayakta durabilmesi popülizme bağlıdır.
Siyasal kutuplaşma çerçevesinde cereyan eden karizmatik siyaset, ideolojik içeriğinden boşaltıldığı için manipüle edilir. Kutuplaşmanın zaman zaman artması bazen gerilemesi manipülasyonun uzantısıdır. Popülist ortamlarda kutuplaşma siyasetin çok kullanışlı araçlarından biridir. Oysa ideolojinin muayyen bir mertebede olması halinde o ideolojiyi benimsemiş kitlelerin bu şekilde kullanılması yani manipüle edilmesi olanaksızdır. O kadar ki, Weberci anlamında karizmayı kitle üretirken bugünkü karizma kitleleri üretmektedir. Aynı şart bugün ideolojiler için de geçerlidir. İdeolojilerin siyaseti ve karizmayı yönlendirdiği bir dönemden tam tersi bir mekanizmanın işlediği döneme erişmiş bulunuyoruz. Oysa ideolojik sınırlar insanların ve kitlelerin popülist önermelere savrulmalarına engel teşkil eder.
Son zamanlarda dünyanın hemen hemen tüm bölgelerinde görülen popülist-otokratik politikalar, daha görünür hale gelen alternatif kimliklere karşı hâkim kimliği bir kere daha vurgulayarak güç kazanmaktadır. Bilhassa düzensiz göçle birlikte ortaya çıkan, merkezden çevreye doğru açılan toplumsal yapı, tamamen kurucu yerleşik kimlikler vurgulanarak merkeze çekilir.
TANIMA POLİTİKALARI VE KUTUPLAŞMA
Kutuplaşma, siyaset biliminde tanıma politikaları (recognition politics) alanının uzantısıdır. Tanıma politikaları 2000’li yıllarda hatta 1990’larda olumlu bir siyasal üretim alanı olarak görülmüştür. Kimlik ve fark politikalarıyla (politics of identity, politics of difference) birlikte tanıma politikaları da popülizmin yaygınlık kazanmasında, öncesinde de ifade edilmesinde, önemli rol oynamıştır. Saydığım her üç alan da mevcut öznenin kendisine ait ve kendi tanımladığı kimlik özellikleriyle kamusal alanda tezahür etmesine yol açar. Oysa modernleşmenin ve modernleşme çerçevesinde ortaya çıkan ulus devlet, milletin bazen kurucu öznesi bazen unsuru sayılan yurttaşın kimliğini üstten belirler. Üstten belirleyen maddi unsur devlet, soyut unsur milliyet, yeni tabiriyle ulusallıktır.
Kimliği Türkiye Cumhuriyeti devleti tanır ve verir ama Türk olmak ulusla ilişkilidir. Modern sonrası (post-modern) dönemde ise devletin yasal üst kimlik olarak Türk, heteronormatif, Müslüman diye tanımladığı yurttaşın kendisini eş-anlı olarak başka bir etnik, cinsel ve dinsel kimlikle özdeşleştiremeyeceği anlamına gelmez.Tanıma politikalarının popülerleştirilmesi bu noktada devreye girer. Devlete talip veya hâkim olan unsurlar, yani siyasal erk ve onu kontrol eden partiler, bazen alt kimliklere bazen egemen kimliğe yönelir. Alt kimliklere yönelmiş popülist eğilimler daima sayılamayacak kadar küçük gruplar meydana getirir. Son zamanlarda dünyanın hemen hemen tüm bölgelerinde görülen popülist-otokratik politikalar, daha görünür hale gelen alternatif kimliklere karşı hâkim kimliği bir kere daha vurgulayarak güç kazanmaktadır. Bilhassa düzensiz göçle birlikte ortaya çıkan, merkezden çevreye doğru açılan toplumsal yapı, tamamen kurucu yerleşik kimlikler vurgulanarak merkeze çekilir. O vurgulamanın yer yer radikalleştiğini, ırkçı bir içerik kazandığını söylemek gerekir.[2]
Dolayısıyla, yeniden ötekileştirmeye başlanan kitlelerle onların üstünden sürdürülen dışlayıcı politikalar otoriter radikalizmlerin günümüzdeki en ciddi kurucu unsurudur.
2000’lerde kültürel ve siyasal çevrenin merkeze transferini öngören, kitlenin siyasallaşması bağlamında siyasal modernleşmeyle tümleşik siyasal katılımı sağlayan hareketin zaman içinde iktidarını konsolide etmesiyle birlikte tutum değiştirdiği açıktır.
SİYASETİN ÇIKMAZI: NEGATİF KİMLİK SİYASETLERİ
Türkiye’ye dönersek, sahnenin aynen yaşandığını belirtmeliyiz. 1990’larda, dönemin kapsayıcı, demokratikleştirici küreselleşme anlayışına paralel olarak gelişen, yerleşik sistemin dışladığı ve eleştirdiği çevreleri kucaklayan bir tanıma politikası izleniyordu. Daha ziyade Müslüman kimliğine dönük, kapsayıcı-demokratik tutum da popülist bir zihniyete dayanıyordu. Fakat siyasal alanda ve çok ciddi bir siyasal önermeyle devam eden bu siyasetin bütünüyle popülist olduğunu iddia edemeyiz. Aksine, örgün bir siyaset anlayışı, geniş ve o güne değin siyasete katılmayan kitlelerin siyasal katılımını sağlıyordu. Bilhassa kadın kimliğine bağlı olarak beliren bu anlayış, zamanla kent göçerlerinin ve büyük kent çevresindeki uydu kentlere (ilçelerin) transfer edilen nüfusun katkısıyla kendisine yeni bir zemin yaratmıştır.
2000’lerde kültürel ve siyasal çevrenin merkeze transferini öngören, kitlenin siyasallaşması bağlamında siyasal modernleşmeyle tümleşik siyasal katılımı sağlayan hareketin zaman içinde iktidarını konsolide etmesiyle birlikte tutum değiştirdiği açıktır. Merkezde yerleşik hale gelen ve üretilen ekonomik kaynağı kendi tabanına dağıtan, eskinin çevredeki yeninin merkezdeki iktidar unsurları o tarihten başlayarak daha öncesinde bu derecede vurgulanmayan milliyetçi-muhafazakâr bir ideolojiyle popülist bir dışlama politikasını devreye sokmuştur.
O andan başlayarak da popülizmini negatif kimlik siyasetiyle- NKS-((negatif identity politics) bütünleştirmiş ve o politikayı (negatif kimlik politikasını) çok etkili bir şekilde kullanmıştır. İlk evresinde kurucu değerlerin ve şahsiyetlerin tamamına dönük olarak sürdürülen söylem zamanla o kesime ait tüm bileşenlere yayılmıştır. 2023 seçim kampanyasında iktidar partisinin kullandığı görsel reklam filmlerinin izlenmesi bu bakımdan çok aydınlatıcıdır.
Oportünist veya olumsuz anlamıyla paragmatist ve yararcı (utilitarian) partiler bir yana bırakılırsa siyaset belli bir ideolojinin örgütlenmiş ve kitlesel halidir. İdeolojik olmayan siyaset, yine siyasetin kendisini reddetmesi halidir. Siyasetin asli belirleyicisi olan ideoloji siyasetin dünyayı algılayış biçimidir.
KİME YARIYOR NEGATİF KİMLİK SİYASETİ?
Buna karşılık muhalefetin de negatif kimlik politikasını sert ve kararlı şekilde kullandığına değinmek gerekir. Muhalefet, 1990’lardan ve elbette öncesinden başlayarak devam eden, çevredeki politik hareketin gelişmesini çok istese de engelleyememiştir. Engellemenin tek aracı olarak negatif kimlik siyasetini görmüş ve düşünebilmiştir. Oysa o çevrenin kullandığı NKS engellemek istediği politikanın daha de güçlenmesine yol açmıştır. Çelişkinin nedeni basittir: dışlandığını söyleyerek kapsayıcı bir demokratikleşme politikasına yönelen çevre, kendisine dönük NKS’yi iddiasını güçlendirecek bir araç olarak kullanmıştır.
Çatışma özünde siyasal davranışın en temel paradokslarından biri olan elitçi siyasetle kitle siyaseti arasındaki gerilimden kaynaklanır ve bu gerilim Türkiye’de 1950’den beri devam eden siyasetin omurgasını meydana getirir. Buna mukabil, önceki dönemlerde birbirine zıt siyasal partilerin hemen hiçbirinin merkezdeki ideolojiyle doğrudan ve ideolojik bir çatışma içinde değildi. Tersine, kurucu siyasi parti, CHP, kendi radikalizmi döneminde dışladığı bazı sistemik yaklaşımları (sol, Müslümanlık) resmi yaklaşımın çeperlerini genişleterek ona dahil etme çabası içindeydi ve bu tutumu ciddi bir antagonizmayı engelliyordu. DP-AP-ANAP geleneği olsun, CHP’nin 1970’lerde içine girdiği yeni yönelimler olsun bu yapısal özellik içinde gerçekleştiriliyordu. Buna karşılık, bir dönemin iktidarı ve kurucu ideolojisi daha sonraki dönemlerin ‘ana’ muhalefet partisi 2002 sonrası dönemde ciddi bir reddediş tutumu içinde olmuştur. Çok tahripkâr ve polarizasyonu sonuna kadar tahrik eden bu anlayışı iktidar da benimseyince, kendisini üreten ve git gide yükselen bir negatif kimlik siyaseti neredeyse geriye çevrilmez bir etki gücü kazanmıştır.[3]
2015-16 sonrasında iktidarın özellikle tırmandırdığı polarizasyon hiçbir taviz taşımaksızın devam etmiştir ve Türkiye, sadece siyasal polarizasyon bakımından değil, negatif siyaset bakımından da dünyadaki çok önemli örneklerden birini hazırlamıştır. Negatif kimlik politikaları bakımından iktidar muhalefete nazaran daha avantajlı konumundadır. İktidar hem kendi pratiğini anlatmakta hem de muhalefeti olumsuzlamaktadır. Muhalefet ise doğru da olsa sadece soyut kavramlar üstünden ilerleyebilmektedir. Kendisini zaman zaman ‘sol’ diye tanımlayan merkez-liberal politikalara karşı Türkiye’deki sağ-muhafazakâr politikaların pozisyonu daima bu düzen içinde cereyan etmiştir.
Gerek iktidar gerekse muhalefet, hatta tüm siyasi partiler kendilerinden ziyade karşılarındaki siyasetleri negatif kimliklendirerek siyaset yapmaktadırlar ve bunun ciddi bir kapanma, çıkmaz getirdiği açıktır.Kapanma diye nitelendirdiğimiz husus, negatif kimlik uygulamasının ideolojik tüm bariyerleri ortadan kaldırarak, kitle politikasını popülizmle bütünleştirmesidir. Bilinen bu gerçeğin diğer yanını siyasetin kendi gerçekliğine dönük zarar meydana getirir. Siyaset eğer bir başkasını reddetme üstüne kuruluysa yukarıda ele aldığımız güreşme/rakip kavramı ortadan kalkar. O zaman siyasetin reddi veya siyasetin kendi kendisini değillemesi (negate) söz konusu olur.
Aynı durum ideoloji kavramı için de geçerlidir. Oportünist veya olumsuz anlamıyla paragmatist ve yararcı (utilitarian) partiler bir yana bırakılırsa siyaset belli bir ideolojinin örgütlenmiş ve kitlesel halidir. İdeolojik olmayan siyaset, yine siyasetin kendisini reddetmesi halidir. Siyasetin asli belirleyicisi olan ideoloji siyasetin dünyayı algılayış biçimidir. Her ne kadar Marx tarafından ‘dünyanın eksik bilgisi’ olarak tanımlansa ve dünya-görüşü (weltanschauung) olmasa da ideolojiyi kullanarak siyaset dünyayı belli bir perspektif içinde tanımlar.
Öte-siyasetin, ideolojilerin çerçeve içine aldığı politikayı gündelik hayatla bütünleştirilme iddiasında olan ama onu daima ideoloji dışı olgularla bütünleştirdiği görülebilir. Meta-politika söz konusu siyasetin üretiminde ve gerçek siyasetin içinin boşaltılmasında en önemli araçtır. İdeoloji neticede birkaç büyük çemberden oluşur: liberalizm, sosyalizm, konservatizm.
ÖTE-POLİTİKALARIN ANLAMI VE İŞLEVİ: SİYASA DEĞİL SİYASET...
Getirdiğimiz tanımların kısıtlamalarını aşan ve siyasetin üst belirleyeni kabul edebileceğimiz kavram öte-politikadır (metapolitics). Kavram, Türkiye’de siyaset içinde hemen hemen hiç kullanılmaz ve bilinmez. Özellikle son dönemde Fransız düşünür Alain Badiou tarafından önerilmiştir ve tüm kavramlar gibi kendisine ait bir soykütüğü vardır. Badiou aynı adlı kitabında kavramı çağdaşı Fransız düşünür Jacques Ranciere ve hocası meşhur Louis Althusser etrafında ele alır. Çıkış noktasını Hannah Arendt’in siyasal tanımı meydana getirir ve Badiou ona itiraz eder. Arendt, siyasalın müphemiyetini irdelemiştir. Badiou’nun irdelemesi daha da öteye gider ve esasen siyasal felsefeyi kendisine eksen alarak onu reddeder. Felsefeciye göre önem taşıyan kavram siyasal (political) değildir. Siyasal soyuttur ve sadece düşünce ekseninde kalınacaksa bile zihin siyasal olanı değil siyaseti kendisine düşünce malzemesi seçmeli ve ona yoğunlaşmalıdır.[4]
Ana kavram siyaset (politics) olmalıdır. Badiou çok önemli bir ayrım getirmekte, siyasalın soyutluğunu siyasetin somutluğuyla değiştirmektedir. Siyaset bir felsefe aracı değildir, somut ve dünyayı değiştirmekte kullanılan en önemli toplumsal araçtır.Badiou’nun etkileyici kitabında geliştirdiği bu kavram siyasetin muhakemesinde ciddi bir gedik açar. Ne var ki, öte-siyaset kavramı 2000’lerden bu yana daha çok sağ siyasetler tarafından kullanılmaktadır ve özellikle Yeni Sağ politikaların ‘hegemonik ideoloji’ şeklinde nitelendirdiği sol politikaları aşmak maksadıyla geliştirdiği bir kavramdır.[5]
Daha ziyade siyasetin kültürel bir olgu olduğu iddiasıyla kavram öne sürülmüştür. Son yirmi yılı dünya siyasetinde biçimlendiren kimlik kavramı büyük ölçüde öte-siyaset anlayışının uzantısıdır. Bu anlamıyla öte-siyaset siyasetin, bir üst dille, bir üst bakış açısıyla değerlendirilmesi anlamına gelir. Siyasal ideolojinin geriye itilip kimlik gibi, negatif kimlik siyaseti gibi anlayışların ideolojik boşluğu doldurması gözetilmiştir. Öylece, siyaset tam da Badiou’nun dediği gibi siyasalla bütünleştirilecek ve siyasetin kendisi bir manada geçersizleştirilecek veya işlevsizleştirilecektir. Kimlik elbette siyasetin en önemli olgularından biridir. Fakat kimliğin ideolojiyi öncelemesi veya aşması değil ideolojinin kimliği kapsaması beklenir. Bu yanıyla da kimlik siyasetinin radikal modernist yaklaşımla bütünleştirilmesi gerektiğini söylemiyorum. Tersine, eğer gerçekçi bir siyaset oluşturulursa kimlik kavramının siyaset dışı kamayacağını vurguluyorum.
Şunu da belirtelim: öte-dil kavramı özellikle dilbilimde geçerlidir ve öte-dil, dili anlatan dildir. Siyasetin diliyle öte-dil arasındaki ciddi fark, siyaset dilinin sürekli olarak geçmişle ilişkili olması, geleceği geçmişi iyileştirecek bir zaman parçası olarak sunması, buna karşılık öte-dilin, o dilin aktarmadıklarını ama gizlediklerini açıklayan araç olmasıdır.[6] Badiou’nun önermesi bu anlayışa itiraz ve tepki olduğunu bir kere daha vurgulayalım. Siyasal geçmişle ilgili olabilir ki, öyledir, antik Yunan’dan beri geliştirilen politik düşünceyle ilgilenmek ister istemez geçmişin yüceltilmesini doğrudan veya zımnen içerir. Oysa siyaset daima şimdiyle ve gerçek olanla iç içedir. Öte-dil, siyasetin ideolojik planda göstermediğini açıklayan bir araç olarak değerlendirilmesi literatürde sıklıkla ele alınan bir yaklaşımdır fakat gösterenin ne olacağı özellikle ele alınması gereken bir olgudur.
Buradan hareketle, öte-siyasetin, ideolojilerin çerçeve içine aldığı politikayı gündelik hayatla bütünleştirilme iddiasında olan ama onu daima ideoloji dışı olgularla bütünleştirdiği görülebilir. Meta-politika söz konusu siyasetin üretiminde ve gerçek siyasetin içinin boşaltılmasında en önemli araçtır. İdeoloji neticede birkaç büyük çemberden oluşur: liberalizm, sosyalizm, konservatizm. Hangisi olursa olsun, ideolojilerin ciddi kusurlarından biri hazırladıkları çerçevelerin hızla bürokratik uygulamalara dönüşmesidir. İdeolojiler, dünyanın eksik bilgisi olmanın yanı sıra bu nitelikleriyle de ciddi kısıtlamalar içerir. Her şeye rağmen ideolojiler kitleleri kavrayan ve yönlendiren büyük kapasitelerdir. Kitlelerin politik hareketini ideolojik tercihleri tayin eder. İdeolojiyle kitleler arasındaki bu ilişki karmaşıktır. Bir ideolojiyi meydana getiren bütün unsurların o ideolojiyi benimsemiş kitlenin tümü tarafından aynen benimsenmesi beklenemez. İdeolojilerin tabiri caizse belkemikleri olur. Kitleler ve bireyler onunla bütünleşir.
İdeolojilerin kaybolduğu zeminlerde ve siyasetleri tayin etmediği şartlarda öte-dilin kavramları üstünden siyaset yapılır. Bütün siyasetler kavramların meydana getirdiği ortak paydalarda birleşir. Birleşmeler apolitik pozisyonları ortaya çıkarır. Siyaset güreşmeci, rekabetçi bir ayrışma/tefrik/fırkalaşma yani partileşmeyle yapılır.
ÖTE-DİLİN YARATTIĞI BOŞLUKLAR VE İDEOLOJİ İHTİYACI
Bir ideolojinin tüm kapsamıyla benimsenemeyeceği politik taktik çerçevesinde çok önceden saptanmıştır. İdeolojiler belkemiği dediğim kavramla kitleleri etkiler. O kavramı ideoloji bağlamında soyutlamak zordur. Burada meta-dil (metalanguage) kavramı devreye giriyor. Buraya kadar ele aldığım meta-politikayla birlikte düşünülmesi gereken meta-dil, dile bir tür üstten bakıştır. Daha açarak söylemek gerekirse meta-dil, dilin açıklamasıdır. Başka bir söyleyişle meta-dil, dilin dile tercümesidir. İdeolojilerin karmaşıklaştığı noktada içeriklerini gündelik dile ve gündelik siyasal pratiğe meta-dil tercüme eder. Farkında olsak da olmasak da siyasetle ilişkimizi ideolojiler üstünden ama meta-dil aracılığıyla kurarız.
Bu anlayışla ele alırsak, örneğin, muhafazakârlığın gündelik hayattaki karşılığı din olabilir ki, öyledir. Dinle muhafazakârlık arasındaki ilişki bir öte-dil ilişkisidir ve din/dindarlık/mütedeyyinlik gibi kavramlar muhafazakârlığın öte-dil olarak tercümesidir. Aynı ilişkiyi sosyalizm/sosyal demokrasi ideolojileriyle de kurabiliriz. Sosyalizm veya sosyal demokrasi için çerçeve kavram esasen toplumsalcılıktır fakat toplumsalcılığın belkemiğini eşitlik oluşturur. Bu üç kavram, ahlak, toplumsalcılık ve eşitlik ideolojilerin meta-dildeki karşılıklarıdır.
Kavramlar bu nitelikleriyle politik değildir. Hatta ideolojik de değildir. İdeolojilerin işleyeceği zeminlerdir ve biraz daha derinlemesine bakınca bu kavramların ortak paydaları bulunabilir. O ortak paydalar, toplumların belki hepsine egemen olan gevşek ve tüm siyasetleri çapraz kesen kavramlardır. Ahlak, eşitlik, toplumsalcılık kavramlarına hiçbir siyaset karşı çıkmaz. Fakat bu halleriyle bu kavramları benimsemek ideolojik bir tutum almak anlamına da gelmez. Aksine ideolojik içerikten soyutlanma demektir.
Bugün politik ideolojilerin yönelimi hiçbir şekilde bir öte-dile dayanmamaktadır. Kavramlar gündelik hayattaki karşılıklarını bile yitirmiştir. Yukarıda belirttiğim ahlak-muhafazakârlık, eşitlik-sosyal demokrasi denklemi bugün neredeyse ütopik içerikler kazanmıştır, her türlü siyaset pratiğinin dışında kalmıştır.
Şöyle geliştireyim görüşümü: dinin gündelik hayattaki karşılığı ahlaktır. Teolojik tüm açıklamaların ereksel sonucu budur. Sosyalizmi dönüştürecek olursak o da eşitlikle bütünleşir. Buna karşılık ahlak tüm ideolojilerde ve tüm politik muhakemelerde temel belirleyendir. Ahlak, muhafazakâr bilinçte daha dinsel ve kutsî bir anlam taşırken, sosyalist modellerde seküler, dünyevi ve gündeliktir ama ahlâk olarak mevcudiyetini ve tesirini korur. Eşitliği de muhafazakâr modeller daha baştan yok saymaz. Mesele ağırlık merkezlerinin değişmesidir. Unutmayalım ki, liberalizmin mülkiyet temelinde çözdüğü bireylik kavramının dışında kalan hemen tüm siyasi yapılar son kertede cemaatçidir (communitarian), ahlaka ve eşitliğe kapısını kapayamaz, sadece öncelik ve ağırlık bakımından farklı kabuller gösterir.
Nihayet kritik noktaya geliyoruz. İdeolojilerin kaybolduğu zeminlerde ve siyasetleri tayin etmediği şartlarda öte-dilin kavramları üstünden siyaset yapılır. Bütün siyasetler kavramların meydana getirdiği ortak paydalarda birleşir. Birleşmeler apolitik pozisyonları ortaya çıkarır. Siyaset güreşmeci, rekabetçi bir ayrışma/tefrik/fırkalaşma yani partileşmeyle yapılır. Ahlâkı konservatiflerle sosyalistleri içselleştirmesi aynı anlama gelmez. Tam tersine aynı kavram etrafındaki uzlaşmazlıklar, zıtlıklar, ayrışmalar siyaseti üretir.
İşte o ayrışma ideolojidir. İdeolojiler kaybolunca kesişen paydalar üstünde ayrışma ancak karizma, meta-politika gibi tutumlarla devam eder. Ayrışmaların kendi içlerinde sabit tuttuğu politik tabanlar kaybolunca popülizm kendisini gösterir. Negatif kimlik siyasetlerine geçişinin mekanizması kurulup işler. Genel geçer, ortak kabul, ortak doğruların siyaseti popülizmin başka bir tanımıdır. Tüm ortak paydayı kontrol altına almak da kaçınılmaz şekilde otokratik anlayışlara açılır.Türkiye’de ve dünyada ideolojilerin kaybından söz ederek bu durumun popülist-otokratik yönetimlere yol açtığını belirttik. Şimdi o yorumu biraz daha genişleterek, siyasetin öte-dilini yitirdiğini de vurgulamak gerekiyor.
Özellikle Türkiye ölçeğinde değerlendirilirse bugün politik ideolojilerin yönelimi hiçbir şekilde bir öte-dile dayanmamaktadır. Kavramlar gündelik hayattaki karşılıklarını bile yitirmiştir. Yukarıda belirttiğim ahlak-muhafazakârlık, eşitlik-sosyal demokrasi denklemi bugün neredeyse ütopik içerikler kazanmıştır, her türlü siyaset pratiğinin dışında kalmıştır. Siyasetin öte-diline yaslanacak bir ahlak üst söyleminin muhafazakârlığı tayin ettiğini söylemek mümkün görünmüyor. Muhafazakâr çevrenin ahlakla ilişkisi kalmadığını söylüyor değilim, o saçma olur. Muhafazakârlarla ahlak arasında derin hatta sonul (teleolojik) bir ilişki söz konusudur fakat, ahlak o politik çevre bakımından ön-belirleyen değildir. Son tahlilde sosyal demokrasi için de eşitlik önemi tartışılmaz bir kurucu unsurdur fakat gündelik pratiğin hareket noktası eşitlik değil bugün. Arada ciddi bir kopukluk söz konusu.
Kendine ait üst-dilin benimseyeceği kavramlaştırmaların kaybolduğu bir ortamda başkasını tamamen popüler yani gerçekle bağdaşmayan bir tanım çerçevesi içine yerleştirerek bir tehdit unsuru haline getirmek popülist bir siyasettir. Her popülist siyaset tanımı ve doğası gereği sağ siyasettir.
SONUÇ: YENİ BİR SİYASET İÇİN
İdeolojinin daha ağır, daha katı yapısına karşılık üst-dilin daha esnek ve daha yapıcı dili ortadan kaybolduğu için, ideolojilerin yarattığı boşluğa benzer şekilde, siyasette ciddi bir vakum hatta vorteks meydana gelmiştir. Tamamen bir çıpa olarak işlevlenen öte-dil ve ideoloji ikilisinin yitimi siyasetin muhatap olduğu vorteksi doğururken onu negatif kimlik politikasıyla baş başa bırakmaktadır. İdeolojik planda olsun meta-dil planında olsun siyaset, NKS’ye gerek duymaz. NKS’nin geçerli olmadığı bir düzlem ve ortamda kutuplaşma da gerçekleşmez. Kendisine ait şeyler söylemekten ve kendisini tanımlamaktan ziyade ötekileri olumsuzlayarak, biraz zorlayarak Derridacı bir terimle söylersem, başkalarını kurucu dışarısı (constitutive outside) olarak merkeze alarak tanımlamak, önce ideolojinin sonra da öte-dilin üst kavramlarının yitimiyle alakalıdır. O yitim popülist-otokratik siyasetlerin doğmasına da zeminden ziyade bir bataklık hazırlar.
İdeoloji yoksa NKS vardır, NKS varsa popülist-otokratik siyaset işlemektedir.Kendine ait üst-dilin benimseyeceği kavramlaştırmaların kaybolduğu bir ortamda başkasını tamamen popüler yani gerçekle bağdaşmayan bir tanım çerçevesi içine yerleştirerek bir tehdit unsuru haline getirmek popülist bir siyasettir. Her popülist siyaset tanımı ve doğası gereği sağ siyasettir. 1930’ların otoriter politik kültürü ötekinin üstünden siyasetin kendisini tanımlamanın ne türden sonuçlar doğurduğunu dramatik şekilde göstermiştir. Burada daha da tehlikeli olan, bu politikayı yadsıması gereken muhalefetin de aynı üslubu ve yöntemi benimseyerek alanın genişlemesini sağlamasıdır.
Muhalefet de önce ideolojiyi, sonra politikasının üst-dilini yitirmekte, popülizme ve NKS’ye sığınmakta, popülist-otoriter siyasetin ateşine harıl harıl odun taşımaktadır. Genişleyen bir alan daima iktidar tekeline avantaj sağlayacaktır ve onun tutumunu meşrulaştıracaktır.Dünya ideolojilere bugün her zamankinden daha fazla muhtaçtır. Aksi takdirde kutuplaşmayı politika, negatif kimlik siyasetini, olumlu bir kimlik siyaseti, öte-dilin ürettiği kavramları gerçek ideolojik evrenler zannedecektir. O yanlış sanının sonucu, bunca karmaşık bir dünyada, politikaya bunca ihtiyaç varken apolitik bir politika anlayışıyla, hiçbir toplumsal soruna çözüm bulmaksızın zaman geçirmek, politikanın bir parodiye dönüşümüne tanıklık etmekten öte destek olmaktır.
[1] Yorum için bknz., João Areal,‘Them’ without ‘us’: negative identities and affective polarization in Brazil, Political Research Exchange, 4:1, 2022. (Şu linkten erişiliyor: https://www.tandfonline.com/doi/pdf/10.1080/2474736X.2022.2117635.)
[2] Konuya ayrıntılı olarak bakmak isteyenler için, Christopher F. Zurn ‘Populism, Polarization, and Misrecognition’, Onni Hirvonen ve Heikki J. Koskinen, ed., Theory and Practice of Recognition içinde. New York: Routledge, 2023, s. 31-149.
[3] Negatif kimlik politikasının zorlayıcı etkileri için bknz., Lawall, Katharina, Turnbull-Dugarte, Stuart J., Foos, Florian and Townsley, Joshua ‘Negative Political Identities and Costly Political Action’ Harvard Dataverse. Harvard Dataverse doi:10.7910/dvn/gzfe22(Şu linkten ulaşılıyor: https://eprints.soton.ac.uk/485963/.)
[4] Alain Badiou, Metapolitics. Çev. J. Baker. London: Verso, 2005.
[5] Bu tarihin çözümlemesi için bknz., M. Jouke Hujizer, ‘The Politics and Metapolitics of Left-Wing Decline and Revival’, Front. Polit. Sci., 26 May 2022. (Şu adresten erişiliyor: https://www.frontiersin.org/articles/10.3389/fpos.2022.872771/full#B30.)
[6] Bu tanımı da aldığım ve ötedilin bilhassa Japon siyasal yapısı içinde nasıl etkidiğini irdeleyen çalışma şudur: Junichi Kawata, Melinda Papp, ‘The meta-language of politics, culture and integrity in Japan’, Human Affairs 23, s. 246–254, 2013.
Yorum Yazın