Aldığım bilgilere göre olası bir barış durumunda ateşkesin sürmesi için belli bir yabancı güvenlik gücün Ukrayna’da konuşlandırılması gerekiyor. Türkiye bu güce 20 bin asker verebileceğini söylemiş. Ancak bu teklifin Rusya tarafından olumlu karşılanmayacağı endişesi ile vazgeçilmiş. Olası barış sağlanması durumunda ise Türkiye’nin gönüllü olarak üstelendiği rol Montrö Anlaşması nedeniyle boğazlardan yabancı askeri güçlerin geçememesinden dolayı Türkiye donanmasının Karadeniz’de mayın temizliği başta olmak üzere güvenliği sağlaması olacak.
Trump’ın Başkan olmasıyla başlayan dönem, sadece ABD için değil dünya için de yeni bir ‘başlangıç’.
Bu yeni başlangıcın en önemli özelliği kuşkusuz ‘belirsizlik’. Bu belirsizlik hali kaçınılmaz olarak her ülkeyi bir biçimde etkileme potansiyeline sahiptir. Bu etkilenme olumlu da, olumsuz da olabilir.
Ne yazık ki, Trump seçim vaatleri arasında olan pek çok şey geride kalan 4 ay içinde gerçekleştirdi.
Kuşkusuz bunlardan en önemlisi 2 Nisan’da açıkladığı vergi oranlarının değiştirmesidir.
Yine Trump’ın seçim kampanyasında Avrupa ve Kanada'ya karşı dillendirdiği, “savunmaya yatırım yapmayan müttefikleri korumayacağı” söylemi de bir tehdit olmaktan çıkma potansiyeli yüksek.
Bu yüzden özellikle AB üyeleri, Avrupa için yeni bir güvenlik mimarisini tartışmaya açtı. AB’de başlayan bu tartışma iktidara yakın medya tarafında AB Üyeliğinin yeniden gündeme gelişi olarak sevinçle karşılandı. Ancak bunun gerçek olmadığı kısa sürede ortaya çıktı.
Burada olan, iktidarın sadece var olan askeri güç üzerinden AB ile üyelik, üyelik olmazsa vize serbestisi konusunu müzakereye açma çabasıydı ama olmadı.
Olmamasının temel nedeni AB’nin bu konjonktürde bölgesel güvenliği önceliyor olsa da, bununla birlikte hala birlik için temel uzlaşı olan Kopenhag (siyasi) ve Maastricht (ekonomik) Kriterleri’nin hala geçerli olduğudur.
AB üyeliği buzdolabında olduğu için unutmuş olma olasılığına karşı bu kriterleri bir kez daha anımsatmak gerekiyor ki, iktidarın sahiplendiği “Ankara Kriterleri”nden farkını görelim.
Kopenhag Kriterleri;
- Demokrasiyi,
- Hukukun üstünlüğünü, İnsan Haklarını,
- Azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunmasını,
- İşleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını ve Birlik içinde piyasa güçleri ve rekabetçi baskı ile başedebilecek kapasiteyi garanti eden kurumların istikrarını sağlamış olmasıdır.
Maastricht Kriterleri ise;
- Her üyenin yıllık ortalama enflasyon oranı, fiyat artışını en düşük üç üye devletin yıllık enflasyon oranı ortalamasını en fazla 1.5 puan geçebilecektir.
- Üye devletlerin planlanan, ya da fiili kamu açıklarının gayri safi yurtiçi hasılalarına oranının yüzde 3'ü aşmaması gerekmektedir.
- Üye devletlerin planlanan, ya da fiili kamu borç stoklarının, gayri safi yurtiçi hasılalarına oranının yüzde 60'ı geçmemesi zorunludur.
- Her üye devlet, fiyat istikrarı bakımından en iyi sonucu sağlayan üç üye devletin ortalama nominal uzun vadeli faiz oranını en fazla 2 puan aşabilecektir.
- Üye devletlerin ulusal paraları, Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasının izin verdiği "normal" dalgalanma marjı içinde kalmalıdır.
Açık ki, Türkiye bu kriterlerin hiç birini yerine getirememektedir.
AB dışında elbette diğer Avrupa ülkelerinin dahil olacağı bir savunma mimarisi gündeme gelebilir ama onunda ekonomik olarak karşılanması büyük ölçüde yine AB’nin ekonomisine dayanacaktır.
Bu açıdan Erdoğan iktidarının AB’ye üyeliğini, o olmazsa vize serbestisi gelecek propagandası gerçekçi değildir.
Amerika’nın ekonomik olarak Çin’le mücadeleyi öncelemesi, Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini önceleyerek İran’a operasyonu gündeme alması bölgede demokratik bir Türkiye yerine Erdoğan liderliğinde Türkiye’yi tercih ettiği de açıktır. Sonuçta pek çok kritik siyasi kararı Meclis yerine başkanla konuşarak almak sadece Batı’nın değil Rusya ve Çin için de tercih nedenidir.
***
Buna rağmen Erdoğan iktidarının en büyük şansı, içinde olduğumuz belirsizlik halinin sunduğu fırsatlardır.
Hemen belirtelim ki, bu tercih Trump ve AB’nin pragmatik tercihlerine rağmen temel ilkesel farkını ortaya koymaktadır.
Trump’ın Çin’le giriştiği ekonomik savaş ve Ortadoğu’da İsrail’in güvencesini sağlaması öncelikli olarak Rusya-Ukrayna arasındaki savaşın bitirilmesine bağlı görünmektedir. Trump bunun işin tüm kanalları kullanıyor.
İşte bu noktada yine Türkiye’nin nitelikli askeri gücü bir kez daha Erdoğan iktidarının imdadına yetişiyor. Aldığım bilgilere göre olası bir barış durumunda ateşkesin sürmesi için belli bir yabancı güvenlik gücün (ki bunun yaklaşık 100 bin olduğu söyleniyor) Ukrayna’da konuşlandırılması gerekiyor. Yine Türkiye bu güce 20 bin asker verebileceğini söylemiş. Ancak bu teklifin ABD-AB tarafından değil ama Rusya tarafından olumlu karşılanmayacağı endişesi ile vazgeçilmiş.
Olası barış sağlanması durumunda ise Türkiye’nin gönüllü olarak üstelendiği rol Montrö Anlaşması nedeniyle boğazlardan yabancı askeri güçlerin geçememesinden dolayı Türkiye donanmasının Karadeniz’de mayın temizliği başta olmak üzere güvenliği sağlaması olacak.
Yine Erdoğan için şans ise AB ile imzalanmış olan Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını sağlayan geri kabul anlaşmasının hala yürürlükte olması.
Bu iki nedenden dolayı, AB de, ABD’de Türkiye’de siyasetin, demokrasi ve özgürlüklerin alanının daraltılmasını dert etmiyor. 19 Mart’ta İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasına çok yüksek bir sesle itiraz etmiyorlar.
Hükümetin bazı bakanları ülkedeki ekonomik krizin aşılmasında belli bir ölçeğin altında olup zarar eden şirketlerin Çinlilere satılarak, ülkeye kaynak girişini hedefledikleri bilgisi gerçek bile olsa bunun ekonomimizi kurtarmaya ne kadar yeter ve ne kadar sürdürülebilir onu da kestirmek güç.
***
Küresel sistemde ortaya çıkan belirsizlik hali görüldüğü gibi Türkiye’ye küresel hiyerarşide yukarıya çıkmasının yolunu açmıyor ama aşağıya da düşmesine yol açmıyor.
Yol açmıyor ama özellikle güneyimizde bazı alanlarda sıkışmamıza yol açıyor.
PKK’nin silah bırakmasına karşılık Suriye’de adı konulmamış bir federasyona gidiyor ve bölgedeki Kürt bölgesi de büyük ölçüde İsrail himayesine giriyor. Görünen o ki, Bahçeli, Öcalan üzerinden bu etkiyi kırmaya çalışıyor. Yani Suriye’de sıkışma durumu söz konusu.
Yine Türki Cumhuriyetlerin Güney Kıbrıs’ı tanımasına karşı, hükümetten toplumu tatmin eden bir açıklama gelmiş değil. Bize çok yakın diye övündüğümüz, yönetime yakın ailelerin Kanal İstanbul çevresine büyük araziler aldığı söylenen Katar, İsrail ve Güney Kıbrıs ile Akdeniz’de askeri tatbikat yapıyor, ortak petrol arıyor. Özetle Akdeniz’de de bir sıkışma söz konusu.
Burada hemen bir parantez açarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın gündemini bilmesek de bugün Katar’a gideceğini belirtelim.
Özetle ortaya çıkan belirsizlik halinin Türkiye lehine olmamasının iki temel nedeni var. İlki zayıf ekonomi, ikincisi de toplumsal meşruiyeti tartışılmaya açılmış bir iktidarın varlığıdır.
Hükümetin bazı bakanları ülkedeki ekonomik krizin aşılmasında belli bir ölçeğin altında olup zarar eden şirketlerin Çinlilere satılarak, ülkeye kaynak girişini hedefledikleri bilgisi gerçek bile olsa bunun ekonomimizi kurtarmaya ne kadar yeter ve ne kadar sürdürülebilir onu da kestirmek güç.
Sonuç olarak üstteki iki konuda iyileşme olmadığı sürece Türkiye’nin bulunduğu bölgede siyaseten etkili olma şansı hayli düşük görünüyor.

Yorum Yazın