Cuma günü Çağlayan Adliyesi’nde Ekrem İmamoğlu’na destek için Mansur Yavaş’ın da olması, o gün İmamoğlu’nun karşılaşabileceği “adli kontrol” benzeri bir cezayı engelledi. Dahası, ikisini de beraber yükselten bir sinerji oluşturdu. Yeni bağımsızlık mücadelesinin, “Çağlayan Muharebesi” bu birliktelik ve dahası arka planda, muhalefetin başlıca ve güçlü birçok isminin orada toplanmasıyla kazanıldı.
Olağanüstü koşullardan, ancak olağanüstü yöntemlerle çıkış olabilir. Türkiye de, bugün olağanüstü koşullardan; olağanüstü siyasi denklemler ve stratejilerle çıkabilir. Evet, Türkiye kamuoyunun önüne düzenli olarak sandık geliyor; ama seçimler kısmen özgür ve kesinlikle adil değil. Rekabetçi otoriter sistemlerde de zaten, iktidarın meşruiyetini ve “yarışarak bileğinin hakkıyla” hegemonya kurduğu algısının mümkün olabilmesi için çoklu aday ve çok partili seçimlerin olması arzulanıyor. Ancak, bu seçimlerin hiçbir zaman gerçek manada “rekabetçi” olması istenmiyor; diğer bir deyişle, seçimlerin sadece ve sadece, iktidar için güvenoyu olması hedefleniyor.
Yaklaşık çeyrek yüzyıllık AK Parti hegemonyası başladığından beri bu denklem ilk kez, 7 Haziran 2015 seçimlerinde bozuldu. AK Parti, tek başına iktidarı olamaz hale geldi ve “ittifak” adı altında örtük koalisyon dönemlerinin önü açıldı. Hegemonya kullanılarak rekabetçiliğin dozu düşürüldü ve otoriterliğe kademe atlatıldı. Rekabetçi denklemi muhalefet lehine bozduğu düşünülen Selahattin Demirtaş da, yaklaşık 1 yıllık bir sürecin sonunda tutuklanarak siyasi sistemin dışına itildi.
2016 Darbe Girişimi sonrası, 2017’de Başkanlık Sistemi’ne geçiş ile yeni bir statüko oluşturulmaya çalışıldı. Bu statüko, 2019’a kadar işledi de…Ama 2019’daki yerel seçimler ve özellikle de, çifte İstanbul seçimleri, otoriterlik-rekabetçilik dengesinde ibreyi bir kez daha muhalefet lehine çevirdi. Şimdi de, rekabetçi otoriterliğin “kimyasını bozan” Ekrem İmamoğlu sistem dışına atılmaya çalışılıyor. İmamoğlu’ndan sonra sıra, Mansur Yavaş’a da gelir. Her kim olursa olsun, eğer ki gerçekten “kazanarak” iktidarın yeni sahibi olma ihtimaline sahipse; bu sistem, şu veya bu şekilde onu siyasetin dışına atmanın yollarını arayacaktır.
Türkiye’nin önümüzdeki on yıllarını şekillendirecek bir dönüm noktasına doğru ilerliyoruz. Ama 2025’te ama 2028’e kadar olan bir tarihte; er veya geç, Türkiye’nin önüne sandık gelecek.
“Erken seçim” meselesi, her ne kadar muhalefetin gündemi gibi gözükse de, aslında iktidarın büyük sorunu. AK Parti, “altın çağını” sandık müptelası bir hareket olarak yaşadı ve hegemonyasını sandık üzerinden kurdu. Ve şimdi, her ne yaparsa yapsın, seçimlerin muzafferi olmama tehdidi ile taşıyor.
“Sandık müptelalığı” ile kastim şu: 2010 referandumundan beri, Türkiye’de toplam 13 “genel seçim” veya “genel seçim havasında geçen sandık süreci” yaşandı. Ortalamaya vurursak, her 10 aya bir seçim düşüyor.
2010 referandumu, 2011 genel seçimleri, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2014 yerel seçimleri, 2015 Haziran genel seçimleri, 2015 Kasım genel seçimleri, 2017 referandumu ve 2018’de, çifte seçimler-genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi, 2019’da yerel seçimler ve tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi.
2023’te kazanılan seçimler, iktidara can suyu oldu ama yeni statüko oluşamadan, ekonomik kriz ve 2024 yerel seçimlerinin ezber bozan sonuçları iktidarın meşruiyetini örseledi. O nedenle de, “sandık sıkıntısı” yaşıyor iktidar; statüko oluşumunu engelleyen siyasi aktör ve hareketleri güçsüzleştirmekveya sistemin dışına itmek, muhalefeti hiçleştirmek ve mutlakiyetini otoriterliğin dozunu arttırarak pekiştirmek zorunda.
Yavaş ve İmamoğlu ile tüm muhalefetin demokrasi ve hukuk devletine inananları, beraberce olağanüstü koşullardan çıkışın olağanüstü formülünü bulmak zorunda. Aksi takdirde, hep beraber bildiğimiz haliyle Cumhuriyet’in sona erdiği ve demokrasimizin kalanını da kaybetmemizin müsebbibi olacaklar.
Gelecek seçimler, her ne zaman olacaklarsa, iktidar için “muhalefeti sandığı gömme” seçimlerine dönüşecektir. Diğer bir deyişle, Türkiye artık, dönüştüğü rekabetçi otoriter sistemin rekabetçiliğinin sonuna geldi: iktidar, kendi geleceğini garantiye almak için sistemin sadece “otoriter” kısmını devrede bırakmak istiyor.
Türkiye siyasi tarihini kalıcı olarak değiştirecek bu dönüm noktası da, bu nedenle olağanüstü koşullara sahip. Bir tür “Kurtuluş Savaşı” dönemindeyiz; siyasi ve hukuki araçların çarpıştığı bu savaştan ya hukuk devleti-demokrasi galip çıkacak veyahut otokrasi, tüm renkleriyle çiçek açacak.
Cuma günü Çağlayan Adliyesi’nde Ekrem İmamoğlu’na destek için Mansur Yavaş’ın da olması, o gün İmamoğlu’nun karşılaşabileceği “adli kontrol” benzeri bir cezayı engelledi. Dahası, ikisini de beraber yükselten bir sinerji oluşturdu. Yeni bağımsızlık mücadelesinin, “Çağlayan Muharebesi” bu birliktelik ve dahası arka planda, muhalefetin başlıca ve güçlü birçok isminin orada toplanmasıyla kazanıldı.
Ancak “Çağlayan Muharebesi” gibi daha birçok güç çatışması, darboğaz, pusu ve saldırı olacak.
Her nasıl yapılacaksa, formülü siyaseten nasıl oluşturulacaksa, irili ufaklı muharebelerden oluşan yeni “Kurtuluş Savaşı” da, ancak birliktelik, dayanışmanın oluşturacağı sinerji ve koruma ile aşılabilecek.
O yüzden Yavaş ve İmamoğlu ile tüm muhalefetin demokrasi ve hukuk devletine inananları, beraberce olağanüstü koşullardan çıkışın olağanüstü formülünü bulmak zorunda. Aksi takdirde, hep beraber bildiğimiz haliyle Cumhuriyet’in sona erdiği ve demokrasimizin kalanını da kaybetmemizin müsebbibi olacaklar.
Yorum Yazın