2011 tarihli Ortaöğretim Tarih, 10. Sınıf başlıklı okul kitabı çok farklıdır, hatta bir paradigma değişikliğinden söz edebiliriz. Ancak bu kitabın eleştirisi kolay değildir. Çünkü ele alınan konular ve ileriye sürülen tezler tutarsızlıklar ve çelişkiler içermektedir. Neyin savunulduğu kesin ifade edilmemiş. Yine de bu “farklı” okul kitabının genel çerçevesini açıklamaya çalışacağım. Kitaptaki temel konu Osmanlı Devlet’idir ve genel eğilim bu devletin, her yanıyla üstün gösterilip övülmesidir.
“Türkiye neden ‘çağdaşlaşmadı’, neden kalkınıp, gelişip bir Batı Avrupa ülkesi gibi zengin ve demokratik olmadı” sorusuyla ilgili birkaç yazı yazdım. Özetle, bu tür beklentilerin pek gerçekçi olmadıklarını açıklamaya çalıştım. Çünkü yalnız Türkiye değil, “Batı” denen dünyanın dışındaki bütün ülkeler de Batı’yı izleyemedi. Daha doğrusu, bütün dünya ülkeleri arasında önemli farklar olsa da geniş anlamıyla “Batı”, zenginlik ve demokrasi alanında hâlâ özeldir.
Ama bu genel bir tablodur. Doğal olarak her ülkenin kendine özgü bir tarihi ve seyri var. Genel tablo yanlış sorular sormamamızı ve daha gerçekçi olmamızı hatırlatıyor. Karşılaştırmalı çalışmalar dünyanın seyrini kavramamızı ve dikkat edip içe dönük tarihi açıklamalardan uzan kalmamızı sağlıyor. Yanlışlarımızı da gösteriyor. Aslında, bazı varsayımlarımızın yanlış olduğunu göstermek ve anlamak kolaydır; malum, tek bir kara kuğu “kuğular beyazdır” gerçeğini yalanlamak için yeterlidir. Ama kuğuların beyaz olduklarının kanıtı ve “gerçeği” ancak istatistiki olabilir – bütün kuğuların beyaz olma ihtimali çok yüksektir! - yani, bu gerçek yarın muhtemel bir yalanlamaya açıktır demektir.
Önce Türkiye’de yöneticiler, aydınlar ve halk tarafından “çağdaşlaşmak” alanında ne tür tezler savunulduğuna daha yakından bakalım. Bazı hatırlatmalarda bulunup “eksikliklerden ve yanlışlardan” söz etmeye çalışacağım. (“Gerçek” ayrı ve zor bir konudur!) En sık kullanılan tezlerden birini – “din yüzünden Türkiye geri kaldı” tezini – geçen yazılarımda ele almıştım. Ancak konumuz çok yanlıdır. Birbiriyle ilişkili, birbirini tamamlayan ve besleyen en azından üç ana alan geliyor akla:
a) Gelişmişlik/çağdaşlaşma olayı,
b) Doğu-Batı ilişkileri ve ilgili algılar ve
c) Milli kimlik ve etkileri.
Bunlar da farklı disiplinlerin alanı olarak ele alınabilir: Tarih, sosyoloji, sosyal psikoloji, ekonomi, uluslararası ilişkiler vb! Yani olay köşe yazısı olmaya uygun hiç değil; ama bazı hatırlatmalar olanaklıdır.
Tarihle başlayalım. Osmanlı yöneticiler 18. yüzyılda, özellikle savaşlar artık sorun olmaya ve oradan da toplum içinde huzursuzluğa neden olduklarını sezince – ne olduğunu anladıklarından pek emin olamıyorum! – Batı’ya ilgi duymaya başladılar: Çağdaşlaşma böyle başladı. Erik Jan Zürher, Willian McNeil’den esinlenerek geliştirdiği görüşünü şöyle ifade etti:
Bir zamanlar İmparatorluğun önemli bir gelir kaynağı olan savaş, zarara yol açan bir zanaate dönüşmüştü. Savaşların artık ganimet, haraç ve yeni vergiler yoluyla devlete kaynak temin etmemesi, devleti, mevcut nüfusun üzerine vergi yükünü artırmaya zorlamış olabilirdi.
Buna ek olarak – Zürher’e göre - ticaret yollarının değişmiş olması, eyaletlerin ve ayanların devlet kontrolünden uzaklaşıyor olması, merkantilist önlemlerin alınmamış olması, vergi sisteminin etkisiz olması, lonca sisteminin yeni üretim sistemlerine geçişi zorlaştırması, uzun mesafeli ticaretin gelişmemiş olması ve bu ticaretin Batılılara kaptırılması gibi nedenler yüzünden Osmanlı Devleti ve toplumu – Türkiye’deki yaygın terminolojiye göre – “duraklama” ve sonra “gerileme” dönemini yaşıyordu. Ve eş zamanlı olarak da “Batılılaşma” ve “Modernleşme” de yürütülüyordu: Lale Devri (1718-1730), Tanzimat (1839), Islahat (1856). II. Meşrutiyet (1908) dönemleri olarak.
Türkiye’nin modernleşmesinin başarılı olmasının olmazsa olmaz koşulu durumun anlaşılmasıdır. “Anlamak”, çözümü garantilemez ama “anlama” olmadan başarılı yöntemler de uygulanamaz. Zaman içinde Türkiye’de “geri kalmanın” nedenleri hep tartışılmıştır ve bu konu hâlâ gündemdedir. Osmanlılar dönemindeki aslında bilinen görüşleri tekrarlamadan – örneğin, dinin ve ahlakın yozlaşması, dış ve iç düşmanlar vb - Cumhuriyet dönemine odaklanabiliriz.
Okul kitapları, basit ve arı ifadeleriyle bir devletin veya hükümetlerin ne tür bir dünya algısı ve tezi taşıdığını ve ne tür vatandaşlar istediğini gösteren çok değerli kaynaklardır.
Bu alanda en başta işaret edilmesi gereken, genellikle, “geri kalmışlığın” nedenlerinden çok, yaşananların tarifinin yapıldığıdır (reason yerine description). Örneğin, Osmanlı toplumunu Rönesans’ı “kaçırmış” olması kuşkusuz geriliğin aşılmasını zora sokmuştur, ama bu açıklama temel soruya cevap vermemiş oluyor: Rönesans (ve Reform, Aydınlanma, Endüstrileşme vb) gibi hareketler “neden Osmanlı toplumunda yaşanmadı” sorusuna cevap değildir.
“Geri kalma” açıklamaları ve tezleri üç eksende ele alınabilir: a) Devletin tezi, ki buna “milli tez” de diyebiliriz; b) milli tezle doğrudan ters düşmeyen akademik ve popüler tezler ve c) akademik olan ama milliliği ve yerelliği aşan tezler.
Gerilik/modernlik olayının Cumhuriyet döneminde nasıl ele alındığına bakalım; okul kitaplarından başlayarak. Okul kitapları, basit ve arı ifadeleriyle bir devletin veya hükümetlerin ne tür bir dünya algısı ve tezi taşıdığını ve ne tür vatandaşlar istediğini gösteren çok değerli kaynaklardır. Devlet tezi derken iktidarı kastediyorum. Bununla da, kimi zaman hükümeti, kimi zaman “derin devleti” anlıyorum; yani bürokrasiyi veya perde arkasındaki gerçek gücü. Bu gücün en açık ifadesi her dönemde okutulan okul kitaplarında görülür. Örneğin, 1930lu, 1980li ve 2000li yılların tarihle ilgili okul kitaplarına baktığımızda Kemalizm’i, Türk-İslam Sentezi’ni veya AKP’nin İslamî görüşünü görürüz. Bu kitaplar yalnız tarihi öğretmiyor; bir dönemin, en azından yöneticiler alanındaki egemen görüşü en yalın bir biçimde aksettiriyor. Bu dönemlerle ilgili üç kitaba kısaca bir göz atalım.
1931 tarihli Tarih III başlıklı kitap, Cumhuriyet döneminin ilk tarih kitaplarındandır. Şunları okuyoruz:
Viyana’nın ikinci muhasarasına (1683) kadar geçen devir, Osmanlı Devletinin bazı fütuhat yapmış olmasına rağmen, Osmanlı tarihinde Tevakkuf Devri [Duraklama devri, HM] sayılır. Görülüyor ki bu devir, XVII. Asrın son senelerine kadar sürmüştür. (s. 59)
Bu kitaba göre duraklamanın nedenleri ise dört tanedir: 1) Avrupa’da merkezi hükümetler kurulmuş ve Osmanlılar karşılarında güçlü devletler bulmuşlardır. Avrupa “Rönesans ve Dinî Islahat (Reformasyon) sayesinde fikri ve ruhî inkılaplara girmişti.” Bu sayede iktisaden yükseliyordu. “Osmanlı alemi ise bu hareketlere yabancı kalmıştı.” Ticaret yolları da Osmanlılar aleyhine değişmişti. 2) Osmanlı İmparatorluğu çok genişti ve halkları arasında “manevi bir bağ yoktu.” 3) Devlet, haneden ve tımar sistemi ile birlikte “Kanuni Süleyman devrinden itibaren bozulmaya başlamıştı.” Kapıkulu askeri de siyasete karışmıştı. 4) “Eskisi gibi harp ganimeti olmadığından ... halk soyulmaya başlanmıştı” (s. 60).
Bu kitapta Ziya Gökalp’ın savunduğu “Hars-Medeniyet” ikilemi de gündeme getirilir: Bu inhitat [gerileme, çökme, HM] döneminde
“Osmanlı-Türklerinin kendilerine has (original) harsının da zayıflayarak, artık Avrupa medeniyeti tesiri altına girmeğe başladığı görülür. Bu tesirler ibda [yaratma, HM] kuvvetinin eksikliğini göstermek itibarıyla, zâfı ifade eder. Lâkin XVII. asrın başlarından itibaren umumiyetle şark medeniyetini hayli geride bırakarak ilerlemiş olan garbın medeniyetinden velev taklit suretiyle olsun, istifadeye şitap etmemek [seğirtmemek, HM] Osmanlı Devletinin daha ziyade kuvvetten düşmesine intaç edecek [neden olmuştur, HM].”
Bu okul kitabı, bir yanda yeni kurulan Cumhuriyetinin meşruiyetini savunup, öte yanda yapılması gerekenleri savunmaktadır. Şöyle:
1. Osmanlı Devleti yüzyıllardır “duraklama” yaşamıştır. Bu devletin terk edilmesinde yalnız yarar vardır.
2. Dinî ıslahatla (Reformasyonla) “ruhi inkılaplar” sağlanabilir. Yani din medenileşmede önemli bir etkendir. Osmanlılar bu alanda geri kalmışlardır.
3. Geniş imparatorlukta halklar arasında “manevi bir bağ yoktu”, dolayısıyla milli devlet bu alanda daha yararlıdır.
4. Hanedan, yani Sultan ve Padişahlar yetersiz olmuşlardır; Cumhuriyet sistemi daha iyidir.
5. Kapıkulu askeri siyasete karışmıştı; ordunun siyasete karışması kötü sonuçlar doğurmuştu; ordu siyasete karışmamalıdır.
6. Eski sistem “halkı soyuyordu”, dolayısıyla yeni sistem olumlu bir gelişmedir.
7. “Türklerinin kendilerine has (original) harsının” zayıflayarak Avrupa medeniyeti tesiri altına girmeğe başlaması olumsuz bir gelişmedir, “zaaftır”. Batılılaşmanın sınırları vardır.
8. “Garbın medeniyetinden velev taklit suretiyle olsun” yararlanmak gerekir.
Yeni rejimin anlayışı, geçmişi algılaması ve eleştirisi ve geleceğe yönelik görüşleri bu yöndedir. İzleyen on yıllarda okul kitaplarında bu görüşler kimi zaman aynen sürdürülmüş, kimi zaman dolaylı, kimi zaman ise doğrudan ve önemli derecede değişmiştir. 1980li yıllarda din konusu değişmemiştir: Rönesans ile “her alanda olduğu gibi din ile ilgili konularda da hür olarak düşünülmeye başlandı” deniliyor. Ama bu 1986 tarihli kitapta artık Osmanlı dönemi eleştirilmiyor, tam tersine ve özellikle ilk dönemin idari, toprak, maliye, ordu yönetim biçimi ve eğitim, sanat, hukuk, bilim konuları öne çıkarılıp övülüyor. (s.23-28). Bu yıllarda “milli geçmiş” de bütünüyle yerilmiyor, bu kimliğin olumlu yanları da vurgulanıyor.
1986 yılının başka bir okul kitabında artık hars-medeniyet geriliminin söz konusu edilmediğini de görüyoruz. Batı olumlu sayılıyor, eleştiri ise “yöneticilerle” ve “din”le sınırlı kalıyor, toplumdan ise hiç söz edilmiyor.
“Avrupa’da [Rönesans’la] yepyeni bir çağ başlarken, Osmanlı İmparatorluğu başını çevirip bakmayı bile gereksiz görüyordu. Padişahlar ve çevresindekiler, ülkeler ele geçirmek, bu ülkelerden vergi almak [peşindeydiler]. Yeniliklerden, yalnız savaşlarda, düşmanlara karşı üstünlük sağlayacak olanlara önem veriliyordu. Oysa … duyguda ve inançta, gerçeğe, doğruya ve güzel olana yönelme yepyeni bir yol oluyordu... Ordunun yeniden düzenlenmesi ... gerekiyordu. Fakat din adamları, yapılması düşünülen her yeniliğe, ‘Dine aykırıdır’ diyerek karşı çıkıyorlardı. Belki çok bilgili ve güçlü padişahlar ve devlet adamları, yıkılmaya başlayan bu devleti kurtarabilirdi.”
2011 tarihli Ortaöğretim Tarih, 10. Sınıf başlıklı okul kitabı ise çok farklıdır, hatta bir paradigma değişikliğinden söz edebiliriz. Ancak bu kitabın eleştirisi kolay değildir. Çünkü ele alınan konular ve ileriye sürülen tezler tutarsızlıklar ve çelişkiler içermektedir. Neyin savunulduğu kesin ifade edilmemiş. Yine de bu “farklı” okul kitabının genel çerçevesini açıklamaya çalışacağım.
Kitaptaki temel konu Osmanlı Devlet’idir ve genel eğilim bu devletin, her yanıyla üstün gösterilip övülmesidir: Padişahlar, yönetim sistemi, ordusu, adaleti, sanatı vb. Saraydaki harem bile bir eğitim kursu gibi resmedilmektedir: “Harem halkı günlerini kitap okuyarak özellikle tarih öğrenerek geçirir ve müzik ile uğraşırlardı” (s. 54). Bu devlet herhalde dünyada eşi bulunmaz bir üstünlük göstermektedir. Bütün halklar Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamakta, ele geçirilen yerlerde hukuk ve adalet hakim olmakta, şikayeti olan hakkını arayıp bulmakta, devlet tebaa arasında din ayırımı yapmamakta, vb. Kültür alanında da çok ileridir. Ata mirası olarak öğrencilere aşılanması gereken kimi “Türk töresi” de şöyle ifade ediliyor: “Devletimiz hiçbir belgeyi sebepsiz almaz” (s. 47) ve “Fetheden fethettiği yerin sahibidir” (s. 8). Kitapta Ermeniler ve Süryanilerle ilgili, siyasi çatışmacı tezler ve günümüzde uluslararası alanda yaşanan siyasi kavgalara yönelik yorumlar bulunuyor: Ermeni “meselesine” on sayfa ayrılmış, Yunanistan’ın 1994 yılındaki politikaları eleştiriliyor (s.158). Bu tür yorumlar, metin analizi alanında bir doktora çalışması oluşturacak kadar çoktur.
Konumuzla ilgili Batı’daki “gelişmelere” baktığımızda yeni yorumlarla karşılaşıyoruz. Batı artık tartışmasız “ileri” değildir. Rönesans’ın Batı’da olmasının en önemli nedeni ise İslam’ın katkısıdır. Yani Rönesans oluşumunu kısmen de olsa İslam’a borçludur. Rönesans’ın Batı’da ve İtalya’da ortaya çıkmasının nedenleri arasında şunlar var: 1) “İtalya’nın İslam uygarlıklarıyla yakın ilişkiler içinde olması” .... 2) “Haçlı seferleriyle Müslüman dünyasından öğrendikleri matbaayı geliştirmeleri”, 3) “Eski Yunan, Roma ve İslam medeniyetine ait eserlerin incelenmesiyle akılcı düşüncenin ortaya çıkması”, 4) İstanbul’un fethinden sonra İtalya’ya giden bilginlerin “Latince eserleri çevirmeleri” var! (s. 58).
Bu “Latince çeviri” lafı ve buna benzer kelime seçimleri bir not gerektirmektedir. Çünkü bu tür “isabetsiz yorumlar” arka planda bununan anlayışların işaretidir. Birkaç örnek: 1) Batıya sığınan Bizanslı bilginler “Latinceden” çeviri yapmaları tabii ki saçma. Latinceyi Batılılar bilirdi, 15. yüzyılda Yunanca konuşan Bizanslılar Eski Yunanca metinleri çevirmişti. Ama anlaşılan, Rönesans ile “Yunan’ın” ilişkilendirilmesinden kaçınılmak istenmiş. 2) Bu yüzden bu kitapta “kritik tarihi haklar” ile ilgili cümlelerde Yunan yerine “Grek” kelimesi seçilmiş (s. 130), 3) Fetih ve toprak kazanmak da “ilerleme” kelimesiyle ifade edilirken, Batı toprak kazandığında “saldırıdan” söz ediliyor kitap boyunca. 4) Katliamlar “etkisiz hale getirildi” diye açıklanıyor (s. 60). 5) Padişahların kardeşlerini öldürme hakkı “devletin merkeziyetçi yapısını güçlendiren ciddi bir düzenleme” olarak sunuluyor (s. 74).
Amaç Osmanlı düzeni kusursuz göstermek, ya da en azından Batı’ya göre daha geride göstermemek. Özellikle Batı’daki olumlu gelişmeler söz konusu olduğunda, bunlar Osmalılardaki karşıt olumlu gelişmelerle bir arada anlatılıyor. Şöyle:
“XVII. yüzyıl Avrupası’nda özellikle bilim ve sanat alanında önemli gelişmeler ve değişmeler yaşanırken Osmanlı Devleti’nde aynı paralellikte seyreden bir gelişim görünmektedir. Ancak bu dönemde Osmanlı Devleti’nde de bilimsel çalışmalar yapılmış önemli eserler ortaya konmuştur. Matematik, tıp ve astronomi alanında yeni eserlerden çok çevirilere ve önceden yazılmış eserlerin açıklamasına ağırlık verilmiştir... Hat sanatında Hattat Hafız Osman’ın önemli eserleri vardır.” (s. 111)
Bu kitapta neden-sonuç ilişkisi ise bütünüyle eksik. Osmanlı, Batı’ya göre üstün gösteriliyor; ama aynı anda başka bir sayfada Batı’daki ekonomik, siyasi, dini ve kültürel gelişmelerden söz edilmekte. Ama bu iki farklı yaklaşımdan bir senteze varılamıyor. Öğrenci bu paragraflardan Batı ile Osmanlı toplumu arasında yaşanan ideolojik ve kültürel farkları seçmesi olanaksız olmaktadır. Örnek: Bizanslı bilim adamları İstanbul’dan ayrılarak İtalya’da Rönesans’ı başlattılar denmekte (s. 41) ama bu adamların “hoşgörünün ve eşitliğin egemen olduğu” memleketlerinde kalıp neden Rönesans’ı Doğu’da geliştirmedikleri açıklanmıyor. Avrupa’daki gelişmeler anlatılmakta ama bunlar Osmanlı ile kıyaslanarak bir sonuca varılamıyor. “Devlet yönetiminde yapılmak istenen yenilikler, yeniçeriler ve ulema tarafından hoş karşılanmadığı için başarıya ulaşmamıştır” denmekte ama bu direncin anlamı açıklanmamıştır (s. 153).
Belki kitabın en önemli ve yeni olan özelliği, Batı’daki Rönesans ve Reform’u dinle de ilgili olduğunu dile getirmemesi. Bu alanda “din” konu dışıdır. Batı’daki gelişmelerin temel nedeni ekonomik ve teknik olduğu ileri sürülüyor. Coğrafi keşifler, bilimsel gelişmeler, zenginlik, ve tabii İslam etkisi Batı’daki gelişmelerin başlıca nedenleri olarak gösterilmekte (s. 58). Reform Hareketi’ni de dinin toplumsal yaşamda sınırlamalar getirmesine olan bir tepkisi olarak değil, “Papa’nın ve çevresinin lüks hayatına ve bağnazlığından” kaynaklandığı anlatılıyor (82). Ve Osmanlı’nın bu konuda üstünlüğü hemen hatırlatılıyor:
Aynı dönemde Osmanlı Devleti ise sınırlarında yaşayan gayrimüslim halka geniş hak ve özgürlükler tanımıştır. Padişahlar ve yönetici sınıf dini hiçbir zaman halka bir baskı aracı olarak kullanmamıştır.” (s. 83).
Özet olarak, bu yeni anlayışa göre, ve 1931 ve 1986 tarihli okul kitaplarından farklı olarak, Batı’da dünyaya yeni bir anlayışı duyuran olaylar olmamıştır. Ne olmuşsa da İslam’ın etkisiyle olmuştur. Bu kitapta özellikle dinin tartışılmamasına dikkat edilmiştir. Doğu-Batı ekseninde kültür ve değer açısından Doğu, Osmanlı kültür ve mirasıyla üstün görünmektedir. Herhalde genel mesaj, Batı’yı izleminin pek de gerekli olmadığıdır; “bizim harsımız hiç de geri sayılmaz” gibi bir hava kitapta egemendir.
Bu okul kitaplarının yazdıklarıyla sınırlı kalındığında, bu kitapları hazırlayanların a) Ya Batı’da olandan pek birşey anlamadıkları veya b) Öğrencilerin Batı’da olanları anlamalarının istenmediği anlamı çıkıyor. Ayrıca bu üç kitapta ortak olan yanlar da var. Her üç kitapta da, Batı ile Osmanlı kıyaslanırken Batı’da toplum içinde yaşanan değişimlerden söz edilmemekte, ama Osmanlı Devleti’nden söz edilirken, en iyimser yorumla, yöneticiler katında bazı çabaların olduğudur. Ve yeniliğe karşı sürekli toplumsal bir karşı çıkma: Kazan kaldıranlar, “reformcu” padişahların öldürülmesi, yeniliğe karşı kitlelerin direnci... Bu direnç ele alınmamış tutuculuğun nedeni açıklanmamış. “Bu direnç yüzünden modernleşme yaşanmadı” denebilecekse de, daha doğru bir ifade “modernleşme yaşanmadığı için gelişmeler yöneticilerin çabalarıyla sınırlı kalmıştı” olmalıydı.
Geçmişi anlamak için Doğu-Batı ekseninde nelerin yaşandığını doğru değerlendirmek gerekir. Bu sağlanmazsa “modernleşme” de gerçekleşmez. Örneğin bu matbaa konusunda kritik soru şudur: Batı’da 1440 yılında kurulan matbaanın – değil icadı – kopya edilip uygulamaya konulması için neden bir Macar’a gerek duyuldu, neden bunca tepki çıktı ortaya ve neden bir matbaanın çalışması için aradan 287 ve nihayet 344 yılın geçmesi gerekti?
Bu okul kitapları ve modernleşme konusunu “ilk matbaa” ile sonlandırıyorum. Her üç kitap bu matbaadan söz ediyor. Birinci kitapta “İbrahim Paşanın himaye ettiği Macar bir Türk [AYNEN] İbrahim Müteferrika Ağa”dan söz ediliyor. (s. 76) İkinci kitapta matbaanın 1727 yılında Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika ile kurulduğunu ve aldıkları izin ile ancak bilim kitapları basacakları, din kitaplarını elle yazılacağı belirtiliyor. (s. 105). Üçüncü kitapta aynı isimler ve tarih bulunuyor (s.144) ama bir de ek bilgi de var: “Osmanlı Devleti’nde azınlıklar daha XVI. Yüzyılda özel matbaalar açmışladı. Ancak Türk matbaası yoktu” (s. 123).
Bu alanda eksiklikleri, yanlışları, tutarsızlıkları sıralayayım:
1- “Azınlıklar” matbaa kurmadı, Gayrimüslim “millet tebaası” Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar Osmanlı Devleti içinde matbaa kurdu – 1493, 1567 ve 1627 yılında. Yani Avrupa’daki ilk matbaadan (1440) 53, 74, 102 yıl sonra. Müteferrika bu işi 287 yıl sonra yaptı.
2- “Azınlıklar”dan söz etmek anakronizmdir. “İlk Türk matbaa” da yanlış çünkü bu matbaa Türk değil, Müslüman. Kaldı ki Türkçe kitap da basmadı. Tabii ilk matbaa da değil.
3- Bu olayın seyri ise hiç açıklanmıyor: Bu gecikme neden? İster gayri müslimlerin olsun, ister Müslümanların, neden kurulan basım evleri hem yöneticiler hem de halk tarafından tepki ile karşılandı? Bu matbaalara saldırıldı, yağma edildi, Müteferrika öldükten sonra da (1745) bu matbaa çalışmadı. Tekrar açılması 1784 yılında oldu.
4- Belki en ilginci, Osmanlı Devlet ve toplumunun, bu okul kitaplarında nasıl algılandığıdır. Müslüman olmayanlar “Osmanlı” sayılmamakta, dolayısıyla matbaaları da hiç var olmamış oluyor! Toplumu bir bütün olarak ele alıp farklı dini, etnik vb farkları belirtmek yerine, Müslüman topluluk dışında başka bir kesim “görmemek” bu kitapların ortak yanıdır. Osmanlı dönemi bir tür hayal edilen “milli devlet” olarak ele alınıyor.
5- Nihayet ironik bir durumdan söz etmek de gerekli. Osmanlıda kitap basma izni, din kitabı basmamakla sınırlanırken, Batı’da, tersine, ilk basılan kitap İncil’dir (Kitab-ı Mukaddes)!
İlk basılan Kitab-ı Mukaddes
Geçmişi anlamak için Doğu-Batı ekseninde nelerin yaşandığını doğru değerlendirmek gerekir. Bu sağlanmazsa “modernleşme” de gerçekleşmez. Örneğin bu matbaa konusunda kritik soru şudur: Batı’da 1440 yılında kurulan matbaanın – değil icadı – kopya edilip uygulamaya konulması için neden bir Macar’a gerek duyuldu, neden bunca tepki çıktı ortaya ve neden bir matbaanın çalışması için aradan 287 ve nihayet 344 yılın geçmesi gerekti?
Ve neden okul kitaplarında 1930’larda “Sakın ha, Batı’nın harsını almayın” kaygısı hâkimken, 2010’larda “Sizin Nicolaus Copernicus’unuz varsa bizim de Ali Kuşçu’muz var” türü yarışmacı biz-siz kaygısı egemendir? Yukarında modernleşme olayının Doğu-Batı ekseninde bir milli kimlik sorunudur dememin bir nedeni bu tür soruların varlığıdır.

Yorum Yazın