27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007, 15 Temmuz 2016… bunların hepsi benzerlik taşıyor. Bunların geçmişe uzanan kökleri var. Öfkelenmeden soğukkanlı bir şekilde bu meseleyi ele almanın yerinde olacağını düşünüyorum. Öncelikle sorulması gereken soru şu: Neden bu ülkede iktidarı ele geçirenler bu yollara sapıyor? Bunun nedenleri neler? Kestirmeden bir cevap: Devlet iktidarı, sivil alana da nüfuz ettiği için böyle oluyor.
Soruyu, baştan söyleyeyim, güncel bir durum üzerinden sormuyorum. Güncel bir durum olarak sorunun nedeni görünmez kıldığını düşünerek.
Şöyle diyenlere rast geliyorum: “Şimdi düşünme değil, eylem zamanı.”
Karşımızdaki şöyle tuhaf bir ikilem: Düşünüyorsanız, mücadele etmiyorsunuz. Eylem yaparsanız düşünmüyorsunuz!
Hayır, her ikisinin de zamanı. Tepki vermek çok önemli. Çok değerli. Ama soğukkanlı olmak ve değerlendirmek de, onun kadar. Eğer bir kötülük sıklıkla başımıza geliyorsa, o zaman düşünmenin önemi ortada.
Medyayı, devletin tek alıcısı olduğu enerji, ulaşım, silah ihalelerini, üniversite yönetimlerini, hukuk kurumlarını ele geçiren güruhun seçimle iktidarını vermesini beklemek safdillik olur. Demokratik hukuk rejimlerinde iktidarların değişmesi, kamu ve sivil toplum alanında beka sorununa dönüşmüyor.
Bu bir sistem sorunu.
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007, 15 Temmuz 2016… bunların hepsi benzerlik taşıyor. Bunların geçmişe uzanan kökleri var.
Öfkelenmeden soğukkanlı bir şekilde bu meseleyi ele almanın yerinde olacağını düşünüyorum. Öncelikle sorulması gereken soru şu: Neden bu ülkede iktidarı ele geçirenler bu yollara sapıyor? Bunun nedenleri neler?
Kestirmeden bir cevap: Devlet iktidarı, sivil alana da nüfuz ettiği için böyle oluyor.
Türkiye’de iktidar kamu sahasını, sivil alanı belirleyen bir güç olarak yapılandığı için böyle oluyor. Böyle olunca iktidardan bağımsız olması gereken yapılar iktidarın değişmesiyle kamu sahasından dışlanacaklarını, silineceklerini, iktidar nimetlerinden yararlanamayacaklarını düşünüyorlar.
Tanık olunan şey ne kadar öfkelendirici olsa da kötülüğün anlık temsilinin yetersiz kaldığını hatırlamanın zamanı.
Otoriterleşmenin maddi nedenleri var
Otoriterlik yalnızca ve basitçe siyasal bir tercih değil. Maddi temelleri, işleyişleri olan bir durum.
Onunla baş etmeyi öğrenmek, biliyorum kolay değil. Çok zorlu bir iş. Kimi zaman topluluklara musallat olan büyük felaketler, savaşlar sonrasında, büyük acılar yaşandıktan sonra bir politik deneyim kazanılabiliyor. Kimi zaman da akılla, uzlaşmayla, yöntemler geliştirmekle, dirençle ve yaşanan zorlu bir süreç içinde bir baş etme deneyimi kazanılabiliyor.
Önce bunun bir rejim sorunu olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu yaşadığımız günlerde medyayı, söz söyleme tekelini ele geçirenlerin başkalarını silmeye, emeklerini, çabalarını, uğraşlarını, fikirlerini neden ve nasıl yok etmeye çalıştıkları herhalde daha iyi anlaşılıyor.
Medyanın durumu ortada. Sahnede boy gösterenler yalnızca ideolojik olarak bağlı oldukları için değil, aynı zamanda kendi ayrıcalıklarını, çıkarlarını korumak için her türlü numarayı deniyorlar.
Bu da gösteriyor ki -ülkede demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünü hedefleyen- muhalefetin, ya da alternatif bir iktidarın ilk yapması gereken iş medyanın çıkar gruplarından bağımsızlığını sağlamak. Ülkede medya çıkar gruplarına bağlı olduğu sürece demokrasiden, hukuktan söz etmek imkansız. Merkez medya iktidarla adeta bir yankı odası oluşturarak, onun istediği hayali bir dünya yaratmaya çalışıyor. Demokrasinin en güçlü aygıtı olan medyadan mahrum olmak, ülkenin büyük bir zarar görmesine yol açıyor.
Cumhurbaşkanı’nın günlük programlarındaki sıradan konuşmaları, anında canlı veren yayın organları yüzbinlerce insanı buluşturan bir mitingi görmezden geldiler. Bu koşullarda hala kendilerinin mensubu olduklarını, gazetecilik yaptıklarını zannedenler varsa, onlara medyanın ne olduğunu hatırlatmak gerek. Yok efendim “yukarıdan uyarı geliyor”muş.
Bunu bahane olarak söyleyenlerin önce utanmaları lazım. Kendileri de ye yaptıklarını, politikayı dizayn etmenin bir aracı olarak kullanıldıklarını kendileri de pek ala biliyorlar.
Ama yalnızca kullanıldıklarını bildiklerini söylemek de yetmez. Buna kendilerinin talip olduklarını da herkes biliyor. Kamu imkanlarını, imtiyazlarını, yolsuzlukları kullanarak imkanlara kavuştuklarını, kariyer yaptıklarını da…
Bu yüzden yalnızca kullanılmakla kalmıyorlar, kendileri de şahsi menfaatleri için medyayı kullanıyorlar.
Kamu kurumlarından başlayalım: Başkanlıklar, güya kamu hizmetleriyle ve yönetimleriyle ilgili görevler, bakanlıklardaki, kuruluşlardaki danışmanlar. Sonra devlet imkanlarını, imtiyazlarını kullanan “sivil” alan…
Kamu sahasında oyunu herkesin, iktidarıyla muhalefetiyle böyle oynadığını bir düşünün: O zaman iktidar mücadeleleri ne anlama geliyor? Kendi imtiyazlı sınıfını yaratma mücadelesi! Bu nedenle eşitsizlikler, haksızlıklar sürekli tekrarlanıyor.
Ülkenin büyük bir kriz olduğu kadar politik dönüşümlerin işaretlerinin görülebileceği nadir anlardan birini yaşadığını düşünüyorum. Eğer politik aktörlerin iradelerinin dışında birtakım süreçler gelişiyorsa, bu yeni ve farklı bir durum olmalı.
Krizin nedeni kökleri geçmişten günümüze uzanan bir meseleyi iktidar değişimi üzerinden okumak
Bu ülkede sürekli yaşanan kötülükleri kimler yaptı, bunun cevabını bulmak zor değil. Ama bunun yeterli olmayacağından eminim. Bugün yaşanan krizin nedeni kökleri geçmişten günümüze uzanan bir meseleyi basit bir iktidar değişimi perspektifi üzerinden okumak.
Yaşanan demokrasiyi yok eden bir hak ihlali. Tepki verilmesi gerekli.
Ama tepkiler soğukkanlı olmayı, yani kendini kaybetmeden, düşünerek ve ne olduğunu anlamaya çalışarak hareket etmeyi dışlamamalı.
Aslına bakılırsa bugün geldikleri noktada Ak Parti ve CHP bu konuda değil kavga etmek, gayet iyi anlaşabileceklermiş gibi gözüküyordu. Anlaşılan Ak Parti de -tıpkı geçmişteki CHP gibi ya da devlet iktidarının derinliklerinde- milli devletin temel reflekslerini gösteriyor.
İktidardakiler gibi muhalefetteki politik aktörlerin bir bölümü de henüz tanımlanamayan ve olayların süreçlere nasıl bağlandığını gösteren işaretleri okuma becerisini kazanmadan hareket ediyorlar.
Üstelik tam da iktidarın ve ortağının girişimiyle ülkenin geçmişten bugüne yaşadığı şiddet ortamının yerini alacak yeni bir politik durum yaratılmaya çalışılırken CHP’nin yerel seçimlerde “Kent Uzlaşısı” olarak tanımladığı işbirliği arayışının “kriminalize” edilmeye çalışılmasının ne kadar büyük bir çelişki oluşturduğu açık seçik ortadayken.
Arendt hatırladığım kadarıyla “tek bir perspektife mahkum olmak, yok olmaktır” mealinde bir şey söylüyor. Halkı tek bir gerçeğe mahkum etmek, gerçeği çalmaktır.
Neo-klasik temsil üzerine, toplulukları tasarlama idealleri üzerine kurulan rejimlerde yönetimler iktidardan uzaklaşamazlar, çünkü kendi kurdukları sistem, inşa ettikleri ayrıcalıklar dünyası, imtiyaz ilişkileri çöker.
Ama bu defa da hukuk sistemi, demokrasi, kamu düzeni, ülke çöker. Biz de ülkenin çöküşünü izliyoruz.
Ülkeyi feda ediyorlar, kendi çıkarları için. Sanki karşımızdakiler ülkesinden vazgeçmiş insanlar...
Bunlar rejimin gerçek yüzünü görmek için önemli gelişmeler.
Bu nedenle gelinen yer istenerek, aktörlerin kendi iradeleriyle gelmiş oldukları bir yere pek benzemiyor. Başarılı olduklarını zannettikleri yerde başarısızlığa uğruyorlar.
Belki de bu yüzden umutluyum.
Neden mi umutluyum?
Ülkenin büyük bir kriz olduğu kadar politik dönüşümlerin işaretlerinin görülebileceği nadir anlardan birini yaşadığını düşünüyorum. Eğer politik aktörlerin iradelerinin dışında birtakım süreçler gelişiyorsa, bu yeni ve farklı bir durum olmalı. Bu garip olaylar, yaşanan tuhaflıklar fark ettirmeden şimdiki zamanı süreçlere, sorunların köklerine bağlayabiliyor.
Yaşanan kriz yalnızca anlık bir durumla değil, farklı politik hafızalarla, süreçlerle bağlar kurmaya bizi zorluyor.

Yorum Yazın