Sevdiğimizle savaşa girişmemiz, onun sevgisinde bir tür tedavi bulma çabasıdır. Ancak, sevgide aradığımız güveni ve huzuru tam anlamıyla bulamadığımızda, içsel korkularımız tetiklenir.
Sevgi, insanlar arasında en derin bağı kurarken, paradoksal bir şekilde en sert savaşlara da yol açabiliyor. Sevdiğimiz insanlarla savaşıyor olmamız, ruhsal dünyamızdaki kırılmaların, geçmiş yaraların ve çocukluk döneminden kalan eksikliklerin yüzeye çıkmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, özünde insanın kendisiyle bir çatışmadır; sevdiğimiz insanlarda gördüğümüz o tanıdık yaralar, çocukluğumuzun yankısıdır.
Çocukluk, bir insanın duygusal ve zihinsel dünyasının temelini atan en kritik dönemdir. Çocukken sevgiyle kurulan bağlarda yaşanan zedelenmeler, ebeveynlerin ya da çevrenin ihmalleri veya fazla kontrolcü tavırları, içimizde bir boşluk bırakır. Çocuk, sevgi eksikliğini ya da aşırı kontrolü anlamlandıramadığı için, bu duyguları bilinçsizce içselleştirir. Büyüdükçe, bu eksiklikler ve bastırılmış duygular, yakın ilişkilerde açığa çıkar. Sevdiğimiz birinin sevgisi, aslında geçmişin yaralarını iyileştirme umududur; fakat o kişi de aynı zamanda yaralarımızı görünür kılacak bir ayna olur.
Sevdiğimizle savaşa girişmemiz, onun sevgisinde bir tür tedavi bulma çabasıdır. Ancak, sevgide aradığımız güveni ve huzuru tam anlamıyla bulamadığımızda, içsel korkularımız tetiklenir. Bu tetiklenme, çocukluk yaralarımızın kanaması demektir. Bu kanama, kişinin sevdiğiyle savaş açarak kendisini koruma altına alma çabasıyla kendini gösterir. Savunma mekanizmaları devreye girer ve belki de sevdiğimiz insana en çok zarar verecek sözler, eylemler bu anlarda gerçekleşir.
Sonuç olarak, sevdiklerimizle savaşımız, aslında çocukluğumuzda oluşan yaralarımızı görmezden gelerek yaşamaya çalışmamızdan kaynaklanır. Sevgiye en uzak olan şey savaş değil; belki de kendimize olan yabancılığımızdır.
Edebiyat dünyası da bu içsel savaşı anlamaya çalışır. Dostoyevski, insanın en karanlık yanlarıyla yüzleşmesini anlatırken, sevgi ve nefretin ince çizgisini işler. Shakespeare’in trajedilerinde, sevgi ve kıskançlık, bağ ve kopuş, birbirine karışır. İnsan, sevdiğini kendinden bir parça görür, ancak kendinde sevmediği her şeyin yansımasını da bu kişi aracılığıyla fark eder.
Sonuç olarak, sevdiklerimizle savaşımız, aslında çocukluğumuzda oluşan yaralarımızı görmezden gelerek yaşamaya çalışmamızdan kaynaklanır. Sevgiye en uzak olan şey savaş değil; belki de kendimize olan yabancılığımızdır. Bu yabancılığı fark edip, çocukluğumuzun yüklerini tanıyarak kendi iç barışımızı sağladığımızda, sevdiklerimizle savaşmak yerine onlarla sevgi dolu bir bağ kurmamız mümkün hale gelir.
Yorum Yazın