Medusa’nın Salı belgeselinde askerin entelektüel kapasitesine ve genel olarak “aklına” getirilen eleştiriler ile ilgili olarak bu uzun yazıda benim peşinden gideceğim soru kabaca şu olacak: Generallerin termodinamik yasalarını hiçe sayan Erke Dönergeci gibi bir safsatanın tanıtım toplantısında boy gösterir hale geldiği ve toplumun, askerin bu halini ancak AKP karşısında yeterli varlık gösterememesi üzerinden, yani son anda ve behemehâl çıkarcı bir perspektifle, fark edebilmiş göründüğü bir momente nasıl, hangi dolayımlarla gelindi?
Medusa’nın Salı’nın ilk beş bölümünü ilgiyle ve dikkatle izledim.
Belgeselin baş kahramanlarından biri ordu, biliyorsunuz: Dizinin bu bölümüne kadar gelinen 2002-2007 arası dönemde AKP’nin karşısında konumlanan bürokratik ağırlıklı bloğun merkezinde ordu yer alıyor ve ordu bize beş bölümün hemen her bir karesinden el sallıyor: Cumhuriyet mitinglerinden Kürt meselesine, Tüpraş ve Telekom’un özelleştirilmesinden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimine kadar birçok yerde.
Toplumsal ve siyasal hayatın bu kadar geniş bir spektrumunda varlık gösteren ve üstelik, göstermesi beklenen bir ordu, toplumun haklarının bizatihi o toplumun kendisi tarafından savunulabildiği demokratik toplum modelinin yakınına düşmüyor, bunu bir defa not edelim.
AKP’li yılların ayırt edici özelliklerinden biri AKP ile ordu arasındaki gerilimli ilişki oldu. Belgesel bunu iyi yakalamış ve iyi vermeye çalışıyor. Unuttuğumuz birçok küçüklü büyüklü anlar için hafıza tazelemesi…
Bu gerilimli oyun, “anlı şanlı” ordunun kendisinden beklenmeyecek biçimde, ordunun itibar kaybına, “ordunun karizmasının çizilmesine” doğru ilerliyor.
Bu itibar kaybının başlangıç anlarından birine belgeselin üçüncü bölümünde rastlıyoruz: Kürt meselesinin halli de yönetici akıl olarak asker yerine MİT devreye giriyor.
Oray Eğin, aşağıda değineceğim yazısında “çünkü” diyor, “nasıl desem… askerde pek akıl kalmamıştı artık.”
Kürt sorunu bahsinde ve onun devamındaki bir dizi meselede, “asker kafası”nın entelektüel düzeyi de tartışmaya açılmış oluyor; TV’lere çıkan/çıkarılan askerlerin bazen sert, “höt zötçü”, bazen safça, bazen bağlamdan kopuk, bazen anakronik, bazen “bu nedir artık yahu!” dedirtecek türden, iler tutar yanı olmayan lafları üzerinden…
Sadece TV’lerde tartışma programlarına çıkan bazı emekli askerlerin kurdukları/kuramadıkları cümleler değil, mesela Hakkari’de Umut Kitabevi’nin bombalanması hadisesi sonrası “tanırım, iyi çocuktur” diyen Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın bu sözleri söyleyebilmesi de böylesi bir akılsızlık (kurnazlık eksikliği) içinde ve şaşkınlıkla değerlendiriliyor belgeselde.
Belgeselde hem bu akılsızlığı hem de ordunun AKP karşısında çözüm üretmedeki entelektüel güçsüzlüğünü açıklayabilecek çerçevelerden biri olarak Balyoz tutuklusu Amiral Cem Aziz Çakmak’ın şu sözlerine yer veriliyor:
“Bir insanın en zayıf olduğu zaman, kendine en çok güvendiği zamandır. Biz de çok güvendik kendimize, ondan zayıfız. Bizde şöyle bir sıkıntı var: 80’den sonra çok değişik bir subay tipi yetiştirdik. Menfaatlerine düşkün, yurtdışı görevlerine, paşa olmaya, memleket meselelerinden uzaklaşmaya, öğrenmemeye, öğrenmek yerine, mesela ne bileyim, komutan eşlerine reçel götürmeye… O tip insan yetiştirdik.”
Belgeselde anlatıcı, Çakmak’ın bu argümanlarına ek olarak, 27 Mayıs 1960’tan sonra kurulan OYAK’la askerlerin cebini düşünür hale gelmesine ve lojmanlar sayesinde/nedeniyle de onların toplumdan, toplumun sorunlarından uzak hale gelmesine ve askerlerle toplum bağının kopmuş olmasına değiniyor.
Oray Eğin de belgeselle ilgili yazısında şöyle diyor:
“(Askerlerin) normal şartlarda, her şeyin yolunda gittiği bir demokraside pek de savunulacak bir tarafları yoktu. (…) Koskoca komutanlar su, petrol vs. gibi hiçbir kaynak olmadan enerji üreteceğini iddia eden Erke Dönergeci saçmalığının tanıtım toplantısında ön sıralarda oturarak iyice gülünç duruma düşüyorlardı. (…) Medusa’nın Salı belgeselini izlerken ‘savunduğumuz asker bu muymuş’ demekten kendimi alamıyorum.”
Şimdi bu yazıda buradan itibaren alıp bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyorum.
Ben şahsen, hem yukarıdaki açıklamaların meseleyi basitleştirdiğini hem de eleştirinin/saptamanın çıkarcı bir perspektifi yansıttığını ve ayrıca bu perspektifin de toplumun kendisine düşen payı perdelediğini düşünüyorum.
Buradan hareketle, benim peşinden gideceğim soru kabaca şu olacak:
Generallerin termodinamik yasalarını hiçe sayan Erke Dönergeci gibi bir safsatanın tanıtım toplantısında boy gösterir hale geldiği ve toplumun, askerin bu halini ancak AKP karşısında yeterli varlık gösterememesi üzerinden, yani son ve çıkarcı bir anda, fark edildiği bir momente nasıl, hangi dolayımlarla gelindi?
Benim kafamda bu soruların cevabı 2002’den çok öncesine gidiyor. Cem Aziz Çakmak yerinde sayılabilecek bir görüyle uzun bir vadeye, 1980’e atıf yapıyor ama bu meseleleri doğru kavramak için daha erken tarihlere, 1960’lara kadar uzanmalı ve Çakmak’ın dediği gibi sadece “reçel ikram eden subaylar” kuşağını değil, o reçelleri kabul (ve hatta talep) eden general ve amiraller kuşağını da, ve hatta, Avrupa’nın bit pazarlarından mesela, bir kitap yahut plak değil de porselen kahve takımı, Murano vazosu, Brugge danteli siparişleri alıp veren eşlerini, ve onların birkaç nesil öncesini de, yani tüm o iç örgüyü de, bu okumaya dahil etmeliyiz.
Ordunun iç dinamiklerine daha geniş bir siyasal ve toplumsal havuz bağlamında bakılmasını gerektiren bu okuma için ise filmin epey bir başa sarılması gerekiyor.
Ordunun, bu dönemde yer yer adeta bir istibdada varan sıkı bir disiplin altında ama stabil halde tutulabilen aklı ve içi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni küresel bloklaşma, Türkiye’nin bu bloklaşmada kendine bir yer seçme çabaları ve ardından çok partili siyasal yaşama geçişle birlikle karışmaya, oynaklaşmaya, buharlaşmaya başladı.
Filmi Başa Sarmak: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor
1960’lar dedim ama belki daha da eskilere inmemiz gerekir; 1900’lerin başına; Cumhuriyeti kuracak ve onun Silahlı Kuvvetlerinin mayasını çalacak asker kadroların henüz birer Osmanlı zabiti, birer imparatorluk subayı olduğu yıllara.
Kopuşlarla sürekliliklerin üst üste geldiği hercümerç yıllarına.
Cihan Harbi gören, sonunda çoğunu kaybetmiş olsa da, Almanlarla bir patronaj ilişkisine girmiş olsa da, dünya ölçeğinde bir savaşlar zincirini kotaran, bunları büyük ölçüde kendi/öz askerlik donanımlarıyla yapan, çoğu itibarıyla iyi subaylar, iyi paşalar olan, o savaşlar içinde cepheden cepheye sürülen, sürüldükçe pişen, Libya’dan Filistin’e Makedonya’danKafkasya’ya çok geniş bir coğrafyadaki cephelerde Fransızlarla, Ruslarla, İngilizlerle savaşan, savaşabilen bir subaylar-generaller nesli…
Atatürk’ün, Osmanlı ordusunun son Genelkurmay Başkanlarından Mareşal Fevzi Çakmak’a emanet ettiği Cumhuriyet ordusu, bu güngörmüş generaller/subaylar neslinin komutası altında 1920’li-30’lu yılları ve 40’lı yılların başlarını atlattı.
Ordunun, bu dönemde yer yer adeta bir istibdada varan sıkı bir disiplin altında ama stabil halde tutulabilen aklı ve içi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni küresel bloklaşma, Türkiye’nin bu bloklaşmada kendine bir yer seçme çabaları ve ardından çok partili siyasal yaşama geçişle birlikle karışmaya, oynaklaşmaya, buharlaşmaya başladı.
Amerikan Askerî Yardımı ve NATO
1947’de Truman Doktrini ABD Kongresi’nde onaylanıp Türkiye’ye önce 100, sonra 200 küsür milyon dolarlık askerî yardım yapılınca sayıları her yıl giderek artan Amerikan askeri JUSMAT bünyesinde görev yapmak üzere Ankara’nın göbeğine yerleşti. 1950’lerin sonu itibarıyla bu sayı 1200 olmuştu. Ankara’da Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları Karargahlarında toplam bin civarında personelin görev yaptığını düşünürsek bu sayının ne anlama geldiğini daha iyi anlarız.
İmparatorluk bakiyesi subay ve generallerce yönetilmekte olan ve 20 yıl kadar önce o İmparatorlukla göbek bağını da kesmeyi becerebilmiş olan ordunun aklı bu kez başka bir sınamayla iyice karışmaya başladı:
Evlerindeki çekmecelerde hâlâ imparatorluk nişanları, madalyaları taşıyan paşaların, subayların komuta ettiği bir ordu, ikinci sınıf bir sömürge ülkesi ordusu muamelesi görmeye başlamıştı.
Amerikan askerî gücüyle karşılaşmanın ordu içinde yarattığı travma, bunun ordunun örgütsel psikolojisi üzerinde yarattığı gerilimler ve ürettiği tepkiselliklerin önemi ve sonraki on yıllar için belirleyiciliği üzerinde yeterince düşünülmemiştir.
O yüzden, 50’li yıllarda başlayan ve sonraki 30-40 yılı belirleyecek bu travmanın, hızlı toplumsal/siyasal değişime eşlik eden bu hızlı örgütsel değişimin dinamikleri üzerinde biraz durmak istiyorum.
Zamanla iş sadece bir silah, malzeme yardımı olmaktan çıktı. Amerikalı askerler (bu bazen bir çavuş, bazen bir astsubay, bazen genç bir subay oluyordu) yapılan yardımların nerelerde kullanıldığını yerinde görmek ve hangi konularda malzeme ve silah yardımına gerek olduğunu saptamak için ordu birliklerine gözlem ziyaretleri yaparak raporlar tutuyorlardı ama bu gözlem ziyaretleri çok kısa süre içinde bir “denetlemeye” dönüştü. Amerikalı askerlerin tuttukları raporlar JUSMAT üzerinden doğrudan Genelkurmay’a ve Bakanlık’a gidiyor ve gittiği yerde infilak gücü yüksek bir bomba etkisi yapıyordu.
Amerikalıların ordu içinde çok bilmiş birer denetleyici olarak varlık göstermesi ve tuttukları raporların feci sonuçlar doğurabilmesi, onların ast kademelerde fazlasıyla ciddiye alınmasına, kendilerinden korkulmasına yol açtı.
O günlerden bir subay Amerikalıların yaptıkları bir denetleme hikâyesini şöyle aktarır:
“Süratle hazırlıklara başlandı. En son birliğin takdimi ve alınacak denetleme düzeninin tespiti çalışmaları yapılıyordu. Alay komutanımız “yoklamayı 765 kişiye göre hazırlayın, çok gayri mevcut göstermeyin, ast birlik yoklamaları da buna göre uydurulsun” dedi. Hemen eğitim subayına ve alay komutan yardımcısına çıktım. Amerikalıların kolordudan, hatta Ankara’dan kara kuvvetleri karargâhından bilgi almış olarak gelebileceğini, personeli sayarak ve sorarak yoklamanın hesabını isteyebileceklerini belirttim. (…) Heyet iki gün sonra kolordu komutanı ile birlikte geldi. Amerikalılar gruplar halinde ve görev taksimi yapmış olarak alaya dağıldılar. Amerikalı personel subayı yardımcılarıyla beraber birliklerdeki personeli sayıyor, yoklamaları topluyor ve diğer personel konularını inceleyip not ediyordu. Demek ki alayı tanımaya sadece silahları değil personeli tanıma da dâhilmiş diye düşündüm. Alay âdeta elimizden kaymış, biz hiçbir şeye müessir olamaz duruma düşmüştük. (…) Daha sonra Amerikalılar hazırladığı ve Ankara’ya verdikleri raporda, alayın bugünkü malzemesi ve durumuyla kendisine verilecek bir muharebe görevini yapabilecek durumda olmadığı belirtiliyordu. Hemen arkasından, bunun nedeninin personel değil sahip olunan silahlar ve malzemeler olduğu belirtilmesine rağmen, o sene alay komutanımız bu rapor yüzünden yok yere emekli edildi.”
İşte böylelikle, TSK’nın harp görmüş paşaları, Amerikalı çavuşlardan korkar hale geldi.
Ama duyulan, sadece korku değildi.
Dönemin koşullarını anlatırken bir subay şunu söyler: “Birliklerimize gelen Amerikalı askerlere epey kin beslemeye başlamıştık. Ama tuhaf bir durumdu. Hem kızıyor hem de onlarla olmayı arzu ediyorduk. Koskoca dünya savaşının galipleri idiler. Nasıl galip oldukları belli oluyordu. Bakımları, giyimleri kuşamları, hiç görmediğimiz kadar güzel silahları ile göz kamaştırıyorlardı.”
A ha!
Nefret, öfke… ve göz kamaşması; hepsi bir arada!
Yine o dönemleri anlatan bir subayın deyişiyle, bu üç duygu haline koşut olarak, üç biçimde ayırt edebileceğimiz alternatif yollar belirdi subaylar arasında: “Bir grup, Amerikan eğitim ve çalışma usullerini tartışmadan kabul etmek ve böylelikle kendi çıkarlarını korumak düşüncesiydi. Bu grup hızla İngilizce öğrenme çabasına girdi ve ilk fırsatta Amerika’ya gitme umutları beslemeye başladı. Diğer bir grup, olanlara hiç aldırış etmeden zorunlu olarak kendilerine gösterilen yeni yönde sessizce hareket etme yanlısıydı ki bu grup çoğunluğu oluşturuyordu. Üçüncü grup ise bu hareketi bir milli gurur sorunu haline getirerek olabildiğince Amerikalılarla karşılaşmaktan kaçınan subaylardı.”
Bu üç alternatif yol, tıpkı Osmanlıcılık-Türkçülük-Batıcılık üçlemesinin Türk modernleşmesinin ana hatlarını çizdiği gibi, sonraki on yılların TSK’sının yol haritasını belirleyecekti.
Amerikan yardımının başlamasından beş yıl sonra girilen NATO tüm bu ilişkilenmeleri ve “yabancılaşmayı” hızlandırdı. Burada yabancılaşmayı hem yabancı etkisi anlamında hem de Marx’ın yabancılaşma kavramlaştırması bağlamında kullanıyorum.
Yer yer bir Amerikan karşıtı ulusalcı/milliyetçi bir tepkinin ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına da yol açan ama bir yandan da onlara hayranlık filizleri taşıyan ilk neticeler, hemen ardından, ordunun bu hale gelmesine sebep olan siyasetçilere ve emektar komutanlara yöneldi: Neden bizim toplarımızı hâlâ mandalar çekiyor?
Öte yandan bu durum, özellikle genç kuşak subaylar için bir şans da yaratıyordu: Çeşitli eğitim programları ve NATO kadroları çerçevesinde Amerika ve Avrupa’ya gönderiliyorlardı. Bu da onlara bir yandan daha fazla maaş gibi kişisel çıkarlar sağlıyor ve diğer taraftan da dünya görüşlerinde bir değişime yol açıyordu.
“Şu it oğlu itlere bak!”
Yurtdışındaki görevler ve kurslar, hem bu subayların bütçesine sağlayacağı katkı, hem Türkiye’deki birliklerin zor çalışma koşullarından bir süre de olsa uzak kalmak, hem de bu görevlerin ileriki dönemler için terfilerde her nedense “doğurgan bir döngü” yaratması nedeniyle önemli hale geldi.
Ağırlıklı olarak kurmay subaylardan oluşan bu yurtdışı grubuna yönelik içeriden bir tepkinin oluşması da gecikmedi.
Napoli’de (o zamanki adıyla AFSOUTH-Müttefik Kuvvetler Güney Karargahı) görev yapan ilk subaylardan, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Senatör’ü Muhsin Batur burada Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar yüksek maaş aldıklarını ve ilk otomobiline bu sayede sahip olduğunu söyler:
“Bu otomobille ilgili ilginç bir anım var. Türkiye’ye döndüğümde Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Uçarel ile birlikte koridora çıktık. Orgeneral camdan dışarı, araç park yerine doğru bakıyordu. Otomobilin bana ait olduğunu bilmeden “şu it oğlu itlere bak, arabaları var. Ben orgeneralim, benim yok” dedi.
“Şu it oğlu itlere bak” diyen 1900 doğumlu Fevzi Uçaner, yukarıda anlattığım İmparatorluk bakiyesi subaylardan biriydi. Erzincan Askerî Lisesi'nde okurken öğrenimi yarıda kesilmiş ve 1917’de, 17 yaşında, asteğmen rütbesi takılarak Kafkas Cephesi'ne harbe gönderilmişti. Ardından da Filistin Cephesine… Sonra da İstiklal Harbi…
“Şu it oğlu itlere bak” sözü üzerine uzun uzadıya düşünmek gerekir.
Bu söz, 1960’lara doğru yol alırken ileride daha da belirginleşecek çelişkilerin, bölünmelerin,ayrışmaların, katı olanın buharlaşmasının bir işareti gibidir.
Eski kuşakla yeni kuşak, subaylarla kurmay subaylar, kurmay subaylarla generaller, genç generallerle yaşlı generaller, Demokrat Parti’ye yanaşanlar ve yanaşmayanlar, İngilizce bilenlerle bilmeyenler, yurtdışına gidebilenler ve gidemeyenler, yeni düzene uyum sağlayanlarla sağlamayanlar…
Çoğu yabancı dil bilen, yurtdışı görmüş, genç, binbaşı, yarbay, albay rütbelerindeki kurmay subaylardan oluşan bir grup 27 Mayıs askerî darbesini gerçekleştirdiğinde, sadece ülke içindeki değil ordu içinde birikmiş bir dizi çelişkiyi de kılıçlarıyla çözmüş oldu.
Ordu içinde solun Genelkurmay Başkanının “Türkiye’nin Düzeni’ni okumayan subaya subay demem” diyecek kadar parlayacağı ama bu kısa parlayışın ardından ezileceği 12 Mart 1971’e böyle ilerlendi.
27 Mayıs’ta Orduya Vurulan Darbe
Bu sırada gözlerden kaçan önemli bir şey oldu; bu, askerî darbelerin gözlerden hep kaçan bir özelliğiydi:
Askerî darbelerde ilk darbe ordunun kendisine, askerlere vuruluyordu.
Devlette ve toplumda girişilecek tesviye, tasfiye, baskılama vs. harekatlarının ilki ordunun kendisinde oluyor ve ordu kadrolarında bir temizlik, bir tesviye, düzleme, kazıma harekâtınagirişiliyordu.
Nitekim Milli Birlik Komitesinin darbeden sonraki ilk icraatlarından biri 230’u aşkın generali ve kimler tarafından hangi ölçütlere göre hazırlandığı bugün hâlâ muamma olan listeler uyarınca beş bini aşkın subayı emekli (tasfiye) etmek oldu. Devasa bir hamleydi bu. “Eski ordunun” yok edilmesi demekti.
Tasfiye kanununun gerekçesi de çok şıktı ve Amerikan yönetim biliminden, human resources management literatüründen tınılar taşıyordu: “Ordu subaylarının gençleştirilmesi, rütbe enflasyonunun önlenmesi ve orduda personel piramidin yeniden kurulması.”
Yine de silah arkadaşlığı duygusunun devrede olduğu yıllardı; yan odadan savcılarca götürülen silah arkadaşlarının gözaltına alınışını görmemek için kapıların kapatılacağı zamanlara daha 40-50 yıl vardı: Söz konusu personel emekli edilirken itibarlarına halel gelmemesine dikkat gösterilmiş, bunlara normal emeklilerden yüksek emekli aylığı bağlanmış, kendilerine konut kredisi verilerek konuta kavuşturulmaları, sivil savunma, öğretmenlik ve benzerleri hizmetlerde öncelik tanınması gibi olanaklar da sağlanmıştı.
Ama yine tuhaftır ki bunlar için ihtiyaç duyulan para Amerikalılardan alınmış, Hazine’de nakit olmadığını gören Başbakanlık Müsteşarı Albay Alparslan Türkeş bu parayı Amerikalılardan hibe olarak alma başarısı göstermişti.
Ankara’da Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargahlarında görev yapan subaylar, Çankaya ilçesinde ev kiralayamıyordu maaşları yetmediği için, ancak bodrum katlarını tutabiliyorlardı. Bu bodrum katlarının adı “kurmay katı”na çıkmıştı.
Lojman fikri böylece doğdu.
Gazinolarda, subaylara ayrılan ön masalara artık DP’nin parlattığı köyü tüccarlar oturur,subaylar bu gazinolarda içki içemez olmuş, adları “gazozcu subay”a çıkmıştı. Asker, ileride hükümetler onların maaşlarını kıssa bile onlara boyun bükmeyecek bir para fikri üzerine düşündü; OYAK fikri böyle doğdu.
Her iki fikir de böyle doğdu ama zamanla amaçlanandan başka sonuçlar üretmeye başladı.
Ordunun disiplin, emir-komuta birliği, silah arkadaşlığı gibi varsayılan değerleri büyük ve hızlı değişimler geçirmekteydi. Gerek bunlar gerekse dünya ve ülkedeki yeni yeni gelişmeler, Soğuk Savaş, yükselen sol, komünizm tehlikesi, anti-komünizm, silahlanma, savaşma-seviş ve daha birçok şey, siyaset, sosyoloji, felsefe, iktisat, psikoloji bilimleriyle desteklenen bir okumaya ihtiyaç göstermekteydi.
Ama bugün olduğu gibi o günlerde de askerler tüm bu hızlı değişimi doğru anlamaya ve yorumlamaya yarayacak kavramsal araçlardan ve bunlara yönelik sahici bir ilgi ve niyetten de büyük ölçüde yoksundu.
Mütemadi bir aciliyet fikri içinde kervan yolda düzülecekti.
Ordu içinde solun Genelkurmay Başkanının “Türkiye’nin Düzeni’ni okumayan subaya subay demem” diyecek kadar parlayacağı ama bu kısa parlayışın ardından ezileceği 12 Mart 1971’e böyle ilerlendi.
- Devam edeceğim.

Yorum Yazın