Aslında dünyanın da içine girdiği garip bir dönemde “liberal Marksist” diyebileceğimiz, bireyi ve ezilenleri korumayı aynı ölçüde önemseyen bir anlayışa ihtiyacımız var. Toplumların içine sıkıştığı zihinsel kuşatmaları yaracak “zihinsel huruçları” toplumun entelektüelleri üstlenir.
Geçen gün yakınıyordum:
“Bu ülke niye böyle bir çaresizlik içinde? Niye bir taraf 1923’leri diğer taraf daha da geçmişi özlüyor?
Niye geleceğe değil de hep geçmişe uzanmaya, bizi bir araya getireceğine inandığımız sembolleri geçmişte aramaya meyilliyiz? Niye bu ülkeyi birlikte tutacak bir “gelecek umudu” yok?
Niye bu ülke bir türlü gelecekle bağ kuramıyor?”
“Niye bu ülke bir türlü gelecekle bağ kuramıyor?”
Soruma da şöyle yanıt vermiştim:
“Sanırım bu soruların cevabı, içine düştüğümüz bir “zaman tuzağından” çıkacak zihinsel gücün bu toplumda bulunmaması.
Eğitimin, cumhuriyetin başından bu yana hep bir “propaganda aracı” olarak görülmesi, propaganda aracı olarak kullanılması bir türlü zihinsel iğdişleşme yarattı.
Eğitimi “propaganda” aracı olarak kullandığınızda toplumu çökertiyorsunuz.
Birbirine düşman iki görüş sürekli çatışıyor.
Bizim bir “zaman tuzağının” içine hapsolmamızın, oradan çıkamamamızın ekonomik, siyasi ve entellektüel nedenleri var.”
Bugün yaşadıklarımızın da bir açıklamasını içinde barındırdığını var saydığım
“Liberal ve Marksist Gelenek Olmayınca” başlıklı yazımı yayınlamıştım:
“Yirminci Yüzyılı şekillendiren çok temel ve köklü düşünce akımları var. Bu akımları günümüz siyaseti ile bağlantılı olarak iki kampta toplarsak, birine liberalizm, diğerine de Marksizm diyebiliriz.
Çünkü dünya siyasetinin esas kaynağını bu iki akım oluşturuyor.
Sanayi Devrimi'nin sona erip, sanayi-sonrası dönemin başlamasıyla birlikte liberalizm yeniden öne çıkıyor. Belirleyici oluyor.
Marksist kökenli hareketler de sanayi-sonrası toplum anlayışının içerisindeki yerlerini arıyorlar.
Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korumasını amaçlayan bir düşünce biçimi.
Odağı birey. Her şey birey ve onun özgürlüğü için var.
Marksizm de evrenin değişimi araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefe. Değişim bilimi.
Olayların gelişimini, ‘üretim ve mülkiyet ilişkileri’ ile açıklar. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinin bütününe ‘üretim tarzı’ denir.
Üretim ilişkileri, insanların kullandığı araçlarla belirlenir. Bir anlamda bunun göstergesi teknolojidir. Feodal dönemde çapa en ileri alet iken, bugün uzay teknolojisi önem kazanmıştır.
Mülkiyet ilişkileri de yapılan üretimin ortaya çıkardığı sınıflaşmanın adıdır. Feodal dönemde derebeyi ve serf vardı. Bugün ise robotların devreye girmesi ile bireyin gittikçe özgürleştiği bir dönemdeyiz.
Biz Osmanlı'dan beri, üretim ve mülkiyet ilişkilerimizde, daha genel bir kavram ile söylersek, ‘üretim tarzımızda’ önemli bir değişiklik yapmadık.
Osmanlı'nın iktisadi düzenini saray ve özgür köylü ikilisi oluşturuyordu.
Özgür köylü üretiyor, saray da buna el koyuyordu. Bu sistemin bozulmaması için özgür köylünün ‘küçük üretici’ olarak kalması bir zorunluluktu.
Asla sermaye birikimi olmayacaktı. Osmanlı toprak düzeni küçük üreticiliğin olduğu gibi kalmasına gayret etti. Statüko hiç bir şekilde, bir başka düzeye taşınamadı. Hep aynı kaldı.
Üretim ilişkilerinin toprak ile insan arasında süregeldiği bir toplumun, sanayi ve bilgi çağını yakalaması imkansızdı.
Özgür köylü 'vatandaş' olamadı.
Saray, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ruhunu daha kalabalık padişahlardan oluşan bir devlet örgütüne devretti. Bu kireçlenmiş gelenek bizde liberalizmi de Marksizm’i de yeşertmedi.
Köylü, birey ve vatandaş olamadı. Devlet karşısında kendi özgürlüğünü arayan ve bunu sürekli olarak genişleten çağdaş bir kimliğe bürünemedi. Bireyin iktisadi ve siyasal özgürlüğünün üzerine, saray yönetiminin çağdaş yorumu olan devletçilik abandı.
Sınıflar da kapitalist bir mülkiyet ilişkisine göre şekillenemedi. Ne kapitalist bir sınıf oluştu ne de emekçiler gelişti. Devlet bürokrat kapitalistlerin, geri kalanlar da tebaanın yerini aldı.
Çelişki, devlet ile halk arasında oluştu. Çünkü üretim tarzının tek belirleyicisi, saray geleneklerini devralan devletti.
Bu nedenle liberalizm gibi Marksist düşünce de bu düşüncelere dayalı analizlerle ve çözümler de bize uzak kaldı.
Saray yıkılıp, küllerinden Cumhuriyet doğarken, tek değişim bürokrasinin parçalanmasında yaşandı.
Osmanlı'da ‘yeniçeri’ ile ‘ulema’ birlikte hareket ederdi.
Bu birlik ilk kez 1826'da bozuldu. Din adamlarından oluşan ‘ulema,’ yeniçeri ocağının feshedilmesi için fetva verdi. Çünkü Batı kendine bağlı ‘laik bir ordu’ kurmak istiyordu. Bu başarıldı.
“1923, 1826'daki bu çatlağı iyice derinleştirdi. Yeniçerinin yerine kurulan ‘modern ordu’ ile ‘ulema’ arasındaki savaş iyice büyüdü.
Modernist ordu, hilafet kurumunu da kaldırdı.
Hilafet kurumunun kaldırılması, Müslüman dünyanın liderliği vasfını yok ettiği gibi, içerdeki Osmanlı'dan kalma İslam geleneğini de abartılı ve demokratik olmayan bir laiklik anlayışıyla bastırdı.
Topluma mal olmadan, prematüre doğmuş bir askeri laikliğin bekçiliği ise 1826'daki gibi orduya havale edildi. Ulema camiye, yeniçeri mirasçıları kışlaya yaslandı.”
Cumhuriyet'teki tek yeni farklılaşım bu iki kesim arasındaki çatışmanın keskinleşmesi oldu. Modernist kışla, camiye yaslanan ulemaya karşı, silahlı bir güç olmanın da avantajı ile üstünlük kazandı.
Türk düşünce hayatının paradigmasını bu ikilem oluşturdu. Aydınlar cami ile kışla arasındaki tercihlere göre düşünce ufkunu belirlediler.
Cami, muhafazakâr gericilerin kalesi, kışla Batılı laik ilericilerin odağı sayıldı. Bu kısırlık aşılmadı.
Bugün de liberal ve Marksist paradigma, Türk düşünce hayatını beslemiyor.
O nedenle, ortalıkta zavallı bir seviyesizlik var.”
Aslında dünyanın da içine girdiği garip bir dönemde “liberal Marksist” diyebileceğimiz, bireyi ve ezilenleri korumayı aynı ölçüde önemseyen bir anlayışa ihtiyacımız var.
Toplumların içine sıkıştığı zihinsel kuşatmaları yaracak “zihinsel huruçları” toplumun entelektüelleri üstlenir.
O zaman bir adım daha atalım ve soralım:
“Marksist-Liberal” bir anlayış nedir?
Şöyle tanımlamıştım:
“Bir keresinde ünlü bir beyin cerrahı bana, ‘beyin gibi karmaşık, sofistike bir organı kalp gibi basit bir pompanın çalıştırması çok tuhaf’ demişti.
Gözümüzün önünde duran, bildiğimiz ama kelimelere döküldüğünde şaşırtıcı bir gerçekti söylediği.
Ben de aynı şeyi felsefe için düşünüyorum.
Dünyanın en karmaşık, en sofistike cevapları dünyanın en basit sorularından çıkar.
Bu soruların en temel, en kısa en basit olanı da ‘hayat nedir’ sorusudur.
Soru o kadar basittir ki bugüne dek hiç cevaplamamıştır.
Ben bir hapishane hücresinde oturan, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum bir profesörüm.Her konuya ‘hayat nedir’ sorusuyla başlayacak kadar bol vaktim var.
Ama sizin o kadar vaktiniz olmadığını düşündüğümden biraz daha uzun bir soruyla başlayacağım;
– Biz yüz yılda Oliver Twist romanından Matrix filmine nasıl geldik?
Kabaca, ‘Hayat, üretim araçları değiştikçe değişiyor’ diyen, Marksist açıklama bana hala en doğru cevap gibi gözüküyor. Buharlı makineden nano teknolojiye geçince Oliver Twist'ten de Matrix'e geçiyorsunuz. Değişimin sırlarını en iyi Marksist felsefenin çözdüğünü düşünüyorum.
DEĞİŞİMİN SIRLARINI EN İYİ MARKSİST FELSEFENİN ÇÖZDÜĞÜNÜ DÜŞÜNÜYORUM
***
Sanattaki bu değişim, iki yapıt arasındaki çarpıcı farklar bize kısa yoldan 19. Yüzyıl'ın koşullarıyla 20. Yüzyıl'ın koşulları arasındaki değişimi de gösteriyor.
Buradan da felsefenin, bilimin, sanatın cevabını ortaklaşa aradığı başka bir temel soruya geliyoruz;
– Hayat nasıl değişiyor?
Kabaca, ‘Hayat, üretim araçları değiştikçe değişiyor’ diyen, Marksist açıklama bana hala en doğru cevap gibi gözüküyor.
Buharlı makineden nano teknolojiye geçince Oliver Twist'ten de Matrix'e geçiyorsunuz.Değişimin sırlarını en iyi Marksist felsefenin çözdüğünü düşünüyorum.
İkinci basit soru, ‘bu değişim sırasında kaynakları en verimli nasıl kullanırız’ sorusu.
Liberalizm'in ‘piyasanın sihirli eli’ görüşünün, kaynakların en verimli biçimde kullanılmasının hala en geçerli yöntemi olduğu kanaatindeyim.
‘Hayat nasıl değişiyor’ sorusunun Marksist cevabıyla, ‘kaynaklar en verimli nasıl kullanılır’ sorusunun liberal cevabı, bir insanın zihninde bir araya geldiği gibi hayatta ve siyasette de bir araya gelebilir mi?
Eğer bir araya gelirse, 20. Yüzyıl'ın bu iki ‘düşman’ anlayışın sentezinden insanoğlunun mutluluğu ve refahı için ‘üçüncü’ bir anlayış çıkar mı?
‘İnsanın eşitliğine ve ortak mülkiyetine’ dayalı Marksist görüş, teoride ‘devlete karşı’ olsa da pratikte ne yazık ki bir devlet zorbalığına dönüştü.
Liberalizmin ‘piyasa’ anlayışı da pratikte vahşi bir bencilliğin ve vicdansızlığın meşrulaşmasına yol açtı.
20. yüzyılın sonuna gelindiğinde özünde sağlam görüşler taşıyan bu iki farklı anlayışın da insanoğlunun mutluluğunu sağlamakta yetersiz olduğu ortaya çıktı.
Şimdi 21. yüzyıldayız.
Artık işçi sınıfı çoğunluğu oluşturmuyor.
Sermayenin yerini de bilgi aldı. Bilginin tazelenmesi, sermayenin girişimciliğinden çok daha büyük zenginlik yaratıyor.
Yeni çağın en büyük ve en yeni gerçeği ne?
Tabii ki ‘sanal’ dünya.
‘Reel’ dünyada çoğunluğu bilgisayarlar ve robotlar tarafından gerçekleştirilen üretimin dağıtımı sanal dünyada yapılıyor artık. Neredeyse üretilen her şey ‘sanal’ alanda duyuruluyor, görüşülüyor, anlaşılıyor, satılıyor.
Bir de üretimi de dağılımı da ‘sanal’ alemde yapılanlar var. Facebook, google, twitter, internet oyunları, internet filmleri ‘sanal’ alemin üretimleri.
Bu iki gerçeğe birden baktığımızda ‘sanal dünyanın’ artık ‘reel’ dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve sanal olmaktan çıkıp ‘reel’ bir kimlik kazandığını görüyoruz.
Sanal alan sömürüyü minimuma indirerek yok olma sürecine sokuyor, ortak mülkiyeti doğal biçimde yaratıyor. Aynı zamanda bireyselliğe, bireysel yaratıcılığa ve girişimciliğe de sonuna kadar açık. Teknolojik gelişme bize Marksist ve liberal anlayışın ‘ortak’ alanını da açıkça gösteriyor zaten.
TEKNOLOJİK GELİŞME ORTAK ALANI GÖSTERİYOR
Bu gelişmeler, ‘sanal âlemin’ artık hem bir ‘üretim aracı’, hem de tarihte eşi görülmemiş biçimde ‘ortak mülkiyeti’ gerçekleştirdiğini gösteriyor.
Sanal âlem, hem ‘ortak mülkiyete’ hem de ‘bireysel yaratıcılığa ve yatırımcılığa’ açık.
Bir bilgisayarı ve bir fikri olan herkes şimdi emeği ve sermayeyi kendi varlığında birleştirebiliyor.
Haliyle sömürü kavramı da değişiyor.
Bir buluş yapan, yeni bir bilgi yaratan herkes bir servet kazanıyor ama bu servetin oluşmasında ‘emeğin’ ve ‘sömürünün’ payı ya tümüyle yok oluyor ya da minimuma iniyor.
***
Sanal alan sömürüyü minimuma indirerek yok olma sürecine sokuyor, ortak mülkiyeti doğal biçimde yaratıyor. Aynı zamanda bireyselliğe, bireysel yaratıcılığa ve girişimciliğe de sonuna kadar açık.
Teknolojik gelişme bize Marksist ve liberal anlayışın ‘ortak’ alanını da açıkça gösteriyor zaten.
Üretimin insanlar tarafından gerçekleştirildiği, üretim araçlarının tekelinin sadece belli bir azınlığın elinde olduğu, insanın insanı sömürdüğü, devletin zorba bir gücü temsil ettiği ‘reel dünya’ artık eskisi kadar ‘reel’ değil.
Geride kalmış bir dünya.
O yüzden verilen her siyasi kavga da kaçınılmaz biçimde ‘gericileşiyor’, milliyetçiliğe ve sonuçsuz çatışmalara kayıyor.
Çözümü ‘geçmiş’ bir dünyada aradığı için de böyle olması kaçınılmazdır.
Bu ‘yeni’ dünyada ‘yeni’ siyaset nasıl olmalı?
Marksist ve liberal anlayışı kendi varlığında birleştiren sanal âlemin yaygınlaştığı, bir dünyada nasıl bir yol izlenmeli, insanlığın ortak memnuniyetini sağlayacak siyasi anlayışı nasıl geliştirmeliyiz?”
Keşke kendi zihinsel kuşatmalarımızı yaracak “zihinsel huruçları” hayata geçirip uygarca tartışabilsek….
Yorum Yazın