Birçok Müslüman-çoğunluklu ülkede popülist liderler İslamcı ve milliyetçi söylemleri harmanlayarak güç kazandılar. Fakat paradoksal olarak küresel popülizmin mağdurları listesinde en üst sırada Müslüman azınlıklar yer almakta. Seküler devletlerin zayıflaması ile eşit vatandaşlık ideali rafa kalkmakta ve bundan Müslüman azınlıklar zarar görmekte.
Donald Trump’ın başkan seçilmesi göçmen karşıtı ve İslamofobik bir söyleme sahip popülistlerin dört yıl ABD’yi yönetmesi anlamına geliyor. ABD’deki değişim sağ popülizmin küresel yükselişi adına da önemli.
Dört ay önce Fransa’yı, geçtiğimiz ay da Avusturya ve Hindistan’ı ziyaret ettim. Her üç ülkede de sağ popülistler ya iktidarda ya da iktidara yürüyorlar ve ana hedefleri Müslüman azınlıklar. Benim bu ülkeleri ziyaret sebebim “İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık” kitabımın Fransızca, Almanca ve Hintçe çevirilerinin tanıtımı idi. Bu nedenle İslam konulu tartışmaların odağında gözlem yapma imkanı buldum.
Sağ popülizmin yükseldiği ülkeler listesine İsrail ve Rusya gibi başka örnekler de eklenebilir. Tüm bu ülkelerde popülist liderler iki akımın birleşimi üzerinden güçleniyorlar: din ve milliyetçilik. Sekülerleşmiş Avrupa toplumlarında bile Hristiyanlığın bir kimlik olarak siyasileşmesi ve popülizmi güçlendirmesi söz konusu.
Din ve Milliyetçilik: Eski Düşman, Yeni Dost
Günümüzde din ve milliyetçiliğin ittifak kurması tarihte yaşadıkları düşmanlık ile çelişkili bir durum. Hem Hristiyanların hem de Müslümanların tarihinde, milliyetçilik genellikle dini kurumlara karşıt olarak ortaya çıktı. Milliyetçiliğin Avrupa kökenleri yerel dillerin Latince’ye, ulusal kiliselerin Vatikan'a ve ulus-devletlerin dini meşruiyet iddiasındaki monarşilere karşı çıkışına dayanmakta.
Milliyetçiliğin daha geç ortaya çıktığı Orta Doğu da Avrupa’ya benzer bir yol izledi. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın ilk ortasında Türk, Arap ve İranlı milliyetçiler dini otoritelere karşı çıktılar. İslamcılar geleneksel din eğitimini, şeriat hukukunun uygulanmasını ve ümmet anlayışına dayalı bir kimliği savunurken; milliyetçiler modern okulları, laik yasaları ve ulusal kimliği yerleştirmeye çalıştılar.
Laik milliyetçilik ve İslamcılık arasındaki gerginliğin en bilinen örneği Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti idi. Bir başka örnek ise 1950'lerde Mısır'da Cemal Abdül Nasır ile Müslüman Kardeşler arasındaki mücadeleydi.
Günümüzde milliyetçilik-dincilik gerimi tüm dünyada tarih olmuş durumda. Aksine bu iki akım ortak düşmanları liberalizme karşı hemen her ülkede siyasi ittifaklar oluşturuyorlar. Başkan Vladimir Putin’in siyasi ortakları arasında en öne çıkanlardan biri Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill. Bu ortaklık Rusya’da son on yılda Ortodoks Hristiyanlığı koruma adına çıkarılan yasalar ve Hristiyan değerlerin okul müfredatına sokulmasında görülüyor. Patrik Kirill Putin'in Ukrayna'yı işgaline de destek vermekte ve savaşan askerleri cennet ile müjdelemektedir.
Arap dünyasında da bu değişimi gözlemlemek mümkün. Başkan Nasır döneminde (1953-1970) Mısır ve Suudi Arabistan arasında jeopolitik bir rekabet vardı. Bunun ideolojik temeli Mısır’ın laiklik ve sosyalizm vurgulu Arap milliyetçiliğini, Suudi Arabistan’ın ise şeriata dayalı İslam devleti modelini savunmasıydı. Fakat bugün Mısır’daki generaller ile Suud hanedanı bölgesel bir ittifak içinde. Ve bu ittifakın ideolojik temeli Mısır’ın laikliği çoktan terk ederek --kısmen de olsa-- şeriata dayalı bir anayasal sisteme geçmiş olması ve son on yılda Suudi Arabistan’ın Muhammed bin Selman liderliğinde İslamcı siyaseti gevşeterek daha milliyetçi ve pragmatik bir çizgiye yönelmesidir.
ABD’de Trump’ın ilk döneminde en çok akıllarda kalan icraatları arasında “Müslüman Yasağı” yer almaktaydı. Bu düzenleme ile bir düzine Müslüman ülkenin vatandaşına ABD’ye vize yasağı getirilmişti. Fransa’da sağcı popülist lider Marine Le Pen son başkanlık seçimlerinde sokakta bile Müslüman kadınların başörtüsüne yasak getirmeyi vaat etti.
Popülistler ve Müslüman Azınlıklar
Din ve milliyetçilik arasındaki yeni iş birliği popülizmin katalizör rolüyle mümkün oluyor. Son on yılda dünyanın değişik ülkelerinde ortaya çıkan popülist liderler --yolsuz olarak tanıttıkları-- seçkinlere ve --işgalci olarak tanıttıkları-- azınlık ve göçmenlere karşı kendilerini halkın yerli ve milli savunucusu olarak sundular. Popülist propagandanın toplumsal destek bulmasında din ve milliyetçilik rol oynadı.
Birçok Müslüman-çoğunluklu ülkede popülist liderler İslamcı ve milliyetçi söylemleri harmanlayarak güç kazandılar. Fakat paradoksal olarak küresel popülizmin mağdurları listesinde en üst sırada Müslüman azınlıklar yer almakta. Seküler devletlerin zayıflaması ile eşit vatandaşlık ideali rafa kalkmakta ve bundan Müslüman azınlıklar zarar görmekte.
ABD’de Trump’ın ilk döneminde en çok akıllarda kalan icraatları arasında “Müslüman Yasağı” yer almaktaydı. Bu düzenleme ile bir düzine Müslüman ülkenin vatandaşına ABD’ye vize yasağı getirilmişti. Fransa’da sağcı popülist lider Marine Le Pen son başkanlık seçimlerinde sokakta bile Müslüman kadınların başörtüsüne yasak getirmeyi vaat etti. Avusturya’da sağcı popülistlerin artan siyasi gücü kamusal alanda İslamofobik söylemleri daha da artırmakta.
Popülist yönetimlerin Müslüman azınlıklara karşı politikaları Batı ülkeleri ile sınırlı değil. Başbakan Narendra Modi yönetiminde Hindistan hükümeti 200 milyonluk Müslüman azınlığa karşı ayrımcı politikalar güttüğü için hem ülke içinde hem de uluslararası medyada eleştirilmekte. Bu politikalar arasında komşu ülkelerden göçmenleri Müslüman olmamaları şartı ile kabul eden yeni göçmen yasası yer almakta.
Müslüman azınlıklara karşı popülist hükümetlerin en kötü örneği İsrail tarihinin en milliyetçi ve dinci koalisyonunu kuran Başbakan Benjamin Netanyahu. Bu koalisyon Batı Şeria'daki Filistinlilere karşı sistematik ayrımcılık yaparken Gazze'de 45.000'den fazla Filistinlinin ölümünden sorumlu. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü İsrail'in Gazze'deki politikalarını soykırım olarak tanımladı.
Hem Batılı hem de Asyalı ülkelerde yaşanan bu deneyimler, popülizm, din ve milliyetçilik birleşimi iktidarların genelde demokratik hak ve özgürlükleri özelde ise azınlık haklarını tehdit ettiklerini göstermekte. Çözüm eşit vatandaşlık temeline dayalı laik ve demokratik devlet idealine geri dönüş.
Yaşadığımız popülizm dalgasının daha ne kadar süreceğini tahmin etmek zor. Bu dalganın iki ayağı olan din ve milliyetçilik arasındaki gerilimler teorik olarak ortadan kalkmış değil; sadece pratik olarak rafa kaldırılmış durumda. Bu gerilimlerin tekrar ortaya çıkması ile popülizmin güç kaybetmesi her ülkede ihtimal dahilinde.

Yorum Yazın