Şehirlerin yaşadıkları mimarlık kırımını siyasal nedenlere bağlayanlar olabilir. Şehrin Osmanlı geçmişini yok etmek, silmeye çalışmak gibi. Oysa mesele farklı. Merkeziyetçilik şehrin anlam dünyasını, yaratıcı enerjisini felç ettiği gibi karşıtını da kendisine benzeterek onunla baş etmeyi de imkansız kılıyor. Böylece asıl sorunun şehrin ve mimarinin araçsallaştırılan zihin dünyası olduğunu kimse fark etmiyor.
Geçen hafta Karaköy meydanında yer alan, 2. Abdülhamit döneminde, 1903 yılında yeniden yaptırılan caminin 1958 yılında nasıl kaybolduğuna ve -aradan geçen bir yarım asır sonra- bir replikasının neden yapılmaya çalışıldığına bir parça değinmeye çalıştım. Yazımın ana fikri her iki eylemin, yani yok etme ve yeniden yapma (ihya) girişimlerinin, her ne kadar karşıt olsalar da, mimari açıdan türdeşlikleriydi. Her iki eylem de şehrin merkeziyetçi siyaset tarafından nasıl askıya alındığına, onun bir oyun alanı haline geldiğine, nasıl şeyleştirdiğine işaret ediyordu.
Yol genişletme çalışmalarında aynı sıradaki başka yapılar yerinde dururken -şehrin modernleşme tarihi açısından önemli bu anıt yapı- bir anda yok edilmişti.
Yönetim, iktidar tahmin ediyorum ki bu kararı kendi başına vermemişti. O tarihlerde akademyanın temsil ettiği “İkinci Milli” mimarlık akımı Osmanlı klasik dönemi anıtlarını yüceltiyor, imparatorluğu modernleşme sürecindekileri ötekileştiriyordu.
Bunu da şu varsayıma dayandırmıştım: Yakın tarihle ilgili bu tutum büyük bir olasılıkla bir karşı hafıza girişimiydi. Başka bir deyişle iktidar gücünü, kariyer imkanlarını kullanan elitin arasındaki mücadelenin henüz sona ermediğine işaret ediyordu. Onun replikasını yapmayı amaçlayan Büyükşehir yönetimi de, 2010 yılında hazırladığı planlarda yıkılmış camileri “otomatik” olarak işaretlediği için yeniden inşa (ihya) etmeye çalışıyordu.
Bu eylemler bir bakıma bir karşı hafıza ya da birbirini tasfiye etme girişimlerinin izlerini taşıyordu. Nitekim bunun bir başka örneği de Taksim Meydanı’nın iki farklı milli akımın temsil sahnesi halini almasında görülmüştü.
Nazime Sultan Sarayı nasıl kömür deposu oldu?
Şimdi de gene d’Aronco’ya ait olan ve yok edilen başka önemli bir mimari eserden söz edeceğim: Nazime Sultan Sarayı.
Karaköy’de -neden yıkıldığı bilinmeyen- 1903 yapım tarihli Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii.
Kuruçeşme’deki -yerine kömür deposu yapılan- 1897 yapım tarihli Nazime Sultan Sarayı.
Önce şunu söyleyeyim: Bir kere bu iki yapı da sıradan yapılar değil. Karaköy’deki yok edilen cami öyle sıradan bir cami değil… Kuruçeşme’deki yıkılan saray sıradan bir saray değil.
Bu iki önemli mimari eser o tarihlerde entelektüel dünya için de bir cazibe merkezi olan İstanbul’un modernleşme tarihine ait, Art-Nouveau akımının şahikası olan örnekler.
Her ikisi de dünyanın “Modern Mimarlık” akımına doğru yönelişinde önemli bir rol oynamış öncü bir hareketin, Art-Nouveau akımının örnekleri. Bu akımın önemli temsilcilerinden biri olan -ve 1893 - 1909 yılları arasında saray mimarı olarak çalışan- İtalyan Mimar Raimondo d’Aronco’ya 2. Abdülhamit tarafından yaptırılmış.
Dönemin eşi benzeri görülmemiş nitelikteki "Avant-Garde" mimari eserleri.
Bu akım bilindiği gibi 19. yüzyıldaki eski biçimleri tekrarlayan, kalıplar halinde kopyalayan eklektik (seçmeci) mimarlık akımına karşı bir direniş gibi de okunabilir, geçmişe referans vermek yerine doğadaki formları yorumlaması nedeniyle.
Yüzyıl başında Osmanlı Parlamentosu’na da evsahipliği yapmış olan Nazime Sultan Sarayı yıkılmakla kalmadı, ayakta kalan izleri, hizmet yapıları, bahçe duvarları da yakın tarihlerdeki dönüşümlerle yok edildi.
Şehri bir oyun çamuru gibi görmenin, siyaseti yıkma ve yapma eylemine indirgemenin, mimarlığın zihin dünyasının ideolojinin çölünde kuruyup buharlaşmasından başka nasıl bir anlamı olabilir?
MİMARLIĞIN İDEOLOJİNİN ÇÖLÜNDE KURUYUP, BUHARLAŞMASI ….
Şehrin yaşadığı bu mimarlık kırımını çok iyi biliyorum, siyasal nedenlere bağlayanlar olabilir. Yıkımların, karşı hafıza girişimlerinin elbette ki siyasal nedenleri olabilir, ama mesele yalnızca bize gösterildiği gibi değil.
Şehrin Osmanlı geçmişini yok etmek, silmeye çalışmak gibi.
Ya da tersine geçmişi taklit etmek, “ihyacılık” akımının sahnesi gibi görmek…
Oysa mesele farklı. Merkeziyetçilik şehirlerin anlam dünyasını, yaratıcı enerjisini felç ediyor. Bu nedenle muktedir neden yıktığını da, neden yaptığını bilmiyor. Böylece asıl sorunun araçsallaştırılmış, felç edilmiş olan şehrin ve mimarinin zihin dünyası olduğunu kimse fark etmiyor. Şehirler ölüyor, savaş geçirmiş gibi oluyor.
Şehri bir oyun çamuru gibi görmenin, siyaseti yıkma ve yapma eylemine indirgemenin, mimarlığın zihin dünyasının ideolojinin çölünde kuruyup buharlaşmasından başka nasıl bir anlamı olabilir?
Yazıda “neden yıktığını bilmeyen, neden yaptığını da bilmez” demiştim.
Bu varsayımımı da dönemin belediye başkanının “bu camiyi Menderes değil, İnönü yıktırdı” demesi önemli bir ipucuydu. Buna dayanarak yönetimlerin bir hafıza kaybından muzdarip olduklarından söz etmiştim (*).
Ak Partili bir belediye başkanının Menderes’in camiyi yok ettiğini kabul etmesinin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Ancak camiyi kimin yok ettiğinin bu kadar önemli bir gerilim yaratmasının, bu kadar siyasal bir kutuplaşmanın simgesi haline getirilmesinin arkasındaki işleyişi gizlediğini, açıkça söylersem “camiyi kim yıktırdı” meselesinin bu kadar öne çıkmasının şehrin merkezindeki kapsamlı bir imar operasyonun arkasında hiçbir hazırlık, araştırma, planlama olmamasını sorun etmememizi engellediğini düşünüyorum.
Başka bir şekilde söylersem, şehirle ilgili meselelerin merkeziyetçi bir ideolojik yaklaşım tarafından askıya alındığını, bu yüzden cami olduğu için onu yeniden inşa etmeye çalışan zihniyetin de aynı hafıza kaybını yaşadığını.
Karşımızda bir siyasal gösteri cereyan ediyor, şehrin müşterek alanlarına yapılan müdahaleler de bu nedenle bu oyunun sanki bir unsuru halini alıyor gibi gözüküyor.
Bir hatırlatma:
Bedrettin Dalan 1988 yılında Galata’yı yıkmayı amaçladığında ne demişti? “Hocalarıma danıştım. Bu binalar bizim ecdadımızın eseri değilmiş. Mimari bir değerleri de yokmuş….” O tarihlerde yönetimle kapalı ilişkiler içinde olan akademya ve basın onun bir şehir kırımını, Haliç yıkımlarını destekliyorlardı.
80’lerin şiddetinden dersler çıkaran sivil inisiyatif, “Yeşil Dayanışma” bu yıkımlara karşı mücadele veriyordu. Zannedersem öğrencilik zamanlarından beri milliyetçiliğin şehri nasıl nesneleştirdiğinin farkındaydı ve bununla nasıl baş edileceğini deneyimliyordu.
Bu yüzden Galata yıkımlarına halkla ve esnafla ilişki kurarak, binaları temizleyerek, şenliklerle, etkinliklerle yaşam alanına ihtimam göstererek günlerce direndi. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Milyonlarca insanı arkasına aldı. Basın geniş yer verdi. 2013’teki Gezi direnişi gibi kitlesel bir olay gerçekleşti. Dalan bir daha yıkımı ağzına alamadı, arkasını dönüp gitti. Galata bu nedenle Tarlabaşı’nın akıbetine uğramadı, yıkımlardan kurtuldu. Bunun gibi başka örnekler de var.
Görüldüğü gibi şehri oyun alanı gibi gören muktedirlerle, onun etrafında saçaklanan imtiyaz sahipleri ile aynı dili konuşmamak iyileştirici olabiliyor.
*Değerli Ayşe Hür de bu yazıya referans verdiği paylaşımında Menderes yıkımlarının nasıl gerçekleştiği hakkında önemli bilgiler veriyor.
Yorum Yazın