Tüm kadınlar ve muhalefet ”insan doğulmadığını, insan olunduğunu” ve şunları da unutmamalı: Eril baskıcı iktidar da bir tarihsel, toplumsal, dilsel, kültürel ve siyasî olarak inşa edilip yeniden yeniden-üretilmiş bir anomali. Bunun kadınlar ve muhalefet eliyle nasıl dönüştürüleceğini iyi kavramalı.
Her yazı gibi bunu da, her kim, nasıl okursa okuyacak ve her ne anlarsa anlayacak. Fakat, senenin meşru olarak kadınlara ayrılmış haftasında yazılmış olsa da, kadın veya erkek hemen herkesin ve her gün aklında kalmasını dileyerek yazıyorum. Elbette en çok da ister örgütlü olsun, isterse örgütsüz, ister kolektif olsun isterse bireysel, ister kamusal alanda olsun isterse özel, kadınlık ve muhalefet siyaseti için ve adına yazıyorum. Tüm dünyanının ve Türkiye’nin en gereksinim duyduğu ve bilerek veya bilmeyerek de beklemekte olduğu ”radikal değişime” hizmet edebilmesi umuduyla yazıyorum.
Bildiklerimiz
O halde öncelikle kadınlar hakkında dünyanın her köşesinde kabul görmüş bazı olgusal gerçekleri hatırlamakta yarar olabilir:
(1) İlginç biçimde, doğa tarihi boyunca yavrularının cinsiyetlerinin kadın ve erkek arasında neredeyse eşit dağıldığı bilinen başka bir biyolojik tür yok. Ayrıca tam yarı yarıya bölünme biyolojik annenin (XX) ve babanın (XY) kromozomları arasında başlıyor. Bunların birer tanesinin birleşmesi ile de embriyo, yani homo-sapiens yavrusunun daha anne rahminde gelişip doğmasından çok önce, cinsiyet kategorisine tayin edilmiş oluyor.
(2) Muhtelif bilimlerin sosyal evrim incelemeleri insan nüfusunun yarısını oluşturan kadınların diğer yarısı olan erkekler tarafından çeşitli biçimlerde tahakküm ve baskı altında tutulduğunu gösteriyor. Makro tarihsel bu gözlem, özellikle ataerkil (patriarkal) toplum düzenine geçiş ve ”medenî dönem” ile birlikte, iklim, coğrafya, ırk, mitoloji, din, mezhep, dil, millet, kültür, ahlak, ekonomi, rejim, vs fark etmeksizin yaygın.
Sosyal antroploglar, örneğin Evelyn Reed, ”ilkel dönem”de bazı anaerkil (matriarkal) klanların varlığını da bildirdiler. Nitekim bu da bize, bir cinsiyet grubunun diğeri üzerinde tahakküm kurmasının bir ”doğal zorunluluk” olmadığını ve ”kültürel bir olgu” olarak ortaya çıktığını anlatıyor tabii.
”Kültürel” demek, doğuştan/insan doğasından gelen değil, ”insan yapısı” olan demek. O da insan yapısı her şey gibi sonradan edinilmiş demek. Öğrenilmiş olduğu gibi ”değiştirilebilir” ve farklı biçimlerde ”geliştirilebilir” demek. Hele günümüzde genlerle bile oynanıp veya gelişmiş insan bedenlerine türlü müdahelelerin yapıldığı ”çağdaş” teknolojik ilerleyen dünyada.
Kaldı ki, salt ”insan doğası” veya ”fıtrat” söylemlerinin toplum bilimlerindeki ”özcü” inşası bile, çeşitli konulardaki eleştirel gelişmeleri engellemek için üretilmiş bir bahanedir. Hiç değilse, başka türlü gerekçelerle daha “iyi, doğru ve güzel” olana ayak direterek insanlık uygarlığını geri bıraktırmak işlevini görür. Zaten bu felsefî oryantasyonun amacını ve geçerliğini aşan biçimde siyaseten araçsallaştırılması da, başlı başına ”muhafazakar” veya ”Sağcı” dünya görüşlerinin baş göstergesidir.
Kadınların özgürleşmesini engelleyen ve genel tabloyu daha da karmaşık hale getiren esas üçüncü husus: Tarihsel zamanla birlikte aralarındaki yerel ve çoklu bağlamsal farklılıklar belirginleşiyor. Modern toplumda insanlar bir yandan bireysel veya kolektif olarak, cinsiyet ve cinsellik kaynaklı kimliklerinin dışındaki başka kimliklerinin de farkına varıyorlar.
(3) Elbette doğadan, erkek ve kadın cinsiyetleri arasında baştan var olan bireysel veya grupsal cinsiyet farklılıkları, ne kadar farklı yönlerde evrilebilse de yabana atılamaz. Zaten aklı başında hiç bir insan, feminist olsun olmasın, kadınların ”eşit haklar” talebinin böylesine sığ ve gülünç bir düzlemde olduğunu söyleyemez.
Hem özgül olarak erkek-kadın ilişkilerindeki, hem de genel olarak iktidar-muhalefet ilişkilerindeki asimetri, şiddet, sömürü, baskı, ayrımcılık, yok saymak, eşitsizlik ve elbette özgürleşme meselelerinin hepsi tarihsel, sosyal, kültürel ve politik açılardan derinlere “gömüktür” (embedded). Üstelik, insanlığın bugün nihayet gelmiş olduğu “bilişsel aşamaya” göre de, hepsi doğrudan veya dolaylı olarak karşılıklı ilişkisellik içinde birbirlerini belirlemekteler.
Bugün bırakınız herkes tarafından kabul edilebilir olanını, tartışmalı olmayan ve itiraz edilmeyen herhangi bir feminist metakuramdan, kuramdan, praksisten veya politik hareketten söz edebilmek olası değil. Tamamen kapsayıcı ve korkulduğu kadar homojen bir anlatı da zaten gerekli değil.
Özgürleş(tir)emeyen kadınlık
Dünya kadınları ve feminizm açısından baktığımızda, ilk iki hususun kadınları, hiç değilse eşitlikçi kadın hakları savunucularını ve feministleri birbirlerine yakınlaştırması gerekirdi. Hatta bugüne kadar evrensel dayanışmaya doğru çoktan birleştirmiş olması beklenirdi. Öyle ya, hem nüfusun yarısı olarak sayıca ”tam eşitlik”, hem de hiç yabana atılamayacak kadar bir ”çoğunluk” olmaları söz konusu. Tabii yılların bastırılmış isyan duygusu ve biriktikçe içe aktarılmış öfkesi de cabası.
Ancak, kadınların özgürleşmesini engelleyen ve genel tabloyu daha da karmaşık hale getiren esas üçüncü husus: Tarihsel zamanla birlikte aralarındaki yerel ve çoklu bağlamsal farklılıklar belirginleşiyor. Modern toplumda insanlar bir yandan bireysel veya kolektif olarak, cinsiyet ve cinsellik kaynaklı kimliklerinin dışındaki başka kimliklerinin de farkına varıyorlar. Diğer yandan da, gerek kişisel, gerekse grup olarak, hangi kimliklerinden ötürü daha çok ezildikleri konusunda kafalar karışıyor. Öyle ya ve söz gelimi, en çok kadın, emekçi, yoksul, Kürt, eşcinsel, göçmen, muhalefet partisi kimliği veya (dededen, babadan, kocadan, hemşehriden, partiden, cemaatten, vs) torpilsiz olduğu için mi iktidar siyaseti tarafından sömürülüyor, şiddet görüyor ve bireysel insan hak kayıpları yaşıyorlar?
Bu durumda, çeşitli kombinasyonlar türüyor. Farklılaşan siyasî talepleri olan fraksiyonlar artıyor. Sonuçta, cinsiyet merkezli, kadınlık temelli, cinsellik eksenli veya ortak feminist kaygılardan da uzaklaşılıyor. Dolayısıyla ve fakat bazılarımız için hiç de şaşırtıcı olmayan sonuç şu: Bugün bırakınız herkes tarafından kabul edilebilir olanını, tartışmalı olmayan ve itiraz edilmeyen herhangi bir feminist metakuramdan, kuramdan, praksisten veya politik hareketten söz edebilmek olası değil. Tamamen kapsayıcı ve korkulduğu kadar homojen bir anlatı da zaten gerekli değil. Fakat o da başka bir yazımın konusu.
Özgürleş(tir)emeyen muhalefet
Fakat eril egemen iktidar baskısı karşısında kadın haklarının savunulması ve kazanılması için uğraşanların örgütlenip birlikte mücadele etmeleri de pek mümkün olamıyor tabii. Hal böyleyken, aynı iktidarın ezdiği tüm diğer kimlik gruplarının feministlerle birlikte özgürlük için hareket etmeleri çok daha zor oluyor. Zaten kurumsal veya toplumsal muhalefet aynı eril habitus içinde siyaset yapmaya çalıştıkça da kaybet(tir)meye mahkum kalıyor.
Elbette, kendi çözümlemelerim açısından, ”modernist sınıfsal analizler” ve hak talepleri kadar, ”postmodernist grup kimlikleri” üzerinden sözde (Sol) muhalif siyaset de hala ”bireyi” yutmaya devam ediyor. Önyargılı cehaletlerinden veya ideolojik çağrılmışlıklarından sıyrılamıyorlar.
Düzgün ve yapıcı eleştirel kamusal tartışma diye bir şey zaten yok. Slogan atılmayan ender akademik/entelektüel konuşmalarda dahi, bilişsel ve davranışsal ezberlerini bozup, ”birey insanı, öznelliği ve özenelliklerarası ilişkilerin dinamiğini” kavramsallaştıramıyorlar bile. Elbette araçsal veya rantsal popülizmin siyasî kazanımlarını terk etmek de anlaşılır biçimde hiç kolay olmuyor. Ancak olanaksız değil.
Çünkü yine rasyonel olarak, feminizmin epistemolojiden toplumsal siyasalara kadar muhalefeti yönlendirebilmesi beklenir(di). Muhalefet siyasetinin de feminist toplumsal enerjiyle sinerjik örgütlenip güçlenebilmesi gerekir(di). Kısacası birbirlerini özgürleştirebilirler(di). Nitekim bu da yazımın başlığı ve anakonusu.
Tekrar vurgulamak isterim ki, öncelikle de bu ”analitik” kimlik kategorilerinin gerek akademik/entelektüel, gerekse popüler kültür tartışmalarında ”özcü” şeyleştirilmesinden bir türlü kurtulunamadı. Tüm bunlar da dönüp dolaşıp ister dincilik anlamında, ister siyaset anlamında olsun, muhafazakar bakış açısına götürür bizi.
Bugün bırakınız herkes tarafından kabul edilebilir olanını, tartışmalı olmayan ve itiraz edilmeyen herhangi bir feminist metakuramdan, kuramdan, praksisten veya politik hareketten söz edebilmek olası değil. Tamamen kapsayıcı ve korkulduğu kadar homojen bir anlatı da zaten gerekli değil.
Biyolojik cinsiyet (sex)
Malum, Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet kitabıyla feminizm tarihinde yeni bir döneme geçildi. Şu an, yani tam 80 yıl sonra, onun çok sık alıntılanan ”kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünden bu toplumda insanlara ne anladıklarını soran bir sokak röportajını izler gibiyim: Bazılarının belki mikrofana veya ankete söylemeseler bile, ”E, ne var bunda, malumun ilamı; elbette kız (bebeği) olarak doğulur. Kadın sonra olunur (veya ”kız oğlan kız” kalınır, ”kız kurusu” olarak da ölünebilir hatta) diye düşünecekler çıkacağından eminim. Hala ”himen durumu”nu ayıp diye mahrem tutmak hassasiyeti veya kültürel başka alışkanlıkla kadına ”kadın” diyemeyip ”bayan” diyen ”gericilerin” ve bunu otomatik olarak bağnazlık olarak yaftalayan “ilericilerin” olduğu bir ülke burası.
Aynı kitapta de Beauvoir, ”kadın nedir?” ontolojik sorusunu da sordu. Yukarında değindiğim biçimde insan yavrusunun biyolojik cinsiyeti (sex) doğuştan ”kız/kadın” olarak belirlenmiş olabilirdi. Fakat ”kadınlık” kimliğinin kültürel olarak inşa edilmiş ve sonradan kazanılmış olduğunu vurguladı. Zaten o bir ”yapısalcı” idi ve kendi deyişi ile ’Sartre’ın varoluşçuluk felsefesini kadınlık meselesine uyarladı’. Kadınlığın anlamını sorguladı. Yani ”toplumsal cinsiyet” (gender) terimini kullanmadıysa da, o düşüncenin ve kavramın temel altyapısını oluşturdu.
Psikososyokültürel cinsiyet kimliği (gender)
90’larla ve Judith Butler gibi sosyal inşacılarla birlikte, muhtelif feminist kuramlar, toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmaları, kuir (queer) incelemeleri ve trans (-dışlayıcı/-kapsayıcı) perspektifler de hızla çoğaldı. Elbette politize kimlikler için aktivist hareketler de çeşitlilik ve politik görünürlük kazandı. Fakat ne yazık ki, bunların felsefi veya kavramsal dayanakları ve argümanları zayıf kaldı. Öncel düşünür veya öncü aktivistlerce de yeterince sağlam idrak edilemedi.
Böylece bir yandan, kuramsal söylemler ile gündelik yaşamda otomatik olarak tekrarlanan tutarsız pratikler sebebiyle aynı çarpık çarklar durdurulamadı ve bozuk düzen yenide- üretilmeye devam edildi. Diğer yandan da, zaten hızlı kültürel değişimlerin ve karşılaşmaların yaşandığı zaman içinde sosyal, dilsel, politik olarak bu meseleler yeniden-tanımlandı. Direniş “dönüştürücü” olmak yerine “uygucu” (conformist) veya zamanın gerisinde kaldı.
Tekrar vurgulamak isterim ki, öncelikle de bu ”analitik” kimlik kategorilerinin gerek akademik/entelektüel, gerekse popüler kültür tartışmalarında ”özcü” şeyleştirilmesinden bir türlü kurtulunamadı. Tüm bunlar da dönüp dolaşıp ister dincilik anlamında, ister siyaset anlamında olsun, muhafazakar bakış açısına götürür bizi. Biyolojik cinsiyete özgü özcü, penisi ”fallus” ile eşitleyen ve ona endekslenmiş güç anlayışıdır bu. Açıkçası, insanlık tarihi boyunca adaletsiz sosyal düzende sürdürülmüş olan eril iktidar hegemonyasından başka bir şey değildir.
İnsan yavrusunun kadın/erkek cinsiyeti (sex) görünürde ve erkenden anatomik olarak belirgindir. Fakat fizyolojisi dahil başka gelişimsel süreçlerinin ve elbette toplumsal cinsiyetinin (gender) ne şekilde seyredeceği belirsizdir. Başka bir deyişle – ki ille Jung’un anima, animus kavramlarındaki gibi arketipik olması da gerekmez – kültürün önden onayladığı her iki kategori de yenidoğanda potansiyel olarak mevcuttur.
Toplumsal cinsiyetin hangi yöne ne şekilde kanalize edileceği, hangi özelliklerin ön plana çıkarılıp hangilerinin bastırılacağı toplumsal tarih içinde “olumsal”dır (contingent). Hatta bu kategoriler “penis var/penis yok”, “ya erkek/ya da kadın” şeklindeki ikicil” (dichotomic) bile değildir. Öte yandan Butler’ın da kendisi için sıklıkla kullandığı ”ikilil-dışı” (non-binary) kimlik belirteci de yine karşıtına-(negatif)bağımlıdır. Tıpkı bazı feministlerin kadını ”erkek-olmayan” tanımlarındaki gibi yani. Nitekim geleneksel ve heteroseksüel normların ”normal” olarak gördüğü erkek ve kadın dışında bugün LGBTQİA+ gibi kimlikler de bunun gibi sebeplerle kamusal siyasî alanda varoluşsal talepleri için giderek çoğalan bir görünürlük ve ”dil” kazanıyorlar.
Bu noktadan sonra, kız ve erkek bebekler için doğumdan önce verilecek isimlere ilişkin faztazmik beklentilerden, hazırlanan Pembe/Mavi (ve de Sarı) renkli kodlardan tutun da oyuncakların tasnifine kadar toplumda her iki cinsiyet için çok önceden hazırlanmış yüklü kültürel paketlere bakabilirdik. Anne ve babaların kendi arzuladıkları ”cinsiyetçi heveslerini” çocukları ile nasıl giderdikleri, çocuklarının cinsel eğilimi konusundaki endişeleri, vs konularına da değinebilirdik. Hatta sterotipik norm dışı cinsiyet davranışlarının bu toplumda nasıl psikopatolojikleştirildiği ve algılandığı konusundaki araştırmalarımdan da söz edebilirdim size.
Eril kadınlık ve dişil muhalefet
Fakat bana kalırsa yazının başlığına dönelim şimdi. Her ne kadar görünürdeki başlık ”kadınlık ve muhalefet” ise de, görünmeyen veya örtük başlık ”erkeklik ve iktidar” çünkü.
Bugün Türkiye’de ve dünyada yayıldıkça yayılan despotik iktidarların siyasetinde yoksullar, emekçiler, emekliler, evsizler, işsizler, göçmenler birer ezik ”kimlik grubu” olarak muamele görmekte ve daha çok ezilmekteler.
En geniş kapsayıcı anlamlarıyla kadınlık ve muhalefet aslında simetrik veya bakışık konumdalar. Yani eril iktidarla olan asimetrik ilişkilerinde onun altında posizyondalar. Nasıl mı? Kadın zaten ”anatomik fıtratı” gereği ”eksik”. Verili olarak ”yok” veya ”ikinci sınıf” olarak ”var” sayılması kolay. Muhalefeti de iktidar ”iğdiş eder”; kendi erksel varoluşunun ve egemenliğinin sürdürülebilirliği için.
Kadınlık erkekliğe, muhalefet de iktidara simbiyotik ve karşıt-bağımlı tanım, zihniyet ve uygulamalarından vaz geçemedikçe asla güçlenip özgürleşemezler. Eşit haklar, tanınırlık, demokratik saygınlık ve benzeri kamusal taleplerini ne kadar yüksek sesle yaparlarsa yapsınlar duyuramazlar.
Çünkü önce birbirlerini duymaları gerek. Her ikisinin de önce ”eril ikicil paradigmatik söylemi ve dili” bırakabilmeleri gerek. Hem kendi kampları içinde, hem de birbirleri arasındaki fark yaratmayacak farklardan vaz geçip, fark yaratacak benzerliklerin peşinden gitmeleri gerek. Bugüne kadar ”pire yüzünden çok yorganlar” yakıldı. Dünyada ve Türkiye’de ne özgürleştirici dönüştürebilir Sol kaldı, ne özgürlük umudu! “Temsili demokrasi temsili”nin son perdesi de (çeşitli durumsal siyaset analizlerimde hep yazmış olduğum gibi) çoktan kapandı. Tek tük alkışları duyan var mı?
Bugün Türkiye’de ve dünyada yayıldıkça yayılan despotik iktidarların siyasetinde yoksullar, emekçiler, emekliler, evsizler, işsizler, göçmenler birer ezik ”kimlik grubu” olarak muamele görmekte ve daha çok ezilmekteler.
Erk imrenmesi güçsüzlüktür
Hala umutlu olabilmek için özgürlük çığlıkları ile dayanışma, hiç değilse ezildiğinin farkına varmış ve çarkı durdurmak isteyeen tüm kesimlerin ”açık siyasî ittifakı” bir zorunluluk artık. Elbette öncelikle görünürdeki ve örtük bazı önemli paradoksların aşılması şart. Zira eril iktidar salt kadınları ve kız çocuklarını değil, erkekleri ve erkek çocuklarını da ezip sömürüyor. Fakat siyasî eril muhalefette de kadınlara baskıcı muamele konusunda iktidarla özdeşleşmiş muhafazakarlar da çok. Zihniyet bir yana, hala aktif kurumsal siyasette kadınlara yanlarında %50 oranında yer veremiyorlar. Tıpkı kadınlar ve diğer değişik cinsiyet kategorileri için eşit hak talepleri olan aktivistlerin iktidarın eril siyasî dilini içselleştirmiş olarak direnirken siyasî muhalefeti de aynı (karşı) kefeye koyanların çok olması gibi.
Kaldı ki, toplumda ezilen insanlar salt ”sapkın cinsiyet kimlikleri” yüzünden iktidarın baskısı altında olmadıkları gayet açık. Bugün toplumda aynı şekilde özcüleştirilmiş sesli veya sessiz şiddet gören başka kimlik grupları da var. Akla öncelikle din, mezhep, ırk, etnisite, milliyet, vb kesimlerinin gelmesi olağan tabii. Fakat bugün Türkiye’de ve dünyada yayıldıkça yayılan despotik iktidarların siyasetinde yoksullar, emekçiler, emekliler, evsizler, işsizler, göçmenler birer ezik ”kimlik grubu” olarak muamele görmekte ve daha çok ezilmekteler. Nitekim toplumsal cinsiyet ve “kuir” (queer) çalışmalarından da nihayet toplumdaki tüm yapısal eşitsizlikleri önplana çıkaran ”kesişimsellik” (intersectionality) söylemi tedavüle girdi. Ayrıca bugün dünyada yükselen neo-faşist siyasî iktidarların en büyük varoluşsal kaygıyı ve tehditi tüm bu muhalif gruplar içinde ve sayıca az olmalarına rağmen LGBTAİ+ hareketinden algılıyorlar.
Sonuç olarak ve naçizane kanımca, tüm kadınlar ve muhalefet ”insan doğulmadığını, insan olunduğunu” ve şunları da unutmamalı: Eril baskıcı iktidar da bir tarihsel, toplumsal, dilsel, kültürel ve siyasî olarak inşa edilip yeniden yeniden-üretilmiş bir anomali. Bunun kadınlar ve muhalefet eliyle nasıl dönüştürüleceğini iyi kavramalı. Modernist humanizmin önden belirlenmiş telelolojik ”evrenselleşme” (universalization) ve postmodernizmin özcü kimlikçi ”yerlileştirme” (indigenization) anlayışları mutlaka aşılmalı. Doğal, sosyal ve kültürel ekolojisi içindeki birey insanı, öznelliğini, ilişkiselliği, daha iyi, toplumsal yaşamı yeniden tanımlamalı. “Erk imrenmesinin” hiç bir toplumsal bileşeni asla güçlendiremeyeceği ve ortak paydaşa kazandırmayacağı artık geri dönüşsüz olarak zihinlere kazınmalı. Tarihsel insanın psikososyokültürel değişimlerinden korkmamalı

Yorum Yazın