Türkiye açısından son derece hassas bir dönem başlıyor; İran’ın etki alanı bir miktar zayıflarken, onunla dikkatli bir rekabet içinde Suriye’yle normalleşme ve Irak’la bir adım ileriye gitmek olası. Ancak İran düşüşteyken İsrail’in yükselişi ve bölgesel süper güç haline gelmesi Ankara’nın tercih edeceği bir durum değil.
7 Ekim 2023 saldırılarının ardından oluşan yeni bölgesel denklemler, sadece Gazze halkı ve Filistin’in geleceğini etkilemedi; aynı zamanda 2024 yaz aylarıyla birlikte İran’ın bölgedeki konumu ve tesir sahasının geleceği açısından da bazı hususları açık şekilde ortaya koydu.
General Muhsin Refikdust, Irak’la savaşta Hürmüz Boğazı’ndaki ABD gemilerine yönelik sert tehditleri sonradan kendisine sorulduğunda, “Evet buna gücümüz yoktu, ama dış politikada bazen böyle şeyler olur, hamasetle düşmana korku salıp geri adım attırmak da mümkündür” mealinde bir açıklamayla bu tavrının gerekçesini anlatmıştı
İRAN DIŞ POLİTİKASINDA SÖYLEM VE EYLEM
Kamuoyuyla iletişim ve sürekli mesaj verme yoluyla beklentileri şekillendirme, bilhassa ekonomi yönetimleri açısından çokça tercih edilen ve takip edilmesi tavsiye olunan bir iletişim şekli. Bilhassa 2008 ekonomik krizi yıllarında dönemin ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Bernanke’nin başarıyla uyguladığı ve the Courage to Act kitabında detaylarını anlattığı bu strateji, ABD’nin krizden çıkması ve krizi daha az hasarla atlatma sürecinde oldukça önemliydi.
Ancak ekonomi yönetiminde olumlu sonuç veren bu tür kriz çözme yöntemleri, Ortadoğu gibi sadece güçle sonuç alınabilen, “yumuşak güç” benzeri zayıf enstrümanların etkisiz kaldığı coğrafyalardaki krizleri çözmekte başarılı bir usul değil. Bunun somut örneği İsrail ve İran’ın son dönemdeki söylem ve eylem pratikleri.
İsrail –arkasındaki koşulsuz ve lâyüsel ABD desteği sayesinde- sert güç unsurlarını rahatlıkla ve sınırsız şekilde kullanabilen, hasmı pozisyonundaki herhangi bir aktörü kolaylıkla tehdit edip bu tehdidi icra edebilen, bundan dolayı ciddi bir bedel ödememenin konforuyla caydırıcılığını tahkim edebilmiş bir ülke. Tehdit ediyor ve bu tehdidi icra ederken herhangi bir sorunla karşılaşmadan bunu hayata geçirebiliyor.
Buna mukabil, Nâsır Mısır’ının 1970’lerin başında devreden çıkmasının ardından İsrail’in bölgedeki tek hasmı durumundaki İran’ın söylem-eylem dengesi, bu ölçüde caydırıcı ve etkili değil. 1980’li yıllarda Devrim Muhafızları’ndan sorumlu bakan olarak Cumhurbaşkanı Hamaney dönemi Mir-Hüseyin Musevi kabinelerinde yer alan General Muhsin Refikdust, Irak’la savaşta Hürmüz Boğazı’ndaki ABD gemilerine yönelik sert tehditleri sonradan kendisine sorulduğunda, “Evet buna gücümüz yoktu, ama dış politikada bazen böyle şeyler olur, hamasetle düşmana korku salıp geri adım attırmak da mümkündür” mealinde bir açıklamayla bu tavrının gerekçesini anlatmıştı.
İran bugün 1980’lerin Irak’la savaşan İslam Cumhuriyeti’nden daha ileri imkânlara sahip, ancak İsrail-ABD ikilisinin sahip olduğu savaş gücü üstünlüğüyle mukayese edilebilir seviyede değil bu askeri kapasite. İran siyasi/askeri liderliği bu dezavantajlı durumu ortadan kaldırmak için, bilhassa İsrail karşısında dörtlü bir strateji izliyor.
İRAN’IN ABD-İSRAİL’E MUKABELE STRATEJİSİ
Ahmedinejad döneminde “İsrail’in haritadan silineceği” mealindeki sözleri de, Ayetullah Hamaney’in ABD ve İsrail’e karşı yüksek perdeden dile getirdiği benzer tehditleri de aynı kapsamda değerlendirmek mümkün. İran bugün şüphesiz 1980’lerin Irak’la savaşan İslam Cumhuriyeti’nden daha ileri imkânlara sahip, ancak İsrail-ABD ikilisinin sahip olduğu savaş gücü üstünlüğüyle mukayese edilebilir seviyede değil bu askeri kapasite. İran siyasi/askeri liderliği bu dezavantajlı durumu ortadan kaldırmak için, bilhassa İsrail karşısında dörtlü bir strateji izliyor:
a) tehdit ve doğrudan saldırılar karşısında “bir şekilde” misilleme yapmayı ihmal etmeme, ama bunu mümkün mertebe ölümcül hasarı düşük olacak ve “stratejik” boyutu öne çıkacak şekilde gerçekleştirme
b) misilleme yoluyla gerginliği tırmandırmama, bir saldırıya karşı ondan şiddetli bir misilleme yapıp bir sonraki daha şiddetli mukabil adımı tahrik etmekten kaçınma (bu “stratejik sabır” adı verilen muğlak bir terimle perdeleniyor)
c) doğrudan gerginliği tırmandırmak yerine, sahadaki askeri/istihbari networklerine daha yoğun yatırım yapma ve Suriye, Lübnan, Irak, Yemen gibi kendi kontrolündeki coğrafyalarda saha kontrolünü ve desteklediği aktörlerin sistem içindeki etkinliğini her açıdan artırmaya odaklanma (bu stratejiyi müstakil bir makalede detaylı şekilde işlemiştim.)
d) ülke içindeki kamuoyu, bölgede kendine yakın ülke/gruplar ve hasmı konumundaki aktörler nezdinde caydırıcılık seviyesini korumaya özel ihtimam gösterme, bunun için hamaset dozu yüksek söylemlerde bulunma ve “gözdağı vermeye” çalışma
Bununla birlikte, misilleme/mukabelenin aynı şiddette olmaması, bunun “stratejik sabır” boyutunun pek çok çevrede artık “tedirginlik ve korku” olarak algılanması, kuru hamasetin eylemle desteklenmemesi durumunda caydırıcılığın sorgulanması gibi çeşitli dezavantajlı durumlar İran’ın ve onun yörüngesindeki ülke/grupların karşısına çıkıyor bir süredir.
Son yirmi yıldaki hızlı yükselişin de kuşkusuz sınırları vardı ve 7 Ekim saldırılarının ardından İsrail’in izlediği sert cezalandırma sürecinde bu sınırlar test edilmeye başlandı. İran’ın kişilerden ziyade sisteme bağlı bir dış politika/askeri strateji izlediğini sürekli dile getiriyorum, lakin son yıllarda İsrail-ABD ikilisinin tasfiye ettiği İranlı ve İran müttefiki siyasi ve askeri liderlerin portföyü son derece yüksek.
ORTA DOĞU’DA İRAN ETKİ ALANININ YÜKSELİŞİNİN SONUNA GELİNDİ Mİ?
ABD’nin 2003’teki Irak işgalinden sonra İran’ın önünde ciddi bir manevra alanı açıldı. Bunda Irak’ın nüfusunun çoğunluğunun Şii olması ve seçimlerde iktidara gelme imkanı bulması, İran’ın onyıllardır ülkedeki Şii gruplar üzerinde stratejik çalışmalarda bulunup hazırlık yapması ve Devrim Muhafızları/Kudüs Gücü öncülüğünde Şii grupların silahlandırılıp eğitilmesi, yani özetle İran’ın bu yaratıcı kaos ortamına yıllardır hazırlık yapmasının rolü büyüktü. Şüphesiz hayatta olduğu gibi uluslararası siyasette de şans, doğru zamanda doğru yerde ve yeterince hazırlık yapanların yanındaydı.
İran’ın bu coğrafi, jeopolitik, askeri ve politik hazırlıklarının/avantajlarının göz ardı edilmesini, ABD’nin Irak’ı altın tepside ve bile isteye İran’a “ikram ettiği” söylemini şahsen cevap verecek kadar ciddiye almıyorum. İran açık bir şekilde, Ortadoğu ülkeleri arasında bu tür bir kaosa en hazırlıklı ülkeydi ve sonuçlarını fazlasıyla aldı. İran açısından benzer bir durum 2010-11 Arap Ayaklanmaları sürecinde de görüldü: İran, hem Yemen hem Suriye’de onyıllardır kurduğu networklerle işbirliği ve siyasi/askeri/istihbari hazırlık sürecinin semeresini elde etti ve iki ülkede de saha kontrolünü hızla eline geçirdi. Irak’la birlikte Lübnan’da da benzer bir süreçle, Hizbullah üzerinden ülkedeki en güçlü oyun kurucu aktörlerden biri haline gelebildi.
Ancak son yirmi yıldaki bu hızlı yükselişin de kuşkusuz sınırları vardı ve 7 Ekim saldırılarının ardından İsrail’in izlediği sert cezalandırma sürecinde bu sınırlar test edilmeye başlandı. İran’ın kişilerden ziyade sisteme bağlı bir dış politika/askeri strateji izlediğini sürekli dile getiriyorum, lakin son yıllarda İsrail-ABD ikilisinin tasfiye ettiği İranlı ve İran müttefiki siyasi ve askeri liderlerin portföyü son derece yüksek: General Kasım Süleymani, İsmail Heniyye, Fuad Şükr, General Zahidi, General Nilfuruşân, Hasan Nasrallah, Haşim Safiyuddin, Ebu Mehdi el-Mühendis…
Bu isimlerin hiçbiri de hafife alınacak kayıplar değil, yerlerine birilerinin getirilip sistemin devam ettirilmesi kuşkusuz imkânsız değil. Lakin bu isimlerin kaybı aynı zamanda 1980’lerden beri süregelen İran içinde ve dışındaki yapılanmanın ilk kuşağının da büyük oranda tasfiye edilmesi anlamına geliyor. Buna ilaveten, Gazze’de Hamas’ın gücü büyük oranda budandı ve Hizbullah’ın üst siyasi/askeri kadrosu önemli ölçüde ortadan kaldırıldı. Bu şartlarda İran’ın büyük bir kaybının olmadığını söylemek, bu tür mücadelelerdeki “liderlik ve organizasyon” unsurunun ehemmiyetinin yeterince takdir edilemiyor olmasından kaynaklanıyor kuşkusuz.
Mısır’ın (ve bir ölçüde Arap kimliğiyle Suriye’nin) güçlendirilip Körfez Arapları karşısında denge faktörüne dönüşebilmesi orta vadede mümkün ve Türkiye’nin çıkarına.
İRAN DÜŞÜŞ YAŞARKEN TÜRK VE ARAP FAKTÖRÜNÜN YÜKSELİŞİ MÜMKÜN MÜ?
Dolayısıyla İran’ın en azından bir süre bölgedeki networklerini ve savunma stratejisini yeniden kurgulayacağı birkaç yıllık bir döneme sahne olacak Ortadoğu. Bu süreçte İran’ın kısa vadede bölgede (başta Lübnan ve Filistin olmak üzere) zemin ve güç kaybetmesi şaşırtıcı olmayacak. Ancak bu noktada oluşacak boşluğu hangi aktörün dolduracağı sorusu bilhassa Türkiye açısından önem taşıyor.
Bu bağlamda Irak ve Suriye’nin hangi istikamette yönelim göstereceğini yakından takip etmek gerekiyor. Ankara’nın son dönemde Bağdat ve Erbil’le yakın ilişkiler kurması, Şam’la normalleşme arayışı içerisine girmesi şüphesiz önemli ve İran açısından tedirgin edici. Körfez Araplarının da siyasi ve ekonomik olarak her iki ülkeye yönelik adımlar attığı/atmaya hazırlandığı biliniyor. Lakin bölgede İran’ı dengeleyebilecek bir Arap Bloku bulunmadığı gibi, kısa vadede herhangi bir ülke/liderin geçmişte Suud Kralı Faysal veya Mısır lideri Nâsır tarzında bir bölgesel liderlik etme potansiyeli de söz konusu değil.
Bu durumda Türkiye’nin bölgedeki hamle potansiyelinin İran’ın etki alanıyla rekabeti gerektirmesi, buna ilaveten içeride Tahran’ın etkisini dengelemek için alternatif partner arayışlarına rağmen hem Irak hem de Suriye’nin onyıllardır İran’la geliştirdikleri ilişkilerin stratejik niteliğinin vazgeçilmez doğası, Ankara’nın da Körfez Araplarının da etki sahasını sınırlıyor.
İsrail’in son bir yıldaki aşırı saldırgan görüntüsüyle, bölgede yakın zamanda normalleştiği Arap ülkelerini bile yanında tutabilmesi çok kolay olmayacak. Ancak Tel Aviv’in Suriye, Lübnan ve Filistin üzerinde yaratacağı baskı sebebiyle İran’ın etki alanını daraltması keyfiyetinin bir süre daha devam edeceğini öngörüyorum.
Bu şartlar altında Türkiye açısından son derece hassas bir dönem başlıyor; İran’ın etki alanı bir miktar zayıflarken, onunla dikkatli bir rekabet içinde Suriye’yle normalleşme ve Irak’la bir adım ileriye gitmek olası. Ancak İran düşüşteyken İsrail’in yükselişi ve bölgesel süper güç haline gelmesi Ankara’nın tercih edeceği bir durum değil. Bu bağlamda Mısır’ın (ve bir ölçüde Arap kimliğiyle Suriye’nin) güçlendirilip Körfez Arapları karşısında denge faktörüne dönüşebilmesi orta vadede mümkün ve Türkiye’nin çıkarına. Fakat bu kadar nazik dengeler içinde ustalıklı bir dış politika izlenmesi gerekiyor ki içeride bu kadar hassas ve kırılgan iç politik/ekonomik/toplumsal şartlar söz konusuyken, Türkiye açısından zorlu bir sınama olacak bu süreç.
Yorum Yazın