Bu arada dikkatimizi çeken bir başka durum da doğanın inşaat, maden, enerji gibi amaçlar için hızla tüketilmesinin ancak otoriter yönetimlerin hüküm sürdüğü toplumlarda kolayca gerçekleştirilebilmesidir. İnsanları alıştıkları kendi yaşam alanından zorla koparan ve doğayı hızla tüketen bu acımasız faaliyetler, nedense bireysel ve kitlesel tepkinin olmadığı otoriter yönetimler olduğunda kolayca kök salabiliyor.
Sevgili Tayfun Kahraman ve Sevgili Resul Emrah Şahan İçin
Sıcak olayların yaşandığı bu günlerde, bu yazıyı yazmaktansa, hissettiğim öfkeyi ve acıyı dile getirebilen bir sanatçı olmayı doğrusu tercih ederdim. Ama maalesef öyle bir yeteneğe sahip değilim. Yapabildiğim tek şey, bu tuhaf ve sıra dışı olayların anlamını ilgi alanım ve birikimimin sınırlarında kalarak değerlendirebilmek.
Son dönemde olan bitenleri, önceki Yeni Arayış yazılarımda olduğu gibi burada da siyasal alanda yapılan söylem tartışmalarını değil, toplumsal yapıyı derinden etkileyen uygulamaları yorumlayarak anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Zira siyasal alandaki söylemler çoğu zaman toplumsal gerçekliği örtmeye çalışır. Büyük toplumsal değişim dönemleri, siyasal alanın da sarsıldığı ve dönüştüğü dönemlerdir. Bu ara yaşadığımız siyasal çalkantılar da hem değişimin habercisi hem de sonucudur.
Son kırk yıldır gerek yerel gerekse ulusal siyasetin hevesle desteklediği ekonomik alanların “inşaat” ve maden çıkarmada olduğu gibi toprağı “eşeleyerek” yapılan faaliyetler gibi “istihraç” (extraction) sektörleri olduğunu biliyoruz. Özellikle, daha göz önünde olan inşaat ve emlak sektörünün her dönem değişen aktörlerinin devlet destekli ihalelerle palazlandığı da hemen hepimizin bildiği bir gerçeklik. Zaman içinde gittikçe güçlenen ve yönetime hakim olan “inşaat/emlak” sektörü aslında son dönemlerde sadece yerel değil küresel ilişkilerin de odağında yer alıyor. Bu alanın uluslararası hukuka aykırı paraların aklanmasında da kolaylaştırıcı olması konunun başka bir boyutu. Küreselleşmeyle ilgilenen sosyal bilimciler Güney ülkeleri diye adlandırdığımız, Batı dışındaki büyük çoğunluğu otoriter yönetimlere sahip ülkelerde canlanan olan “inşaat/istihraç” sektörlerinin anlamını açıklamaya çalışıyorlar. Aslında Trump’ın da bu alanda etkili olmuş biri olarak dünya sahnesinde yerini alması hiç de tesadüf değil.
Burada son dönemlerde olan bitenleri sadece siyasal alandaki söylemleri dikkate alarak yorumlamaya çalışanların dikkatini çekmek istediğim bir nokta var. Türkiye’de ve diğer Güney ülkelerinde siyasal alanda faal olan aktörlerin dillerine pelesenk olmuş olan farklı ideolojileri kazıdığınızda altından bir inşaatçının, emlakçının ya da istihraç işleriyle uğraşan birinin çıktığını görmek mümkün. Bu aktörlerin, aynı zamanda hem dünyada hem de yerelde riskli piyasa ortamını ve demokrasiyi sevmedikleri, buna karşılık otoriter devletlerin koruması altındaki ekonomiyi tercih ettikleri de açık. Türkiye’ye baktığımızda da kentlerde artan inşaatların konut ihtiyacını karşılamak ya da ülkenin hemen her yerinde açılan yeni maden ocaklarının istihdamı arttırmak gibi özgeci bir amacı olmadığı açık. Son dönemde ekonomiyi yönetenlerin kamusal alana hediye ettikleri en önemli yapıların camiler, adliye, adli kontrol merkezleri, cezaevi binaları ve dijitalleşmiş tapu daireleri olması da tesadüf değil. Aynı şekilde kıymetli tarım arazilerinin de “eşelenerek” enerji ya da maden aramaları için yok edilmesi de..
Devlet/insan/toprak ilişkilerinin değişmesinin sonucu olarak etkisini arttıran bu iki faaliyet alanı da aslında toprağın geleneksel kullanımına son verilmesi, toprağın doğal yaşam alanı olmaktan çıkarılması ve aynı zamanda -tıpkı çitleme hareketinde olduğu gibi- toprağın kullanım hakkının el değiştirmesi anlamına da gelebilir.
KEŞKE TOPRAK KONUŞABİLSE
Makro perspektiften baktığımızda, inşaata dayalı büyüme modelinin aslında devlet/insan/toprak ilişkilerinin değişmesinin çok boyutlu sonuçlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazıda ben bu çok yönlü değişmenin sadece “toprağa” ya da genel olarak “doğal yaşama” etkisinden söz etmeye çalışacağım. Keşke toprağın ya da doğanın sesi ya da dili olsa da “bağzı” insanlardan çektiklerini bir anlatabilse.! Neyse ki Batının geçirdiği tarihsel deneyimleri yorumlayan sosyal bilim çevreleri benzeri süreci daha önce yaşamış kendi toplumlarını gözlemleyerek önemli bilgi birikimini bize bıraktılar. Bu birikimin tümünü aktarmak imkansız. Burada sadece konuyu sembolik olarak yansıtması açısından bu literatürün ürettiği “emeğin özgürleşmesi” kavramsallaştırmasını hatırlatmakla yetineceğim. Bu kavram, toprağın toplumdaki üretimin ve servetin ana unsuru olmaktan çıkmasıyla tarımsal üretim yapan emeğin de topraktan kopması anlamında kullanılmaktaydı. “Bugün yapmamız gereken belki de tekrar bu kavramı gündeme getirmek ve günümüz koşullarında gerçekleşen bu yeni nesil “özgürleşmenin” doğaya ve insana nasıl etki yapacağını tartışmaktır.
İktisatçılar arasında “inşaat” ve “istihraç” sektörleri göreli olarak demokratik toplumlarda mevcut olan göreli olarak yarışmacı ve özerk kapitalist piyasa varsayımıyla üretim yapan ekonomik sektörlerden biri olarak analiz edilir. Ben burada hem bugünkü köylülükten çıkış sürecinin geçmişte yaşanmış olandan, hem de geç kapitalistleşen ülkelerde bugün canlanan “inşaat” ve “istihraç” faaliyetlerinin kapitalist ülkelerdeki benzeri sektörlerden farklı olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu amaçla, burada “istihraç” faaliyetlerinin “inşaat” faaliyetleriyle de birleştirilerek daha geniş anlamda ele alınmasını öneriyorum. Devlet/insan/toprak ilişkilerinin değişmesinin sonucu olarak etkisini arttıran bu iki faaliyet alanı da aslında toprağın geleneksel kullanımına son verilmesi, toprağın doğal yaşam alanı olmaktan çıkarılması ve aynı zamanda -tıpkı çitleme hareketinde olduğu gibi- toprağın kullanım hakkının el değiştirmesi anlamına da gelebilir.
Burada yapmamız gereken belki de yeni teknolojilerin ve güçlü sermayeye sahip küresel şirketlerin egemen olduğu yaşadığımız dönemde bu değişimin kendine has koşullarının farkına varmak olacak. İlk gözümüze çarpan olgu, günümüzde “özgürleşen” köylülerin, bir taraftan bu acımasız süreci çok daha hızlı yaşamak zorunda kalmaları, diğer taraftan artan iletişim olanakları sayesinde bu acımasızlıkla baş etmenin yollarını da daha kısa sürede öğrenmeleri oldu. Bu arada dikkatimizi çeken bir başka durum da doğanın inşaat, maden, enerji gibi amaçlar için hızla tüketilmesinin ancak otoriter yönetimlerin hüküm sürdüğü toplumlarda kolayca gerçekleştirilebilmesidir. İnsanları alıştıkları kendi yaşam alanından zorla koparan ve doğayı hızla tüketen bu acımasız faaliyetler, nedense bireysel ve kitlesel tepkinin olmadığı otoriter yönetimler olduğunda kolayca kök salabiliyor.
Yine yaşadığımız bu dönemin önemli farklılıklarından biride doğanın ve insanların yaşamlarının tahribinin geçmişte yarattığı etkiler konusunda geniş bilgi ve düşünce birikiminin elimizde olmasıdır. Belki de otoriter yönetimler akademik ve teknokratik bilgi birikimine bu nedenle karşılar ve bu bilginin yayılmasını önlemenin yollarını arıyorlar. Bu nedenle, yeni nesil “özgürleşme” sürecinin yaşandığı şimdiki dönemde zamanın ve yerin ruhuna egemen olan “otoriterlik tutkusu” eleştirel ve teknokratik bilgi birikimini kendisine en önemli rakip olarak görüyor olabilir.
Son dönemlerdeki en ümit verici olgu, İstanbul’un öncülük ettiği yeni yerel siyaset anlayışının bu meslek grubunun duyarlı uzmanlarını yönetime getirmeleri kadar, toplumun da bu duyarlılığın farkına varması ve uzmanları seçimle yönetime getirmiş olmasıdır. Bu da siyasal alandaki değişmenin mümkün olabileceğinin bir işareti olduğu gibi “istihraç otoriterliğinin” gücünün kırıldığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
“BİZE PLAN DEĞİL, PİLAV MI LAZIM!” MI?
Göreli olarak demokratik toplumlarda insanlığa ait bilgi birikimini doğayı ve insanı korumak için kullanma ve geçmişin deneyimleriyle geleceği öngörme yeteneğine sahip plancılar ve teknokratlar vazgeçilmez meslek grupları arasında kabul edilir. Günümüzde gerek küresel faaliyet haline gelmiş olan istihracın ve gerekse aşırı tüketimin yarattığı ve yaratacağı tehlikeleri öngören iklim bilimciler gibi plancılar da kamu otoritelerince alınan kararların etkilerini tahmin edebilirler. Türkiye’de de hepimizin gözlemlediği gibi bütün otoriter popülist yönetimlerin en çok rahatsız oldukları uzmanlıkların yeni ve eleştirel bilgi üreten akademisyenler ve teknokratlar olduğu açıktır. Nitekim, hatırlanacağı üzere plancılara ilk açık karşı çıkışı, günümüzde iyice palazlanmış olan inşaat sektörünün banisi olan Süleyman Demirel “Bize plan değil, pilav lazım!” diyerek yapmıştı. Son otuz yıl içinde bu karşı çıkış anlayışı, siyasal çevrelerde iyice kabul görmüş ve bürokrasi içinde kısa bir ömrü olan planlama kurumu ve teknokrasi neredeyse lağvedilerek dışlanmış, akademik dünyanın eleştirel bilgi üreten kesimleri ise saf dışı edilmiştir.
Öte yandan, bürokrasideki teknokrat ve plancı tasfiyesinin beklenmedik bir sonucu, teknokratik ve eleştirel akademik bilgi birikiminin bürokrasi dışındaki toplumsal kesimlerle paylaşılması ve sivil toplumu canlandırması oldu. Plancılar, hukukçular ve eleştirel akademik dünya elinden geldiği kadar, bu faaliyetlerden zarar gören toplumsal kesimlere bilgilerini taşıdılar. Yakın dönemlere kadar “inşaat/istihraç” uygulamalarının kötü kullanımına karşı çıkanların, muhalif siyasetçilerden çok şehir plancıları gibi teknokratik bilgiye sahip olan uzmanların olması tesadüfi değil. Onların uyarıları ve bilgi birikimi diğer profesyonel mesleklerle birlikte, devlette ya da yönetimde etkili olmasalar da önce sivil toplumda ve süreç içinde siyasal alanda etkili olmaya başladılar.
Son dönemlerdeki en ümit verici olgu, İstanbul’un öncülük ettiği yeni yerel siyaset anlayışının bu meslek grubunun duyarlı uzmanlarını yönetime getirmeleri kadar, toplumun da bu duyarlılığın farkına varması ve uzmanları seçimle yönetime getirmiş olmasıdır. Bu da siyasal alandaki değişmenin mümkün olabileceğinin bir işareti olduğu gibi “istihraç otoriterliğinin” gücünün kırıldığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Yorum Yazın