Aslına bakarsanız gün içinde bizim, çoğu ezbere dayanan davranış pratiklerimizin yüzyıllar öncesinde içi hayli dolu anlamlar yüklü olduğunu düşündüğümüzde, şahsen ben davranış ve iletişim kalıplarını çok hoyratça hırpaladığımızı düşünüyorum.
İnsanoğlunun var oluşundan bu yana birbirleri ile iletişime geçebilmek için onlarca iletişim yolu keşfettiği ortada; işaretler, bakışmalar, sözcükler, ses tonu, vurgular, kıyafetler, şarkılar, logolar, sloganlar ve hatta sessizlik... Her biri kendine has önem arz eden bu iletişim yollarını düşündükçe insanoğlunun sosyalleşme çabasına hayran olmamak elde değil. Aslına bakarsanız gün içinde bizim, çoğu ezbere dayanan davranış pratiklerimizin yüzyıllar öncesinde içi hayli dolu anlamlar yüklü olduğunu düşündüğümüzde, şahsen ben davranış ve iletişim kalıplarını çok hoyratça hırpaladığımızı düşünüyorum. Bilemiyorum belki de ben iletişim ve insan ilişkileri konusunda iflah olmaz bir romantik olduğum için böylesi anlamlar yüklüyorum.
Mesela, gün içinde ezbere şekilde defalarca yerine getirdiğimiz “tokalaşma”ları düşünelim. Yüzyıllar öncesinde “Elimde sana karşı kullanacağım bir silah yok”u fiziksel olarak ispat edebilmek için icat edilmiş bu hareketin modern çağda var oluşu üzerine hiç düşündünüz mü?.. Veya ellerini göremediğimiz bir insanın yanında neden huzursuz olduğumuzu? Veya tedirgin olduğumuz anlarda neden “elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı” bilemediğimizi? Benim dersimin konularından biri olmasa ben de düşünmezdim sanıyorum.
Bu gibi davranışlarla verilen mesajlar üzerine düşünmeye başladığımızda birtakım davranış kodlarının modern çağda içinin ne kadar boşaltıldığını ve bu durumun “zorunda mıyım?” asiliği ile ört-bas edildiğini görmekteyiz. Başta da belirttiğim gibi şayet iletişim ve insan ilişkileri konusunda hassas bir bireyseniz, sancılı kısım burada kendini göstermeye başlıyor.
Ne demek istiyorum: Malum geçtiğimiz ay bir bayram kutladık, Ramazan Bayramı. Bir toplulukla bayram ve bayram geleneklerimiz ile ilgili hasbihal ederken geleneklerimizden biri olan “el öpme” üzerine tartışma fırsatımız oldu.
Şahsi fikrim olarak el öpme geleneğinin bayram günlerinde insan ilişkilerini yeniden ve daha sıcak şekilde üreten bir gelenek olduğunu belirttiğim an aşırı bir tepki ile karşılaştım. Hele ki bayramlaşma esnasında kadının eşinin elini öpmesi konusunda aldığım tepki sanırım anlatılmaz, yaşanır cinstendi. Halbuki benim anlatmak istediğim böyle günlerde toplumu var eden gelenek ve göreneklerin bu şekilde, altında herhangi başka bir anlam aranmadan yeniden üretilmesinin verdiği sıcak ve ailevi histen başka bir şey değildi. Öyle ki bir bayram kadın eşinin elini öpebilir, diğer bayram erkek eşinin elini öpebilir. Benim zihnimde canlanan eş olma, aile olma, toplumun değerlerine katkı sağlama ölçü biriminde eşitlik bu demekti. Fakat sanıyorum artık bir şeylere tepki vermiş olmak için tepki verme durumu bizde toplumsal olarak bir refleks haline geldi. Yoksa aynı yastığa yıllarca baş koyup, müşterek bir çocuk yapmaya karar verecek kadar değer verip, hastalığımızda başımızda bekleyen, yeri geldiğinde yemeyip yediren hayat arkadaşımızla senelerdir süregelen bir bayram ritüelini yerine getirmenin bayram sabahına gerginlik değil, neşe katması gerektiğini düşünmekteyim.
Ekonomi, eğitim, din, siyaset; aklınıza gelebilecek her başlıkta gereksiz bir had bilmeme, bir isyan, bir “zorunda mıyım?” asiliği var maalesef. Tüm bu alt başlıkların bu şirazenin kayması durumundan etkilenmesinin ana kaynağının toplumda insanların birbiri ile var olan iletişim veya daha doğrusu iletişimsizliği ile ilgili olduğu kanısındayım. Çünkü bence en kötüsü iletişimde şirazenin kayması...
TOPLUMUN HER KATMANINDA OLDUĞU GİBİ...
Şiraze kelime anlamı ile kitap sayfalarını birbirine bağlayan ve onların nizami durmasını sağlayan ince bez şerit olarak tanımlanmakta. Spor terimi olarak ise pehlivanların kıspetinin parçası anlamına gelmekte. Şirazesi kaymak deyimi ise dengeyi yitirmek, yanlış noktaları temel almaktan ötürü yanlış çıkarımlar yapmak, kontrolü kaybetmek veya bir şeyi haddinden fazla yaparak ayarını kaybetmek anlamına gelmekte.
İşimiz gereği bolca sosyo-kültrürel gözlem yapma ve sürekli yeni insanlar tanıma fırsatı yakaladıkça toplumun her katmanında bir şirazenin kayması durumu olduğu gerçeği ile daha da fazla yüzleşmekteyiz. Ekonomi, eğitim, din, siyaset; aklınıza gelebilecek her başlıkta gereksiz bir had bilmeme, bir isyan, bir “zorunda mıyım?” asiliği var maalesef. Tüm bu alt başlıkların bu şirazenin kayması durumundan etkilenmesinin ana kaynağının toplumda insanların birbiri ile var olan iletişim veya daha doğrusu iletişimsizliği ile ilgili olduğu kanısındayım. Çünkü bence en kötüsü iletişimde şirazenin kayması...
En basit hali ile -klişeye de kaçmak istemeden- bir “günaydın”laşma dahi artık lüks olmuşken insanlara bir toplumu sağlıklı anlamda bir arada tutan şeylerin, üzerine genel kabul görmüş olan ortak değerler, gelenekler gibi yüzyıllardır var olan sosyo-kültürel kodlar olduğunu tekrar anlatmamız gerektiği kanısındayım. Ve yaşadığım bu durumun -bir 40 yaş sendromu olarak- kuşak çatışması olarak algılanmasını da istemem. Çünkü söylemek istediğim şey yaşla veya yaşlılıkla ilgili bir durum değil. İletişimde şirazenin kayması durumunu maalesef örneğin eğitimde, yaşıtlar arası bir veli-öğretmen ilişkisinde de yaşıyoruz: Bir öğretmenin, evladımızın çıktığı bu yolda en değerli eşlikçisi olduğu gerçeğini unuttuk. Çocuğumuza evde “Öğretmenin bunu söyledi-yaptı ise bir bildiği vardır.” demek bize zor gelir oldu. Çünkü toplumda “bir şey öğrenmeye-öğretmeye verilen değer”in içi boşaltıldı. Bu “öğrenme” durumuna kıymet vermek “geri kafalılık”, kıymet vermemek “marjinallik” olarak algılanmaya başladı. Sağlıkta, bizden küçük yaşta olan bir hekimin odasına girerken kapı vurma adetini unuttuk.
Neden?
Çünkü yaşı bizden küçük. Bir hekimin odasına girerken başka bir hastanın hasta haklarını ihlal etme durumunun içini de boşalttık. Bir kurumda, kapısı açık dahi olsa bir makama girerken izin istemeyi unuttuk, çünkü ne gerek var. Bir izin istemenin, kibarca kapıyı çalmanın veya bir “Merhaba” demenin anlamı kalmadı. Çünkü “Zorunda mıyız?” asiliği yaşam alanımızın her yerinde. Bir ibadethaneye girerken o ortamın kıyafet ve davranış kodlarını yerine getirmeyi unuttuk. Unutmaya kadar gelen noktada, önce gereksiz bulduk sonra reddettik. Gülünç bulduk. Yine o meşhur “Ne gerek var?”lar ve “Zorunda mıyım?”lar havada uçuştu. Tabii ki zorunda değildik. Ben bugün başı açık şekilde herhangi bir camiiye girebiliyorum fakat bunu zorlamanın toplumun var oluşuna ne gibi bir katkısı var? Bu gerçekten bireysel özgürlük mü yoksa gereksiz yere insanların değer yargılarına bir başkaldırma mı? Aynı şekilde örneğin ekmeğini taştan çıkaran işçilerin yılda bir kere kutladığı bayramlarını belki de deşarj olabildikleri bu tek günü artık sembolikleşmiş Taksim Meydanında kutlamalarını engellemek için İstanbul’a bir polis ordusu yığmak artık kronikleşmiş bir tepki değil de ne?
Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde artık neyi neden yaptığımızı, hangi tepkiyi neden verdiğimizi çok da bilmeden tamamen ezbere ve salt bir tepki vermiş olmak için, bir itiraz etmiş olmak için aksiyon aldığımızı gözlemlediğimiz günlerden geçiyoruz ne yazık ki... Ben buna “Robotik davranış” diyorum.
ROBOTİK DAVRANIŞ
Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde artık neyi neden yaptığımızı, hangi tepkiyi neden verdiğimizi çok da bilmeden tamamen ezbere ve salt bir tepki vermiş olmak için, bir itiraz etmiş olmak için aksiyon aldığımızı gözlemlediğimiz günlerden geçiyoruz ne yazık ki... Ben buna “Robotik davranış” diyorum.
İnsan şu durumda sormadan edemiyor: “Peki, ne istiyorsunuz?”
Birbiri ile hiçbir bağı kalmamış, yalnızca kişisel çıkarları için bir arada olan bir toplum mu?
Birbirlerine akşam evlerinde otururken bir bardak çay doldurmayı bir ego meselesi haline getiren çiftler mi?
“Ben de bir bireyim.” durumunu çokça yanlış anlamış olan, “anne-baba” kavramını içi bomboş yaşayan gençler mi?Bir bayram sabahı bayramlaşmanın ne olduğunu unutmuş olan nesiller mi?
“Makam” kavramının ne olduğunu anlayamadan yetişmiş nesiller mi?
Çok üzgünüm ki toplumun bu davranış kodlarını yeniden rayına sokmadan yazımın başında bahsetmiş olduğum diğer alt başlıkların şirazesini düzeltme olanağımızın sıfır olduğunu düşünmekteyim. Ne zamanki aile, mahalle, okul gibi toplumun yapıtaşlarındaki iletişim kodları normalleşir, belki o zaman siyaset, ekonomi, sağlık gibi temel sac ayaklarında da iyileşme izleyebiliriz. Ne zamanki sürekli, anlamsız, negatif yönde tepki vermenin değil, uyumlu olmanın yollarını buluruz belki o zaman biz de bireysel olarak iyileşebiliriz.
Yorum Yazın