Doğduğum, büyüdüğüm şehirde, bir hüzün sarmalının içinde dolaşırken, insanın olup bitenler karşısında kendisini bu hüzünden soyutlayamayacağını düşündüm bir kez daha. Ama yine de umut etmek, dünyanın yitip gitmemesi için mücadele etmek, haksızlığa karşı direnmek ve kötülük karşısında bir duruş sergilemek zorundaydık.
Hüzünlü bir akşamüstünün içinde, düşünceli ve biraz da huzursuz bir halde buluyorum kendimi. Ne hüznümün ne de huzursuzluğumun somut bir sebebi olmasa da, kıyıya vuran hırçın dalgaların sesi büsbütün artırıyor ruhumdaki ızdırabı. Çiselemeye başlayan yağmur ve hafifçe esen rüzgar, hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorlar adeta. “Hüzünler şehrindesin.” diyorlar, ‘‘Kaçmaya çalışman nafile.”O an anlıyorum ve kabul ediyorum, kaçmaya çalıştığım her şeyin mutlaka beni bulacağını ve kaçtıkça aslında daha çok yaklaşacağımı. Ne kadar uzağa giderse gitsin insan, kendinden uzaklaşamıyordu işte. Ya da yok saydıkları gerçek bir yok oluşa neden olamıyordu bir türlü.
Ne kadar derinlere gömmeye çalışsa da görmek istemediklerini, her an her fırsatta karşısında duruyorlardı. Tüm şehir, şimdi bir kez daha “hoş geldin” diyordu.Her gelişimde farklı karşılardı bu şehir beni. Kimi zaman coşkuyla, kimi zaman özlemle, kimi zaman hasretle… Ama hepsinde ortak olan bir duygu vardı ki onun adı sadece hüzündü. Hüzün hiç eksik olmazdı bu şehirden… Bunu bilirdim, hissederdim ve her seferinde fark ederdim ama ilk defa bu kadar uzaklaştığımı düşündüğümde, yeniden karşıma çıkmıştı. Sahilde yürüyen insanların suratında, parkta oynayan çocukların mutsuzluğunda, sahibinin elinden kaçmak isteyen köpeğin özgürlük arayışında, hep aynı şeyi görüyordum: kaçmaya çalıştığım hüznümü…
Bir akşamüstü, ben ve hüzünler şehri, yeniden kavuşmuştuk işte. Dalgalar yine tüm hırçınlığıyla kıyıya vurmaya devam ediyor, oluşturdukları beyaz köpüklerin güzelliği ile adeta özür diliyorlardı. Martılar, dünyanın tüm kötülüklerini yakından izlemek istercesine alçaktan uçmaya ve o beyaz köpüklerin arasında kendi lisanlarınca feryatlarını dile getirmeye devam ediyorlardı. Hüzün onları da almıştı yörüngesine, uzaklaşamıyor, kaçmak isteseler de aynı yere geri dönüyorlardı her defasında. Sonsuzluk içinde özgürce uçmak yerine insanlar arasında kalmayı yeğliyor, insanoğlunun hüznünü paylaşmak istiyorlardı.Bir kadın geçiyor yanımdan, yanında beş altı yaşlarında olan bir çocukla. Telaşlı ve huzursuz bir hali var, bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibi. Çocuğun elinden çekiştiriyor, daha hızlı yürümesini hafifçe azarlayan bir sesle söylüyor. Dünyanın kadının omuzlarında yarattığı ağırlığı hissedebiliyor, telaşının arkasında yer alan tüm nedenleri görebiliyordum sanki. Kim bilir hangi haksızlığın, hangi dayatılmışlığın içinde hapsolmuş, kurtulmayı bile hayal edemediği bir öğretilmişiliği yaşamak zorundaydı. Başka bir yaşamın asla mümkün olamayacağını düşündüğü büyük bir çaresizlik içinde, o çaresizliği hiç düşünmeden, hayatın karmaşasında kaybolmak istiyordu. Dünya böyle bir yer diyordu: böyle gelmiş ve böyle gidecek. Hakları gasp edilse de, yaşamak için hiç bir alan bırakılmasa da, nasıl yaşayacağına hep başkaları karar verse de onun bildiği ve öğrendiği tek şey, rollerini eksiksiz yerine getirmek zorunda olduğu gerçeğiydi. Kim bilir tüm telaşı bu yüzdendi belki de… Kendine yazılan yazgının gerekliliklerini itirazsız yerine getirmesi gerektiği içindi…
Dünya güzel bir yerdi, insana huzur verecek bin bir çeşit güzelliklerle doluydu. Onu yaşanmaz kılan biz insanlardık. Kötülüğün, zulmün, ayrımcılığın, adaletsizliğin her yanı sardığı, hangi tarafa baksan acıdan başka bir şey göremediğimiz bu dünya bizim eserimizdi. Kendi ellerimle yaratıyorduk kendi cehennemimizi.
Yağmur iyice hızını artırmaya başlamış, akşam karanlığı tüm şehrin üzerine yayılmıştı. Şimdi deniz daha sakin, yağmurun damlalarıyla sükunete kavuşmuş gibi dingindi. Martılar, yağan yağmura aldırmaksızın, telaşsız devam ediyorlardı alçaklarda uçmaya ve ısrar ediyorlardı her şeye rağmen insanlar arasında kalmaya. Ne kadar vefalılar diye düşündüm, hüzne ortak olmak kolay değil ki. Biz insanlar, adım adım kaçarken hüzünlerimizden, bizi hüzünlendiren anılarımızdan, onlar gidebilecekken gitmeyip, o hüznü yaşamayı ve paylaşmayı seçiyorlardı.
Hüzünlü bir şehrin, akşamüstü karanlığında…Kendimi yalnız hissetmediğimden olsa gerek, iyi gelmişti bana martıların arkadaşlığı. Hüznüm bir parça olsun dağılmış, huzursuzluğum kaybolmuştu. Anın güzelliğini ve huzurunu hissedebiliyor ve dünyanın aslında güzel bir yer olduğunu düşünmeye başlıyordum. Dünya güzel bir yerdi, insana huzur verecek bin bir çeşit güzelliklerle doluydu. Onu yaşanmaz kılan biz insanlardık. Kötülüğün, zulmün, ayrımcılığın, adaletsizliğin her yanı sardığı, hangi tarafa baksan acıdan başka bir şey göremediğimiz bu dünya bizim eserimizdi. Kendi ellerimle yaratıyorduk kendi cehennemimizi. Şikâyet etmek, kaçmaya çalışmak bir işe yaramazdı. Ya umutla, iyiliği yaşatmakla çıkacaktık bu cehennemden ya da bu kötülüğe razı gelip, umutsuzluğun ve hüznün kıyılarında gezmeye devam edecektik…
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreğinde isimli kitabındaki şu satırlar geliyor aklıma: “Bir hiçliğin ortasındaydık. Dünya gitmişti, kaybolmuştu, arkasında hiçbir iz bırakmadan ortalıktan kaybolmuştu.”
Dünya ellerimizden yitip gidiyordu ve insanlık… Doğduğum, büyüdüğüm şehirde, bir hüzün sarmalının içinde dolaşırken, insanın olup bitenler karşısında kendisini bu hüzünden soyutlayamayacağını düşündüm bir kez daha. Ama yine de umut etmek, dünyanın yitip gitmemesi için mücadele etmek, haksızlığa karşı direnmek ve kötülük karşısında bir duruş sergilemek zorundaydık. Belki de tüm bunlar için biraz da gerekliydi o hüznü taşımak; duyarsızlaşmamak ve her nerde ne yaşanıyorsa yaşansın aynı acıyı yüreğinde hissedebilmek için.Hüzünlerimi sevmeliydim, evet. Beni ben yapan, insanlığımı hatırlatan, etrafımda olan biten her şeye duyarlı olmamı sağlayan hüzünlerimi daha çok sevmeliydim. Çocukluğum, gençliğim, anılarım ve hüzünlerimle dolu olan bu şehirde şimdi daha huzurluydum.
Yüreğinde hüzün barındıran tüm dostlarıma sevgiyle…
Yorum Yazın