Yerel seçimler sıradan vatandaşımız için çok da manalı değil dedik ya, ama bu kadar çok kişinin yarıştığı, at izinin it izine karıştığı bir ortamda “damardan” popülizm yapmaya girişecek siyasetçiler için bir fırsat alanı var gibi gözüküyor. Eğer birisi dener de, başarılı olursa, siyasette biraz olsun gerçeklik dozunu görmüş olur, çok eğleniriz.
Yüksek Seçim Kurulu’nun nihai seçim takvimini açıklamasıyla kesinleşti, 31 Mart 2024 günü yerel seçimler için cümleten sandığa gideceğiz. Kulakları şimdiden alıştırmakta yarar var, çünkü bize “Türkiye tarihinin en önemli seçimi!” olduğu söylenecek, tıpkı bundan önceki seçimlerde olduğu gibi. Siyaset biliminde “kritik seçim” diye bir şey var, bir ülkenin kaderini değiştirmesi muhtemel seçimlere deniyor. Ülkemizde o kadar “kritik seçim” yaşadık ki -2014, 2018, 2019, 2023- kritik olmayan bir tanesine rastlasak kendi başına bir anlam taşır. Neslimizin şahit olduğu en “banal” seçim hangisi deseler, 2011 derim herhalde onda da zincirleme istifalar renk katmıştı.
Gerçekten de kritik bir seçim mi?
Cumhurbaşkanını ve parlamentoyu daha geçen yaz seçtik, öngörülemeyen bir gelişme olmazsa bir sonraki seçimler 2028 Haziran. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin şimdilik tek yararı en azından erken seçime izin vermemesi, yoksa çok uzun zamandır bütün seçimler erken…
Cumhurbaşkanını 31 Mart’ta değiştiremeyiz, parlamentonun zaten hükmü yok. O zaman ülkemizin makus kaderinin hangi belediye başkanını ya da belediye meclis üyesini seçeceğimize bağlı olduğunu düşünmek hatalı olur. Öte yandan bir başka ütopyada bütün siyasetin yerel olduğunu düşünenler olabilir, Ankara’daki hükümetin benim sokağımdaki toplanmayan çöpe ya da yaşanacak ilk depremde enkaz altında kalıp kalmamama etkisi olmayacağından işin yerelde bittiğine inanıyorlar.
“Keşke öyle olsaydı” diyebiliriz, ülkedeki kutuplaşmanın etkisiyle siyaset o kadar biçimsiz bir hal aldı ki muhtarlar dahi cumhurbaşkanından sinyal bekliyorlar bir icraat yapabilmek için. Muhalefet farklı mı, orası da kendi sorumluluklarından ziyade liderler arası laf atışmasına odaklanmış durumda. Netice, ülkemizde yerel siyasetin genel gidişata etkisi bir sanrıdan ibaret, yoksa herkesin lafı kaymakam kadar geçiyor. Bu seçim hayatımızı değiştirmeyecekse, neden bu kadar gürültü kopuyor?
2019 seçimlerinde 305 büyükşehir belediye başkan adayı, 7953 ilçe ve belde belediye başkan adayı, 102 bin 337 belediye meclisi başkan adayı ve 8 bin 719 il genel meclisi üyesi adayı yarışmışlar. Buna 50 binden fazla muhtarlık koltuğu için yarışanları, bir ihtiyar heyeti üyelerini de ekleyin; bu hesaplarla neredeyse yarım milyon kişi bu seçimde ter dökecekler. 62 milyon seçmenin yüzde 1’inin rekabet ettiği bir seçim bir “demokrasi festivali” olarak anılabilirdi; ancak “kutuplaşma mikrobu” yüzünden yine kavga, gürültü, tansiyon ve bipolar salınımlarla dolu bir dönem olacak, hazırlanalım.
Çok sayıda kişinin rekabet etmesi kötü bir şey değil çünkü bize layık görülen seçmeli demokraside kaderimizin ipini elimize almak için seçimlerden başka bir fırsatımız yok. Seçimden seçime mührümüze muhtaç olan siyasiler, iki seçim arasında bizi unutup kendi gailelerine dalıyorlar, o gaile de malum.
Çok sayıda kişinin rekabet etmesi kötü bir şey değil çünkü bize layık görülen seçmeli demokraside kaderimizin ipini elimize almak için seçimlerden başka bir fırsatımız yok. Seçimden seçime mührümüze muhtaç olan siyasiler, iki seçim arasında bizi unutup kendi gailelerine dalıyorlar, o gaile de malum. O yüzden de her türlü seçim siyasetçilerin yularını çekmek için bir fırsat haline geliyor, eğer memnun değilseniz cezalandırırsınız, ders alırlar değil mi? Yalan yok, bu ülkede siyasetçilerin cezalandırıldığını çok gördüm, bu ülke insanı “Tonton” Özal’ı, centilmenler centilmeni Erdal İnönü’yü ve dürüstlük abidesi Ecevit’i sandığa gömmüş geçmişinde, belediye başkanını mı takar?
Belediye başkanı ve çevresindekiler kaybetmekten korkacaklar ki hizmet etmeye odaklansınlar, söz konusu siyasetse korkmayandan korkacaksınız. Bizim siyasetçilerimiz de korkuyorlar korkmasına, ancak vatandaş en son korktukları kişi…
Genel başkandan, bürokratından, milletvekilinden, iş adamından/kadınından, dernekçisinden, örgütçüsünden ve hatta apartman kapıcısından korkuyorlar; sonra sıra vatandaşa geliyor. Bir açıdan haklılar, kendinizi bir siyasetçinin yerine koyun -zor, ama deneyin bir- sizin kaderinizi bunlardan hangileri belirliyor?
Eh, siz de olsanız sıradan vatandaşa bir selam verir geçer, diğerlerinin önünde el pençe divan durursunuz. Siyasetteki bu “ontolojik” kopuş bizim esas meselemiz. Diyelim Lincoln’ın naif tanımlamasını benimsediniz, demokrasinin, “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” olduğuna inanıyorsunuz; geçmişinizdeki Jakoben deneyim bir yerde “halka rağmen” de dedirtiyor size; o zaman kuru kalabalıklar yerine daha “yönetilebilir” gördüğünüz siyasi elitlerle iş tutmak daha kolay gözüküyor. Schumpeter, Pareto, Michels ve Weber gibileri siyasetin elit işi olduğunu düşünürken çok da haksız değillerdi, siyaset sıradan insanın hem havsalasını aşıyor hem de gündelik yaşam kaygısından uğraşamıyor. Ancak siyaseti elitler arası bir itiş-kakış olarak tanımladığınızda da sistemde sömürülmeye açık bir “bug” bırakıyorsunuz. Hele kurumsallaşmanın tavan yaptığı, hükümetlerin bile politikalara etki edemediği, Sir Humphrey gibi bürokratların ve Brüksel’de mukim “Eurocrat” tayfasının son sözü söylediği ileri Batı medeniyetlerinde bu yönetişim biçimi vatandaşta kayda değer bir kaşıntı yapıyor, müesses nizama karşı bileniyorlar.
Son dönemde gördüğümüz, kibarca “popülist” denip geçilen ama bazısı bildiğiniz faşizan siyasetçiler de bu hıncın ekmeğini hayli yiyorlar. 2008’den beri düzelmeyen ekonomi, göç dalgası, pandemi, enflasyon, işsizlik ve savaşlar gibi sürekli krizlerin bedelini ödeyen sıradan vatandaş hesabı müesses nizama ve temsilcisi siyasetçilere kesiyor; halktan biri olduğu yalanını çok güzel paketleyen demagogların peşine takılıyorlar. Bence çok sahici olduklarından ya da inandırıcılıklarından değil, diğerlerine gıcıklık yaptıklarından popülist siyasetçiler çok cazip geliyor vatandaşa. Böyle baktığınız zaman ülkemizdeki siyaset Batı’daki örnekleri kadar kurumsallaşmamış olsa da -hoş, bazı politikalarımız gerçekten partiler ve hükümetler üstü-, müesses nizama ve siyasi parti elitlerine bilenmek için yeterli sebebimiz var.
AK Parti 2002’de bu söylemi kullanarak iktidara geldi ve hala kendisinin “kimsesizlerin sesi” olduğu iddiasını ortaya sürebiliyor. Ama muhalefet kanadına geçtiğimizde içimizdeki bu huzursuzluğa ses, boğazımızdaki bu gıcığa çare olacak kimseyi göremiyoruz. “Günah keçisi” bulmanın kolaylığına girip göçmen karşıtlığından geçimini sağlayan siyasetçilerimiz var, geçen sefer Fatih’te bile bir teveccüh görememişlerdi, bakalım bu kez bir başarı sağlayacaklar mı?
Yerel seçimler sıradan vatandaşımız için çok da manalı değil dedik ya, ama bu kadar çok kişinin yarıştığı, at izinin it izine karıştığı bir ortamda “damardan” popülizm yapmaya girişecek siyasetçiler için bir fırsat alanı var gibi gözüküyor. Eğer birisi dener de, başarılı olursa, siyasette biraz olsun gerçeklik dozunu görmüş olur, çok eğleniriz.
Yorum Yazın