Kamusal bir kimliğin özelleştirilmesi meselesi anayasal bir sorundur. Bu nedenle kamu-özel karışımı ilişkiler hukuk toplumlarında yasaklanmıştır. Bu tür bir ilişki anayasal eşitlik prensibinin ortadan kalktığı, iptal edildiği anlamına gelir.
Yazılarını büyük bir keyifle okuduğum Eser Karakaş geçen hafta “vakıflara kamu kaynağı aktarmak yolsuzluktur” başlığı ile bir yazı yazdı.
Başlığından da anlaşıldığı gibi Karakaş yazısında kamu kaynaklarının vakıflara aktarılmasının, kamu kaynaklarının özel amaçlar için kullanılmasının düpedüz bir yolsuzluk biçimi olduğunu ve bunun son zamanlarda, AKP yönetiminde akıl almayacak boyutlara ulaştığını söylüyor.
Google Lügat yolsuzluk için “bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma, yasaya, kurala, yönteme aykırı iş yapma” diyor.
Ama yolsuzluk öyle gasp, hırsızlık, rüşvet vermek gibi somut olarak görülür bir şey değil. Kimi zaman farkına varılmayan ama o somut olarak görünen fiillerden çok daha tehlikeli ve geri dönülemez, telafi edilemez sonuçlara yol açan, fark edildiğinde de yarattığı tahribatla görülen bir şey.
Ben de bir parça kendi bildiğim bir konudan, şehircilik ve mimarlıktan örnek vermek istiyorum. Ama önce somuttan, yani nasıl bir sonuç yarattığından başlayayım.
Tipik bir örnek Taksim Meydanı ve Gezi için bugüne kadar yapılan projeler. Taksim projesi, neredeyse bütün kamusal alan projeleri için tipik bir örnek oluşturuyor.
Tünellerle Taksim Meydanı’nı bir otoyol kavşağına çevirmeyi, Gezi’nin de içine AVM kondurmayı hedefleyen proje. Bu projeyi yapanlar her defasında “ulaşımın bilimsel bir konu olduğunu, asla tartışılamayacağını” söyleyerek adeta itiraz edenlerin üzerinde hakimiyet kurmaya, kamu adına elde ettikleri güçle, ürettikleri bilgilerle, elde ettikleri kariyer imkanlarıyla bu projeleri, ya da kendi tercihlerini dikte etmeye çalışıyorlardı.
Hatırlarsanız Gezi olayları da bu tünellerin ve rampaların kazılması sırasında ağaçların sökülmesiyle gündeme gelmişti.
Dikkat ederseniz halkın itirazlarıyla karşılaşan, eleştirilen Sulukule, Sütlüce, Süleymaniye, Yenikapı… gibi birçok şehircilik, mimarlık projelerinde benzer bir ilişki biçimi var. Bu kişiler hem kamu adına görev alıyorlar, koruma kurulu, üniversite, belediye şirketi gibi kamu kurumlarındaki konumlarını kullanarak proje, planlama işlevleri üstleniyorlar.
Örneğin şehir planlama pratikleri. Şehirlerin planlarla düzenlenebileceği var sayılıyor, değil mi?
Ama bu temsiller (planlar) ne ölçüde şehri temsil edebiliyorlar? Kendi muhayyileme göre evimi düzenleyebilirim. Ama ya söz konusu olan “şehir” gibi bir müşterek alansa? Şehri kendi evim gibi düzenleyebilir miyim?
İşte buna kamusal nitelik üretimi sorunsalı diyoruz. Kamusal niteliğin üretimi belli koşullar, ilkeler, yöntemler gerektiriyor.
Kamu-özel karışımı ilişkilerde şehir planlama, mimari proje gibi uzmanlık pratiklerindeki düz anlamın “şehrin gelişmesini akılcı ve stratejik bir şekilde düzenlemek, doğal ve kültürel mirası korumak” olduğunu varsayarsak, yan anlamının da iktidar ile imtiyaz ve kariyer fırsatları elde ederek şehrin resmi aklını koşullandırmak olduğunu söylemek mümkün. Eğer uzmanlar kendi kamu yararı kavramlarını temsil eden bir sivil toplum kesimi gibi davranıyorlarsa.
Bu durumda aldatıcı bir sonuç ortaya çıkıyor ve itirazlar görüntüye, yani içeriğe sıkıştırılıyor.
Geriye yalnızca itiraz etmek kalıyor. Projeleri yöneticiler yapıyor zannediyoruz. Oysa bu aldatıcı. Sivil topluma sonuçları tartışmaya çalışmak kalıyor. Oysa burada daha komplike, kamu ile özelin iç içe geçtiği oligarşik ilişkiler var.
Burada gözden kaçan önemli nokta, kamu çalışanlarının -çıkar karşılığı- özel hastanelere yönlendirme yapması. Oysa "hem kamu, hem özel çıkar kuruluşu-kişisi olabilir mi" olmalıydı, asıl soru.
HEM KAMU, HEM ÖZEL ÇIKAR KURULUŞU-KİŞİSİ OLABİLİR Mİ?
Şehirlerin milyarlarca liralık atıksu projelerinden, gene milyarlarca liralık kötü bir tesisat projelerini andıran ulaşım projelerine, kentsel dönüşüm ve restorasyon projelerine, hepsini bu oligarşik yapılar yönetiyor.
Ülke ticarileşen sağlık sektörünün nasıl onlarca bebeğin hastanelerde canice öldürülmesine yol açtığını konuşuyor. Şundan da, yani şöyle bilinmesinden korkuyorum: "Bu ülkede cani insanlar var, o yüzden bu tür skandallar oluyor." Doğru. Ama bunlar yalnızca sonuç.
Burada gözden kaçan önemli nokta, kamu çalışanlarının -çıkar karşılığı- özel hastanelere yönlendirme yapması.
Oysa "hem kamu, hem özel çıkar kuruluşu-kişisi olabilir mi" olmalıydı, asıl soru.
Mesela hem kamu görevi yaparken -diyelim ki bir kamu kuruluşunda ya da imar izinlerini veren bir belediyede çalışırken ya da bir koruma kurulu üyesiyken- hem de mimari proje işleri alamazsınız. Bu tür bir ilişki, yani kamu görevini şahsi kariyer, çıkar için kullanmak hukuk toplamlarında yapılamaz şeylerdendir.
Gözümüzde canlandırmak için örnek üzerinden gidelim: Bir güvenlik görevlisinin kimliğini, elindeki silahı “özel işlerinde kullanması” (örneğin gönlü istediği gibi ya da çıkarına göre kullanması) mümkün olabilecek bir şey değildir, mesela. Kamu düzeninin olması, kendisini koruması için böyle bir şeyin olmaması gerektiğini herkes bilir.
Bir yarışmada hem mimar, tasarımcı, sanatçı, hem de seçici kurul üyesi olamazsınız. Bir ihalede hem şirket temsilcisi, hem ihale komisyonu başkanı olamazsınız. Hem bir belediyede imar işleri yöneticisi, hem müteahhit… Hem bir kamu kuruluşu yöneticisi, hem bir sivil toplum kuruluşu, vakıf başkanı ya da şirket yöneticisi…
Örneğin hem kamu kuruluşu temsilcisi, hem içerik, proje üreticisi olamazsınız.
Hem kamunun kültür işlerini yönetirken, hem de kamu imkanları ile hakim konumunuzu kullanarak etkinlikler düzenleyemezsiniz.
Kamu imkanlarıyla, kariyer fırsatlarıyla, kurumsal ilişkileriyle bir çalışma yapıp bunu tekrar kamuya satamazsınız.
Kamusal bir kimliğin özelleştirilmesi meselesi anayasal bir sorundur. Bu nedenle kamu-özel karışımı ilişkiler hukuk toplumlarında yasaklanmıştır.
Bu tür bir ilişki anayasal eşitlik prensibinin ortadan kalktığı, iptal edildiği anlamına gelir. Hukuk toplumlarında kamu yönetimleri ile özel alanda olan yaratıcı işler arasındaki ilişkileri meslek kuruluşları düzenler.
Demokratik bir hukuk devletinde kamu tarafı, yerel halkın temsilcileri kamusal nitelikli ve açık uçlu olan “çerçevelendirme” işlevini yerine getirir, yani amaçları belirler. Proje ya da içerik üretimini ise bağımsız olması gereken uzmanlar, mimarlar, sanatçılar, kültür yöneticileri yerine getirir. Ne yapılacağı ortaya çıktıktan, belirlendikten sonra kapalı uçlu süreçlere, ihale ile uygulama işlerine geçilir. Ne yapılacağı bilinmeden, kamusal nitelikli süreçler gerçekleşmeden ihale yapılamaz.
Kamu gücünü kullananın içerik üretimine müdahalesi ise yalnızca ilkeler, amaçlar, yöntemler düzeyinde olur.
Oysa bu ülkede hem kamuya ait kurumların adını, ünvanını, kariyer fırsatlarını, ilişkilerini kullanıp, hem de danışmanlık, proje işleri almak mümkün. Hatta bırakın bu tür bir durumun ilkelere aykırı görülmesini, sanki arzulanan bir şey. Burada kimse kamuya ait olan bilgilerin, ünvanların, imkanların özelleştirilmesine, satılmasına ses çıkarmıyor. Ses çıkarmak şöyle dursun, kamuya ait olanın gasp edilmesini onaylıyor. Bir hukuk rejiminde böyle bir şey olmaz. Olduğu takdirde de bütün meslek örgütleri ayağa kalkar.
Hukuk toplumlarında birtakım yapılabilir şeyler vardır. Bir de yapılamaz şeyler.
Yalnızca kanunla yasaklanmış oldukları için değil. Aynı zamanda rasyonel akıl, kamusal nitelik üretme anlamında. İşte bu ilkelere “hukuk” diyoruz.
Yorum Yazın