Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman, Türkiye’de bir ideale dönüştürülen sağ parti olgusunu ve geleneğini partiler, aktörler ve siyasi gelenek içinden analiz ediyor.
Son zamanlarda üstünde çok konuşulan bir konu, orta sağda yeni bir partinin oluşumu. Öyle anlaşılıyor ki, son seçimlerde, eski tabirle, artık büsbütün ‘buçuk parti’ durumuna düşmüş partiler bir araya gelecekler, kendisine yeni bir yol arayan, son dönemlerdeki Türk siyasetinin en büyük hatalarından biri olan İyi Parti ile birleşecekler, bazı siyasi mühendisliklerle ortaya yeni bir sağ, orta sağda bir parti çıkaracaklar. Türkiye gibi ülkelerde de çok daha gelişmiş olduğunu düşündüğümüz ABD gibi ülkelerde de siyasetin şekillendirilmesi bazı siyaset dışı güçlerle ilişkili olduğundan ve bu yargı bir komplo teorisinin çok ötesinde bir gerçek niteliği taşıdığından herhalde bazı eller bazı denklemleri kuruyordur. İşin beni ilgilendiren yanı da o noktada başlıyor: Türkiye’de gerçek bir orta sağ partiye ihtiyaç var mı, varsa bu ihtiyacın anlamı nedir?
DP’yi Türk siyasi hayatında başlı başına bir kutba çeviren dört unsurdan söz etmek gerekir. … Diğer önemli tarihsel vaka DP’nin kurulmasını sağlayan temel çıkıştır: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu.
DP’nin parametreleri, Türk sağının kurucu ve kalıcı unsurları
1950 sonrası Türk siyasal ortamını değerlendiren birçok kitap yazıldı. Onlardan birini de ben yazdım, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi. Tamamen kuramsal birinci cilt bir yana, ikinci ciltte Demokrat Parti dönemini, o partinin niteliğiyle birlikte ele aldım. Hemen belirteyim ki, kim ne söylerse söylesin ve bilmiş bir edayla kestirmeden nasıl tanımlarsa tanımlasın DP, anlaşılması, nitelendirilmesi, çözümlenmesi çok zor bir parti. Amerikalıların tabiriyle DP’yi catch-all parti diye görmek de mümkün, CHP’nin biraz daha liberal bir seçeneği olarak görmek de. (İşin ilginç yanı kurucular yaptıkları ilk toplantıda DP’yi, ‘CHP’nin iki parmak solunda’ diye tanımlıyordu ve dönemin sol dergileri yeni kurulan partiyi destekliyordu.
En çarpıcı olanı o sıralarda Türkiye’nin en sol gazetesi olan Tan’ı çıkaranZekeriya Sertel’le Menderes ve Bayar’ın iş birliği yapmasıdır. Yeni kurulan parti, Pertev Naili Boratav’ın, Sabahattin Ali’nin, Esat Adil’in, Aziz Nesin’in, Behice Boran’ın, Niyazi, Berkes’in yazacağı Görüşler dergisini Zekeriya Sertel’le birlikte çıkaracaktır. Menderes’in yanında Celal Bayar vardır ve aynı Bayar 1938’de Zekeriya Sertel’in Tan gazetesini üç ay süreyle kapattırmıştı. 1945’teki yakınlaşma bir oportünizm midir başka bir ideolojik gerçeklik içermekte midir sorusu henüz yeterince aydınlatılmamıştır.)
DP’yi Türk siyasi hayatında başlı başına bir kutba çeviren dört unsurdan söz etmek gerekir. Birincisi, DP kuşkusuz 1923-1945 arasındaki baskıya ve tek-parti diktasına karşı toplumsal bir tepkiydi. Oysa 1945-1950 arası o dikta anlayışı bakımından daha da zorlu geçecekti. İkincisi, DP, 1950’de, diğer nedenlerden çok daha etkili bir nedenden ötürü iş başına gelmişti. Zamanında eski Dışişleri Bakanı Prof. Turan Güneş’in de saptadığı üzere ‘genel oy’ ilkesi nedeniyle ve o güne kadar gelen ‘açık oy gizli sayım’ yöntemini tersine çeviren ‘gizli oy açık sayım’ kuralınca, bir de CHP’nin kendi çıkarları için hazırladığı çoğunluk sistemi sonucunda iş başına geldi. Üç, O tarihte DP’nin ideolojisi neydi diye sorulursa sert, somut, katı bir yanıt vermek çok güç olur. DP, diktaya ve tek parti yönetimine karşılık ‘hür teşebbüs’ü savunan ve daha ziyade çok partili sistemi söz konusu eden, karma ekonomiye karşı çıkmayan bir partiydi. CHP ilkeleriyle hiçbir çelişkisi yoktu. Kadroları, Atatürk döneminde CHP ile bütünleşmiş kadrolardı. (Bizzat Menderes’i Serbest Fırka günlerinden sonra Atatürk parlamentoya taşımıştı.)
Dördüncüsü karmaşık bir konu. ‘Yukarıdaki’ bu DP’ye karşılık ‘aşağıda’ yani tabanda DP’yi belirleyen iki önemli olgu vardı. Önce, DP, CHP döneminde Türkçe okutulan ezanın yeniden Arapça okutulmasına izin vermişti. Bayar’ın CB olarak reddetmediği Parlamento kararı bu dönüşümü sağlarken, tabanda yer alan Müslüman, mütedeyyin çevreler kendilerine sığınacak liman olarak DP’yi görmüştü. Bu beklenmeyen bir hamleydi. Keza, DP’nin Halk Evlerini kapatması da CHP ile bağlarını atan diğer önemli olguydu. Aynı çevreler bu iki hamleyle DP’yi kendilerinin saymaya başlamıştı ki, bu tutumun önceden tasarlandığını söylemek çok güçtür.
Diğer önemli tarihsel vaka DP’nin kurulmasını sağlayan temel çıkıştır: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu. CHP’nin 1929-1945 arasında birçok nedenle ayrı ayrı oluşumlar içinde ezdikçe ezdiği, dışladığı küçük köylülükle barışmak üzere getirdiği o teklife büyük toprak çevreleri karşı çıkınca, o çevre, büyük toprak ağaları çevresi, DP’nin CHP içinde şekillenen doğal tabanı oldu. Geçerken söyleyeyim, ne öyle bir kanuna konjonktür, strateji ve politika olarak zorunluluk vardı ne de CHP ilk tepkileri alınca uzlaşma yoluna gitti. CHP o işi çok daha farklı bir yaklaşımla halledebilirdi. Beklemediği tepkiyi görünce tek parti anlayışının dediğim dedikçi tutumuyla hareket etmesi parti içindeki büyük burjuvaziyi ayrı çözümler aramaya itti.
‘Solun panzehiri’ olarak görülen dinsel çıkışlar da dahil olmak üzere her türlü geleneksel yaklaşımla ittifak edilirken 1945-50 arasındaki büyük sol kırımına yol açan (DTCF’deki olaylar o kırımın somutlaşmasıdır) geleneksel CHP/devlet ideolojisi var gücüyle sürdürülmüştür. Ve DP eliyle sürdürülmüştür. Böylelikle sol/culuk düşmanlığı CHP’ye ait olmasına rağmen DP’ye oradan da Türk sağına intikal etmiştir.
Ardından başka bir mesele geldi. DP, 1950’ye kadar demokrasi vurgularıyla iş başına gelince, aslında CHP için hazırlanmış Marshall Planının olanaklarını köylülük için kullandı. Kısa sürede tarım ve sanayi gelişmesi, merkantilizmi hazırlayacak yol şebekesinin yapılması, üretimi artıracak sulama sistemlerinin, barajların devreye girmesiyle nispi refaha eren köylü DP’nin adeta doğal tabanını oluşturdu. DP artık bir yandan büyük toprak mülkiyetinin tarım sanayine, cılız tarım endüstrisinin taşra burjuvazisine dönüşmesine öncülük ederken, çıkarları onunla taban tabana zıt olabilecek küçük köylülüğü de ana dayanağı yapabildi. Ama 1950-60 arasındaki büyük altyapı dönüşümü sahibi olan partiyi iktidarda tutacaktı, bu kaçınılmazdı.
DP’nin ideolojisi sadece bu kesitte teşekkül etmiyor. Türkiye’nin daha sonraki ekonomi-politiğini de sosyo-kültürel ve sosyo-politik yapısını da tayin edecek olan Amerika-NATO ilişkisi ve git gide yoğunlaşan Soğuk Savaş, bu partinin ekonomik temelde muğlak olan ideolojisini, 1951 tevkifatıyla birlikte CHP’nin dolayısıyla hâkim devlet ideolojisinin geleneksel sol karşıtı anlayışıyla bütünleştirmiştir.
‘Solun panzehiri’ olarak görülen dinsel çıkışlar da dahil olmak üzere her türlü geleneksel yaklaşımla ittifak edilirken 1945-50 arasındaki büyük sol kırımına yol açan (DTCF’deki olaylar o kırımın somutlaşmasıdır) geleneksel CHP/devlet ideolojisi var gücüyle sürdürülmüştür. Ve DP eliyle sürdürülmüştür. Böylelikle sol/culuk düşmanlığı CHP’ye ait olmasına rağmen DP’ye oradan da Türk sağına intikal etmiştir. 1951’de Nazım Hikmet’in yurt dışına çıkışıyla başlayan dönem 1960’a kadar devam etmiştir.
1983’te ortaya çıkan ve daha çok AP’de yetişmiş kadroların hazırladığı parti yani ANAP, öncülünün (AP’nin) küçük köylülük ve taşra burjuvazisi üstünden geliştirdiği politikalara dönük bir iç tepkiyi yansıtıyordu. ANAP’ın ana iddiası dört diyordu ama esasen üç sağ ideolojiyi (laik, dinci, ırkçı) bünyesinde barındırmasıydı.
DP’den ANAP’a, yeni sağ
Bu çerçeve Türkiye’deki geleneksel sağ siyaseti tanımlamaya yeter. Öbür taraftan, Türkiye’de sol siyasetin ideolojik arayışlarına mukabil sağ siyasetin benzeri bir eğilimi olmamıştır. Sağ siyaset kendisini daima bir pragma bir praksis içinde tanımlamıştır. Son derecede önemli bir unsurdur bu ve sağcılık dendiğinde akla gelen üç büyük alandan söz edilebilir. Birincisi, kalkınmacılıktır. DP döneminin ABD’den gelen yardımlarıyla başlayan bu sürecin küçük köylülük üstündeki etkisi görüldükten sonra kalkınmacılık özellikle izleyen AP dönemlerinde vazgeçilmeyen ve o kitleyi yedekte tutmaya yarayan ütopist bir yaklaşımdır.
İkinci unsur dindir. Sağ siyasetin evrensel diyebileceğimiz dokusuna uygun olarak o kanadın Türkiye’deki ideolojik tercihi dindarlıktan yanadır. Üçüncü alan daha çok 1939-1945 arasında gelişen ırkçı/milliyetçi, elbette şoven yaklaşım 1968 dolaylarında Soğuk Savaşın kızışmasıyla birlikte başlı başına ideolojik bir nitelik kazanarak, merkez sağ partilerin dayanağı haline gelmiştir. Böylece ortaya temel Atatürkçü değerlerle barışık, Batıcı ve laiklik konusunda sorunu olmayan merkez/orta sağ ile onun iki yedeği olan dinci ve ırkçı sağ çıkmıştır. Dinci sağın merkez sağın ifade ettiğinden çok daha katı ve ödünsüz şekilde dile getirdiği anti-emperyalist yani anti-Batıcı kalkınmacılık ütopyasına mukabil ırkçı sağın bu anlayışla uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.
Burada ilginç olan orta sağ bir parti olarak ANAP ve getirdiği temel çelişkidir. 1983’te ortaya çıkan ve daha çok AP’de yetişmiş kadroların hazırladığı parti yani ANAP, öncülünün (AP’nin) küçük köylülük ve taşra burjuvazisi üstünden geliştirdiği politikalara dönük bir iç tepkiyi yansıtıyordu. ANAP’ın ana iddiası dört diyordu ama esasen üç sağ ideolojiyi (laik, dinci, ırkçı) bünyesinde barındırmasıydı.
Dördüncüsü solculuktu. Bazı eski solcuların ANAP kadrolarına yerleşmesi dışında ANAP’ın elbette solla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bunu da dönemin (1980’lerin) ruhuna uygun şekilde ‘ideolojilerin sonu’ kavramıyla açıklıyordu. O boş iddia bir yana, kritik noktayı bizdeki sağın temel çelişkisi meydana getiriyordu. ANAP, yine dönemin ruhuna uygun şekilde ‘liberal’ tezleri savunan bir parti olduğu iddiasındaydı. Daha doğrusu ‘liberalizmi’ benimsemişti. Bunu Yeni sağ ve neo-liberal politikalar diye ikiye ayırmak gerek.
Sonuç olarak 24 Ocak kararları kontrol ekonomisini devre dışı bırakırken geleneksel liberal ekonominin tanımladığı ‘minimal devlet’ anlayışının iç çelişkilerine doğru açılıyordu.
Yeni Sağ, Amerika’da icat edilmiş bir kavramdı ve doğal olarak muhafazakarlığın yeni modelini inşa ediyordu. Tartışılacak bir şey yoktu. Özellikle Amerika, 1968-1980 arasındaki sol açılımı Reagan döneminin getirdiği, büyük ölçüde AIDS salgının etkisi altında vurgulanan aile, tek eşlilik, sadakat, yurtseverlik gibi kavramlarla Yeni Sağı canlandırıyordu. Neo-liberalizm ise 1979’da Thatcher’la başlamıştı ve Amerika’yı da Avrupa’yı da Hayek-Friedman ekonomik modelleriyle etkisi altına almıştı. Geleneksel liberal kuramların, özellikle Adam Smith’in ‘görünmez el’ ve ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ anlayışı devletçi politikaların aşılmasını amaçlıyordu. Sihirli, büyülü sözcük ‘serbest piyasa’ (ekonomisi) idi.
Buraya kadar sorun yoktu, varsa da kendi içindeydi. Demirel, 1980 darbesi öncesindeki dönemde Özal’ın yönlendiriciliğiyle ‘serbest ekonomi’ yönünde 24 Ocak 1980 kararlarını alırken 1977-80 arasında Ecevit hükümetinin yaşadığı muazzam ekonomik çöküşün müsebbibi olan İstanbul burjuvazisine ve sanayi burjuvazisine verdiği sözü yerine getiriyordu. Özal, Demirel 1950’lerden beri Özal’ın ‘ağabeyi’ydi ve onu 24 Ocak politikalarını hazırlaması için devletteki görevlerine patronların sendikası olan MESS Başkanlığından getiriyordu. (O kadar patronlar kulübüydi ki, işçiler sokakta ‘DGM’ye (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) kapattık sıra MESS’te diye bağırıyordu.) Oraya da Sabancı Holding koordinatörlüğünden geçmişti. Sonuç olarak 24 Ocak kararları kontrol ekonomisini devre dışı bırakırken geleneksel liberal ekonominin tanımladığı ‘minimal devlet’ anlayışının iç çelişkilerine doğru açılıyordu.
Çelişki, minimal olması gereken devletin gücü ve etkinliği hem kaynak dağılımı ve servet transferi konularında hiç görülmedik ölçüde müdahaleci olması (Demirel’in bir arazinin zamanın Tercüman Gazetesi'nin sahibi Kemal Ilıcak’a verilmesi verilmesi hakkında ‘verdimse ben verdim’ demesi hala çarpıcıdır) hem Yeni Sağ politikalar bağlamında ve 12 Eylül anayasasının tesiri altında yüceltilmesi hem de büsbütün tayin edici roller üstlenmesiyle yaşanıyordu. Kısacası ekonomik liberalizmi hiç desteklemeyen bir ‘güçlü devlet’ söylemi söz konusuydu ve bu anlayış Türk sağının daima fetişleştirdiği ‘devlet ebet müebbet’ anlayışıyla iç içe geçmişti. Ne var ki, o anlayış Türk sağının Özal gibi ilginç bir kişiliğin hakimiyetinde dahi gerçek bir liberal dönüşüm yaşamasını engelleyen en önemli çelişkisidir.
Özal dönemi kentli, Batılı kılıf içindeki son sağ hamledir ve bu hamle DP-AP ekseninde kurulmuş muhafazakârlık-kırsal alan ilişkisinin eksik kalmış dönüştürümüdür. Bununla birlikte ANAP dönemi gerek Kürtçülük politikasında gerekse uluslararası ilişkilerde ve dış politikada ortaya koyduğu hamlelerle Kemalizmin bir versiyonu olarak görülebilecek sağ anlayıştan ciddi bir kopuşu temsil eder.
Yine de ANAP’ın Türk sağına önemli ve özgül bir katkıda bulunduğunu saptamak gerekir. Özal, Türk sağında ‘Müslümanlığı’ ilk kez şehirli yapan kişidir. Kırsal alan hâkim kültürünün en önemli parametresi olan Müslümanlık, Özal’la birlikte şehir/li yaşantısının bir parçası haline gelmiş, Müslümanlık Batılı/laik yaşam tarzının da içerebileceği, kapsayabileceği, soğurabileceği bir unsur olarak görülmeye başlanmıştır. Özal’ın ‘din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, girişim özgürlüğü’ olarak özetlediği sağ yaklaşım esasen muhafazakarlık kavramına da meşruiyet ve yine kentlilik kazandırıyordu. O dönemin, bugün de muhafazakârlık-Anadolu-kent ilişkisi açısından ek yorumlara gösterdiği büyük bir ihtiyaç söz konusudur.
Kısacası, Özal dönemi kentli, Batılı kılıf içindeki son sağ hamledir ve bu hamle DP-AP ekseninde kurulmuş muhafazakârlık-kırsal alan ilişkisinin eksik kalmış dönüştürümüdür. Bununla birlikte ANAP dönemi gerek Kürtçülük politikasında gerekse uluslararası ilişkilerde ve dış politikada ortaya koyduğu hamlelerle Kemalizmin bir versiyonu olarak görülebilecek sağ anlayıştan ciddi bir kopuşu temsil eder. Hatta Sovyetik bir model olarak görülebilecek Kemalizmle ilk ve derin hesaplaşmanın temsilcisi ve ondan kopuşun odağı da yine ANAP’tır.
Başka bir şekilde ifade edersek Özal’ın açılımı esasen bürokratik vesayeti ortadan kaldırmaya dönüktü. Bunu çok bilinçli şekilde yapmıyordu. Orada da pragmatik davranıyordu. Yaklaşımı sistematik değildi ama ‘sistemikti’. Asker-sivil vesayetin bürokratik açılımlarını kırmak için konjonktür Özal’a yardımcı olmuştur. Yeni teknolojik atılım, iletişim teknolojisindeki dönüşüm ve gelişme, erken dönem küreselleşme arayışı Özal’ın katı, dar kesimli, içine kapalı, sağdan da gelse seçkinci vesayetle iç içe geçmiş devlet anlayışına tepki göstermesinde etkendi. O arada bizzat şahsiyet olarak Özal çok önemli bir nitelik taşıyordu. Menderes ve Demirel’den sonra gelen kitlesel sağ siyasetin lideriydi ve dindarlığı itibariyle çok ilginç bir özelliğin de son halkasıydı. Demirel Menderes’e göre, Özal da Demirel’e göre daha dindardı. (Erdoğan hepsinden daha dindar olacaktı.) Cumhuriyet ideolojisi içinde şekillenmiş bu liderlerin inanç grafiği o ideolojinin boyutları hakkında da bir fikir vermektedir.
Demirel ve Özal’ın görüşlerinin hazırlanmasında biraz da gördükleri Amerika’nın tesiri vardı. Çok somut ve zorlayıcı bir koşuldan söz ediyorum. … Belki daha liberal düşünceyi içtenlikle benimsemişlerdi ama onun felsefi temelleri hakkında bilgi sahibi değillerdi. Oysa siyasal bilincin ne kadar etkili olabileceği Türkiye’de Ecevit örneğinden anlaşılabilir.
ANAP hamlelerinde eksik kalmıştır dedim. Nedeni çok açık: Özal diğerleriyle mukayese edilmeyecek kadar geniş vizyonuna ve Türkiye’nin Batı ve güncel teknolojiyle entegrasyonundaki yaratıcılığına rağmen ne Demirel kadar yatırımcı bir kişilikti ne de getirdiği görüşleri toplumsallaştıracak ‘kültür’ birikimi vardı. ‘Kültür birikimi’ kısıtlaması tüm sağ liderler için geçerlidir. En büyük kısıtı, yetersizliği, çaresizliği ise kent burjuvazisinin henüz onu taşıyacak kapasitede olmamasıydı. (Sonradan Cem Boyner yeni bir ANAP/Özal modeli olarak kaçan kuşa ökse kurmaya çalışacaktı. Yeni Demokrasi Hareketi bütünüyle bir Özal ‘restorasyonuydu’, Özal’ın yarım kaldığı düşünülen hamlesini daha ileri taşıma girişimiydi.)
Daha ileri gitmeden çok önemli gördüğüm şu ‘kültür birikimi’ konusuna değinmeliyim. Sağ liderlerin tamamı meselelerini ve iddialarını sağa ait bazı parametreleri kabul dışında tamamen ‘yol boyunca’ oluşturmuştur. Tüm liderler önce kavramları sonra çözümleri el yordamıyla, sezgileri, zekâları ve yolda ilerlerken, Türk sağının kendisine özgü pragmatizmiyle buluyordu. Demirel ve Özal’ın görüşlerinin hazırlanmasında biraz da gördükleri Amerika’nın tesiri vardı. Çok somut ve zorlayıcı bir koşuldan söz ediyorum. Örneğin 1965’in Demirel’i için Anayasa Mahkemesi, ve kendi ifadesiyle ‘taylar’ (Danıştay, Yargıtay, Sayıştay) ayak bağıydı, askeri darbeyle devrilen Şili lideri Allende için ‘eyi gitti eyi’ diyebilecekti. Belki daha liberal düşünceyi içtenlikle benimsemişlerdi ama onun felsefi temelleri hakkında bilgi sahibi değillerdi. Oysa siyasal bilincin ne kadar etkili olabileceği Türkiye’de Ecevit örneğinden anlaşılabilir.
Böylece 1990’larla başlayan ama bilhassa 2000’lerde şekillenen bir hareket içinde, toplumunun sınıf ve ekonomi yapısı ancak 1950’lerle mukayese edilecek düzeyde değişmiştir. Ortaya birbirinden farklı üç temel dürtü çıkmıştır. Bunlar kültürel, ekonomik ve sosyolojik dürtülerdir.
Akpartinin zemini ve sahnesi: kültürden sosyolojiye
ANAP’ın ardından gelen AKP’ye onu hazırlayan bunalımlı 1990’lara şimdi geriye dönüp bakınca insan bütün o çalkantıların çok önemli, çok ciddi bir toplumsal dönüşüm ihtiyacının dışa vurumu olduğunu görüyor. Şaşırtıcı gelebilir ama daha önce Türk Sağı ve AKP isimli kitabımda uzun uzun tartıştığım gibi Akpartinin belirmesi, işlev kazanması yarım kalmış üç projenin tamamlanmasıydı.
Söz konusu üç projeden biri ve önemlisi kırsal alan nüfusunun kente göçürülmesi, devletten nispeten bağımsızlaşmış Anadolu sermayesinin devlet tarafından desteklenmesi veya devletle kaynaştırılması ya da devlete nüfuzunun sağlanmasıdır. Tüm bunların geleneksel sağ politikaların aracı ve meşrulaştırıcı unsuru olan yatırım, büyüme, kalkınma politikalarıyla desteklenmesi gerekiyordu. Öyle de oldu.
İkinci önemli unsur, DP-AP geleneğinin dayandığı köylülükle ve onun dönüşümü sonucunda ortaya çıkmış taşralılıkla ilgiliydi. Köylülük geleneği, 2000’lere hatta 1990’lara geldiğinde tamamlanmıştı. Demirel’in son başbakanlık dönemi olan 1991-1993 arasında çok ciddi şekilde bocalamasının bir nedeni bürokrasi kadrolarının ve devlet yapısının, işleyişinin değişmesiyse bir nedeni de köylülüğün artık ses geçirmez hale gelmiş olmasıydı. Akparti, o kitlelerin kente taşınmasını (ki, 1983 sonrasında başlamıştır, sadece İstanbul nüfus dönüşümü bile çok dikkate değer bir işarettir) sağlamıştır. Kent çevresine hazırlanan uydu kentlere yerleşen kitleler Akpartiyle tam bir simbiyoz (ortakyaşarlık) ilişkisi yaşamıştır. AKP onlara iş, aş ve daha fazlasıyla gelecek umudu ve hayali vermiş, bunları ideolojşik/kültürel bir söylemle sağlamış, onlar da AKP’ye oy sağlamıştır. Ana sorun o kitlelerin bu defa kent merkezine taşınmasıydı. 1950 sonrası her iktidar döneminde göç ve gecekondu mevcuttur. Fakat kitlelerin ikincil kimlikler veya özneler olarak değil, kent merkezinde kendileri olarak mevcudiyetini bu ölçüde sağlayan ve güçlendiren parti AKP’dir.
Üçüncü önemli unsur tam da bu noktada teşekkül eder. Yeni çaba, Kemalist dönemin DP-AP ve kısmen ANAP gibi sağ partiler aracılığıyla da sürdürülen politikalarının bu defa açıkça eleştirilmesi ve yeni sosyolojik kitlelerin ideolojik kitlelere dönüştürülmesiydi. Bu gelişme, doğrudan doğruya dindarlık/Müslümanlık/İslamî denilmesinden çekinildiği için, başlangıçta muhafazakârlık kavramı, ardından da mütedeyyinlik kavramıyla açıklanacaktı. Laiklik tartışmaları ise sanıldığı gibi salt politik, salt ideolojik bir kavram değildi. Elbette öyleydi ama, onlardan çok daha fazlasıyla sosyolojik bir kavramdı. Laikliğin karşıtı veya Derrida’nın kavramıyla söyleyeyim kurucu dışarısı gibi duran başörtüsü esasen kırsal alan kitlelerinin kendilerine ait kimliklerle Beyaz Türklerin hâkim olduğu kamusal alanla kaynaşmasının, bütünleşmesinin ve o zeminlerde kendi özerkliklerini korumasının bir aracıydı. Böylelikle Türkiye’de ilk kez sosyolojik kitle, ideolojik kitleyle bu derecede geniş bir örtüşme yaşıyordu.
Böylece 1990’larla başlayan ama bilhassa 2000’lerde şekillenen bir hareket içinde, toplumunun sınıf ve ekonomi yapısı ancak 1950’lerle mukayese edilecek düzeyde değişmiştir.
Ortaya birbirinden farklı üç temel dürtü çıkmıştır. Bunlar kültürel, ekonomik ve sosyolojik dürtülerdir.CHP maalesef bir sol parti olmayarak, o dönemde sadece kültürel unsurlarla ilgilenmiş, sadece başörtüsü ve laiklik planında kalmış onu da sadece bir kültürel kod olarak değerlendirmeyi seçmiştir. Oysa daha önceki DP-AP geleneklerine nazaran şüphe götürmez şekilde daha radikal bir sağ parti olan AKP ise sosyolojik ve sosyo-ekonomik meselelerle meşgul olmuştur.
Bu değerlendirme AKP’nin kültürel dönüşümle ilgilenmediği anlamına gelmez. Niçin gelsin? Hatta tam tersine kültürel olgular AKP için CHP için olduğundan daha da önemlidir. Aradaki fark AKP’nin kültür kodlarını sosyolojik hale getirmesi ve Kemalist hareketle mukayese edilmeyecek ölçüde geniş bir tabana oturtmasıdır. Kısacası, ortada kültürü diğer dönüşümlerin uzantısı olarak gören bir parti mevcuttur.
Cumhuriyet ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ derken sanıldığının aksine bir sözleşme yapmamaktadır. Her şeyden önce hiçbir egemenlik kayıtsız ve şartsız olamaz. Sözleşme kayıt ve şartın ifadesiyle başlar.
Sözleşmeler, milli irade ve sağ
Cumhuriyet sonrası dönemin en hassas konusundan söz ediyoruz. Cumhuriyetin doğrudan doğruya kendisi tüm ekonomik arayışlarına ve çabalarına karşın bir kültürel projedir. Tüm kapasitesi ve kısıtlamaları bu gerçekte saklıdır. Cumhuriyetin ideolojik üstyapısı olan Kemalizm siyasal açılımıyla da ‘inkılaplar’ıyla da kültür dönüşümü üstüne oturan bir toplum mühendisliğidir. Taşıyıcı sınıfları olarak 1908 sonrasının yeşerttiği burjuvaziyi seçmiş, elitlerin rızasına dayalı bir yeni modeli denemiştir. 1929 ekonomik buhranı da küçük köylülükle olan tüm bağını koparan bir faktörüdür.
Ne yapalım ki, gerçek gerçektir. Kültürel tüm toplum dönüşümleri, radikal olabilirler ama içlerinde bir muhafazakarlığı içerir. Bu muhafazakarlığın tutuculuk olması gerekmez. İçe kapanmak da korumacı bir yaklaşımdır. Cumhuriyet, laiklikle, solla olan ilişkisinde ve özellikle Kürtlere dönük anlayışında muhafazakardır. Bu üçlünün dayanağı ulus devlet ve yurttaşlık, daha doğrusu ulusal yurttaş tezleridir. Yurttaşın inşası Türklük ve inkılaplar üstünden sağlanacaktır. Böylesi bir anlayışı kültürel bir kurgu olarak görmemek olanaksızdır. Ne var ki, çok yazıldığı üzere, devlet, bir sözleşme çerçevesi içinde yurttaşa tabi değildir. Cumhuriyet, hamasi değerlendirmeleri bir yana bırakırsak, sözleşmesizdir. Tek sözleşme yurttaşın devleti kabulünü öngörür. Cumhuriyet ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ derken sanıldığının aksine bir sözleşme yapmamaktadır. Her şeyden önce hiçbir egemenlik kayıtsız ve şartsız olamaz. Sözleşme kayıt ve şartın ifadesiyle başlar. İkincisi, egemenliğin millete verilmesi bağımsız öznelerden oluşan yani yurttaş fikrine ve çekirdeğine dayalı bir anlayışa tekabül etmez. Kısacası ortada liberal bir tez bulunmaz.
Türk sağı bu kurguyu aynen devralmıştır. Dokunulmaz, kutsallaştırılmış bir devlet tüm sağ eğilimlerde hakimdir. Asıl sorun ve tartışma millet egemenliği üstünde cereyan eder. Dilbilim ve kelimelerin tartımı çok önemlidir. Millet egemenliği zamanla milli egemenliğe ondan sonra da milli iradeye dönüşmüştür sağ söylemde. Tanım özünde milleti dile getirir, burası kesindir ama ‘irade’ kavramının Rousseaucu ‘volonté’ (İngilizcesi ‘will’) anlamında kullanılıp kullanılmadığı meçhuldür. Egemenlik kavramının irade kavramına dönüşümü de dikkat çekicidir. Spekülatif bir iddiada bulunayım. Bu savı dile getirenler muhtemelen egemenliğin devlette olduğunu bildiği için iradenin millette olduğunu belirtiyordu. Ama millete ait bir iradeden de değil soyut ve öznesiz bir milli iradeden söz ediyorlardı. Milli olanın millete ait olduğu görüşündeydiler herhalde kavramı geliştirenler ama bu denklemin kendi içindeki pürüzleri malumdur. Millete ait olanı milli olana devrettiğiniz anda yurttaş denklemden düşer. Yine de milli irade kavramı siyasal seçkinlere karşı popülist siyaseti geliştiren ve savunanların yükselttiği bir kavramdır ve açıkça Kemalist/Cumhuriyetçi/Tek-Parti anlayışına karşı örtülü bir pozisyonu da içerir. Merkez sağın ana çıkmazı da odur zaten: açıktan eleştirememesi, genetik süreklilikler ve özünde Kemalizmle bütünleşmiş burjuvaziyle iç içe olması.
Türkiye’de Orta Sağ, Beyaz Türklerle yani kentli, iyi eğitimli, yüksek gelirli, Batıcı ve laikçi çevre ve sermayeyle iç içe geçmiş, köylülükle kurduğu ittifakı kentin taşralaşmasıyla terk etmiş, yeni sosyolojilerin ürettiği çok daha din kökenli zihniyetle zıt bir çevredir.
Türk sağının bu yapı özelliklerine bir bilme biçimi (epistemoloji) diyelim. Tekrarlayalım: eğer denklem buysa DP-AP geleneğinin Kemalist kurguyla sürekliliğine de işaret etmiş oluyoruz. Özellikle popülist yaklaşımlardan kaynaklanan bazı ayrıntılar dışında iki ‘ideoloji’ arasında herhangi bir sorun bulunmaz. Demirel’in ‘Nurculuğundan’, Cuma namazlarına gitmesinden, her sabah Kuran okunan bir evde yetişmesinden, İskenderpaşa Cemaatiyle ilişkisinden, Zahit Kotku’yla yakınlığından, Gümüşhanevi Tarikatına bağlılığından söz edilmiştir, bunlar doğrudur ama ‘pragmatist’ Demirel’in hepsini aşarak 28 Şubat’ı icra ettiği, ‘başörtülü okumak isteyenler Suudi Arabistan’a gidebilir’ dediği, laikçi ve CHP’li olarak öldüğü de malumdur. Ayrıca herkesin Atatürk-İnönü çizgisinden bir tutum takınması da gerekmiyor.
Bu belitlerden çıkan sonuç bellidir: Türkiye’de Orta Sağ, Beyaz Türklerle yani kentli, iyi eğitimli, yüksek gelirli, Batıcı ve laikçi çevre ve sermayeyle iç içe geçmiş, köylülükle kurduğu ittifakı kentin taşralaşmasıyla terk etmiş, yeni sosyolojilerin ürettiği çok daha din kökenli zihniyetle zıt bir çevredir. Bu çevreyi açıklamak için kullanılacak en ‘vulger’ ve yumuşak ifade ‘ılımlılık’tır. Şimdiki kuşaklar hatırlamasa bile 1965’ten sonra ‘Ortanın Solu’na açılan CHP’de başı çeken Bülent Ecevit’in ‘solculuğundan’ rahatsız olan Prof. Turhan Feyzioğlu’nun kurduğu ‘orta sağ’ daha doğru bir tabirle sağ Kemalist Güven Partisinden bu yana işleyen bu damarı yani Orta Sağ damarı mevcut nitelikleriyle birlikte ve en geniş manasıyla sağ Kemalist olarak belirlemekte en küçük bir beis olamaz. Feyzioğlu, AP’nin köycülüğünden, tarikat bağlarından, din eğilimlerinden arınmış ‘saf’ bir Kemalizm yapmak istiyordu. Bu bir fark mıdır, farktır ama o kadar bir farktır işte.
Neo-liberal iktidarlar dünyanın her yerinde 1979’da iş başına gelmiştir ve hala devam etmektedir. 45 yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Sağ eğiliminin daha da güçlenerek devam edeceğine dair de facto bir durum karşımızda duruyor. Daha da beteri neo-liberal iktidarların radikal sağa kayarak hakimiyetini canlı tutmasıdır. AKP’yi biraz da böyle düşünmek gerekir.
Yeni orta sağ parti mi?...
Şimdi kurduğum planın en çetrefil noktasını ele alalım. Eğer gerçekleşirse sağ siyasette merkezi tutmayı düşünen, hedefleyen oluşumun, CHP’den farkı ne olacak?
Sorunun yakıcılığı ortada. Ayrıntılı bir tartışmaya girip, fincancı katırlarını ürkütüp, CHP’nin bir sağ partiden farkını ya da farksızlığını ele almayacağım. Soru belli bir gerçekliği kendi içinde yansıtıyor. Gerçekliğin dışında kalan ve CHP ile sağ partiler arasındaki farkı meydana getiren sadece tek bir unsur var. CHP, zaman zaman bir orta sağ partiden daha fazla topluma kapansa bile, Alevi ve Kürt çevrelere nispeten daha açık bir siyaset zeminidir. Atatürkçülüğün sol kanadına bugünkü CHP’nin ne kadar yakın olduğu da partinin sosyalistlerle ilişkisine bakarak cevaplanabilir. Yine de o çevreler CHP’yle zaman zaman can havli içinde bir temas kurar. Dolayısıyla CHP, merkezden, Cumhuriyetten beri devam eden üç korkunun (Kürt ve Alevi, komünizm ve sosyalizm, irtica) temas ettiği ölçüde uzaklaşır. Yoksa Beyaz Türklerin ‘merkez’ anlayışıyla CHP’nin anlayışı arasında bırakın Çin Seddi olmasını karınca kararınca bir fark bile bulunmuyor. Aksi takdirde eski DP-AP ve ANAP içinde o çizgiden gelenlerin bugün CHP’li olmasını başka türlü açıklama olanağı bulunamaz.
Sonuç kendiliğinden türüyor. Türkiye sağı merkezde teşekkül etmiştir. Cumhuriyet tarihinin ve modern siyasetin geliştirdiği bu yapıya iki radikal çıkışla müdahale edilmiştir. Birincisi, dönemin gerçek sosyalist açılımlarına karşı biçimlenen Ortanın Solu politikası ve onun 1973-1980 arasındaki daha da sollaşan çıkışıdır. Fakat o dönüşüm önce sanayi burjuvazisinin Demirel’le anlaşıp üretimi durdurarak 1977-79 Ecevit iktidarını çökertmesiyle, ardından da 1980 darbesiyle bertaraf edilmiştir. Daha sonra ortaya çıkan SHP’deki arayışlar da 1989-91 büyük sol çöküşüyle saf dışı bırakılmıştır. İkinci büyük müdahale olan Akparti iktidarı halen devam etmektedir ve kendi soyunun sürekliliği içinde otuz yılı bulmuş bir hakimiyetten söz ediyoruz. Dışındaki çevre ve kesimler getirdiği sosyo-ekonomik, kültürel ve ideolojik dönüşüm üstünde düşünmediğinden ve o iktidarı berkiten unsurları anlayarak ortadan kaldırmadığından AKP’nin iktidarı ama şöyle ama böyle ayaktadır.
Hiçbir siyaset hele böylesi bir kitle siyaseti birileri istediği için oluşmaz ve sürmez. Her iktidarı perçinleyen bir sosyolojik taban ve tarihsellik vardır. AKP’nin gerçeği de burada aranmalıdır. AKP iktidarı biraz da neo-liberal iktidarların sürekliliğine benzer bir pozisyondadır. Berlin Duvarı 1959’da yapılıp 1989’da yıkılmıştır. Otuz yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Neo-liberal iktidarlar dünyanın her yerinde 1979’da iş başına gelmiştir ve hala devam etmektedir. 45 yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Sağ eğiliminin daha da güçlenerek devam edeceğine dair de facto bir durum karşımızda duruyor. Daha da beteri neo-liberal iktidarların radikal sağa kayarak hakimiyetini canlı tutmasıdır. AKP’yi biraz da böyle düşünmek gerekir.
Georges Clemenceau’nun ‘mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur’ sözü biraz da politik partiler için söylenmiş gibidir. Evet, siyaset tarihi aynı zamanda yukarıda, soyut önermelerle tasarlanmış partilerin mezarlığı tarihidir. Türkiye’de yeni Orta Sağ, merkez parti arayışını böyle düşünmek gerek.
Nostalji ve yeni sağ parti
Sınırlarını çizdiğim bu koşullarda merkezde yeni bir sağ oluşum CHP benzeri bir parti olmak dışında ne yapabilir? Nostalji sadece edebi veya romantika bağlamında geliştirilmiş bir kavram değildir. Özellikle sol siyasette melankoliyle kesişen bir gerçekliği vardır. Enzo Traverso sol açısından her iki olguyu da ele aldı ve inceledi. Yazdığı Solun Melankolisi(İletişim Yayınları.) her şeyi sahih bir şekilde temellendiriyor. CHP’li kitleler son 20 yılda derin bir melankoli ve nostalji duygusu geliştirdi. Şimdi öyle anlaşılıyor ki, arada bir sorulan ve kesinlikle anakronik bir soru olan, ‘geriye dönebilecek miyiz?’ sorusunu soran CHP’den ziyade ‘orta sağ’ kesimlerdir yani Beyaz Türklerdir ve bu soru en az onları (CHP’lileri) yaktığı kadar Orta Sağ nostaljisi içinde olanları da yakmaktadır. Onlar da AKP’nin radikalizminden arınmış bir merkez/ılımlı sağ siyasetle meşguldürler ve ona dönük derin bir özlem içindedirler. CHP kurucu ideolojinin korku eşiği olan şu üç unsurdan arınsa mükemmel olacaktır, olmadığı için o ‘ılımlı’ sağ parti şimdi bir nostalji unsuru olarak hayal ufkunda beyaz bir yelkenli olarak seyrediyor.
Nostaljik tasavvurlarla ve resurrection’la yani bas’ü bad’el-mevt’le yani ölümden sonra diriliş özlemiyle siyaset yapılmıyor. Siyaset, geriye dönüşlü, ad infinitum, bir anlayışla da yapılamıyor. Hele ‘asr-ı saadet’ özlemiyle siyaset hiç yapılmıyor. Siyaset büyük kitlelerin birikmiş taleplerine örgütlü şekilde cevap vermektir. Orta Sağ siyasetin bu tanımı karşılayacak dinamikleri saptaması gerekir. Merkez Sağ siyasetin Türkiye’deki dayanağı her zaman orta sınıflar değildir. Bu yazıda da gösterdiğim gibi o çevre için destek bazen köylülük bazen de burjuvazidir. Fakat içinde bulunduğumuz dönemde herhangi bir orta sınıftan söz edilemeyeceği gibi, var olduğu kadarıyla orta sınıfların toplumsal ve sosyo-politik yapısı tamamen değişmiştir. O kesimin bir orta sağ siyaset beklentisi içinde olmadığı muhakkaktır.
Beyaz Türkler diye nitelendirilebilecek sosyolojik çevre ise 1908 ve 1923 sonrasının en büyük kısıtlamasından henüz kurtulamamıştır. Yani, Türkiye’deki burjuvazi hala ekonomik olarak devlete bağlı olduğundan politik olduğunu zannettiği ama kültürel planda karşı olduğu Akpartiye karşı yeterince bir tepki, tutum, müdahale geliştiremiyor. AKP de bu yapısal özelliği sonuna kadar kullanmasını bilen bir parti. Ortada daha da sert bir çelişki bulunuyor. Ekonomik, sosyolojik ve teknolojik modernlik, son yetmiş beş yıldır (Cumhuriyetin 101 yaşında olduğunu hatırlayalım) tamamen sağ siyasetin tekelindedir. Bizde geçerli sol ise kültürel ve ideolojik bir modernleşme peşindedir. Gele gele, Türkiye, bir zamanlar çok yazılıp söylendiği gibi ‘modern mahrem’e değil ‘modern muhfazakârlığa’ daha doğru bir tabirle ‘muhafazakâr modernleştirmeye’ erişmiş bulunuyor. Bu koşullarda bir orta sağ siyaset ancak siyaseten çıkmaza girmiş çevrelerin başlarını su üstünde tutacak bir cankurtaran hayali olabilir.
Siyaset yukarıda, toplumun dışında veya üstünde tasarlanmaz. Aşağıda, toplumla birlikte ve tarih içinde oluşur. Dünya görüşümüz, kültürel tercihlerimiz, sınıf konumumuz o siyasetle uzlaşmayabilir. Kendi ideolojik ihtiyaçlarımız doğrultusunda yeni bir siyaseti özleyebiliriz. Gerçek müzakereci siyaset o noktada başlar. Ama siyasetin iç ve yapı unsurları kişisel beklentilerin ötesindedir. Siyaseti sosyoloji kurgular ve pekiştirir. Bu gerçeğin unutulması her defasında siyaset beklentilerini hüsrana dönüştürür. Georges Clemenceau’nun ‘mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur’ sözü biraz da politik partiler için söylenmiş gibidir. Evet, siyaset tarihi aynı zamanda yukarıda, soyut önermelerle tasarlanmış partilerin mezarlığı tarihidir.
Türkiye’de yeni Orta Sağ, merkez parti arayışını böyle düşünmek gerek.
Yorum Yazın