Devletin ve siyasetin ırkçılık, etnikçilik, dışlanma, ayrımcılık, sınıfsal gerilimler gibi devlet/toplum ilişkilerini eleştirmeye müsait netameli konuları öteden beri denetim altında tuttuğunu biliyoruz. Bu nedenle, devlet/toplum ilişkileri konusunda demokratikleşmeyi amaçlayan eleştirel yeni bilgi üretmek bir akademisyen için zor.
Yeni Arayış’ın 13 Aralık 2024 tarihinde Murat Aksoy’un yazdığı “Siyaset akademi/syene neden kör?” yazısı uzun yıllardır üzerinde düşündüğüm bir soruyu soruyordu. Aslında sadece siyasetçiler değil, yazılı ve görsel medyadaki bazı gazeteciler de “akademi/syene kör” ve hatta çoğu zaman kendilerini onların yerine koydukları bile oluyor. Bu anlamda Murat Aksoy’un sorusu çok anlamlı geldi, bu soruyu sorduğu için özellikle kendisine teşekkür ederim.
Ben de uzun bir süredir bu soruyu kendime niçin sorduğumu da merak etmedim değil. Kendi deneyimlerimin etkisiyle olsa gerek, epeydir hem medyaya hem de siyasetçilere pek kulak asmamayı yeğledim ve bunun yerine daha çok nasıl bir toplumun içinde yaşadığımızı sorguladım. Sosyal bilimlere olan merakımın da gerek içine doğduğum çevrenin ve gerekse ilk gençlik yıllarımdaki deneyimlerimden kaynaklandığını fark ettim. Hasbelkader, üniversite öğrenciliğimde Ankara’da 68 kuşağı gençlik hareketlerine ve o gençlerle siyasetçilerin ilişkilerine tanık olmuştum. O dönem bana siyasetin, medyanın, akademinin ve toplumun bilgisinin farkını gözlemleme olanağı verdi. Sınıfta anlatılanlar, basında yazılanlar, kantinde konuşulanlar, sokakta ve evde yaşananlar arasında tutarlı ilişki kuramamak dikkatimi çekmiş ve beni rahatsız etmişti.
Hele, bazı arkadaşlarımdan “sağcı” siyasetçi babalarının Yassıada’da başlarına gelenleri dinlemek, yine aynı dönemde bazı “solcu” arkadaşlarımın başlarına gelenlere tanıklık etmek otoriter siyasetin acımasızlığı konusundaki düşüncelerimi pekiştirdi. O dönemin Mülkiyeli öğrencileri olarak, gece/gündüz birlikteydik, sürekli okuyor ve tartışıyorduk, farklı düşüncede olsak da birbirimizi yakından tanıyor ve birbirimize güveniyorduk. Sonra her birimiz başka yere savrulduk ve farklı seçimler yaparak farklı hayatlar yaşadık. O dönemde siyasetçiler, gazeteciler ve akademisyenler konusunda dikkatli ve seçici olmayı öğrendim.
Bilginin güç olduğu konusu sürekli olarak ifade edilir, ama nedense bilginin nasıl üretildiği ve gücünün nedeni konusunda pek fazla düşünülmez. Gazeteciler, aslında toplumda olan bitenleri duyuran işaret fişekleridir. Bu nedenle onlardan özerk olmaları beklenir. Haberlerin doğruluğu için gerekli yöntem ve etik kurallar da uzun yıllardır araştırmalara konu olan ayrı bir sosyal bilim dalıdır. Haberin bireye, topluma ve siyasete yapacağı etki etik açısından çok önemlidir. Göreli olarak demokratik toplumlarda, haberlerin olası etkilerini araştıran sosyal psikoloji gibi farklı bilim dallarının bulguları, haberin bireyi ve toplumu nasıl etkilediğini araştırır, hukukçular da bireyi ve toplumu muhtemel kötü etkilerden korumaya çalışan hukuk kurallarının oluşumuna katkıda bulunur. Bu anlamda ister habercinin haberi ister akademisyenin bilgisi “eleştirel bilgi” olduğunda, yeniyi ve değişimi gösterdiğinde özel önem taşır ve “iyi” haberciler ve “iyi” akademisyenler de bunu yapabilmek için birbirleriyle yarışırlar. Göreli olarak demokratik toplumlarda bunu başaranlara özel önem verilir ve ödüllendirilirler.
Otoriter ülkelerde “eleştirel, yeni ve özgün bilgi” üretebilecek bazı bilim dalları tehlikeli görüldüğünden teşvik görmez. Hatta bu nedenle, sözüm meclisten dışarı, bazı ülkelerde, bazı bilim dalları ve bazı konular devletçe alenen yasaklanır.
OTORİTER ÜLKELERDE BAZI KONULAR ALENEN YASAKLANIR
Otoriter toplumlarda ise, tam tersine, “eleştirel” gazetecilik de, “eleştirel” akademisyenlik de tehlikeli meslekler arasındadır. Her iki meslek grubu da, devletin ve siyasetçilerin denetlemek istediği hatta siyasal manipülasyonlar için kullandıkları araçlar haline de gelebilir. Otoriter ülkelerde “eleştirel, yeni ve özgün bilgi” üretebilecek bazı bilim dalları tehlikeli görüldüğünden teşvik görmez. Hatta bu nedenle, sözüm meclisten dışarı, bazı ülkelerde, bazı bilim dalları ve bazı konular devletçe alenen yasaklanır. Göreli olarak demokratik/piyasacı ülkelerde bile devletçe sakıncalı kabul edilen ya da ekonomiye katkı yapmayacağı düşünülen konular vardır. Bu konularda araştırmaların yapılması, yasaklanmasa da özel sektör ya da devlet tarafından fonlanmayarak dolaylı olarak engellenebilir.
Otoriter popülist siyasetin gün geçtikçe canlandığı ve yaygınlaştığı günümüzde, yeni teknoloji üreten ya da bu teknolojinin verdiği yeniliklerle olağan üstü zenginleşen yeni tür işlerin ve iş adamlarının idolleştirilmesi akademik eleştirel bilgiyi bir başka biçimde engellemeye başladı. Henüz küresel kurallarla denetlenemeyen yeni kolay para kazanma yöntemlerinin yaygınlaşmasının önemli etkisi yeni nesil gençler arasında üniversite eğitimini değersizleştirmesi oldu. Bu yeni eğilim, “otoriter/piyasacı/küreselleşmeci /popülist” yönetimler için ise yüksek eğitimin “pahalı bir yük olma” algısını yaygınlaştırması için fırsat yarattı. Popülist yöneticilerin hoşlanmadığı bilim dalları ve özellikle “eleştirel” ve “yeni” bilgi üretme potansiyeline sahip sosyal bilim dalları ilk terk edilecek bölümler oldu. Bu bağlamda, verebileceğim iki örnek Macaristan’daki Orban yönetimi ile, Japonya’daki Şinzo Abe yönetimleri olacak. Orban, önce Soros’un desteklediği liberal, çok uluslu öğrenci kabul eden Orta Avrupa Üniversitesi’ni kapattı. Daha sonra da gereksiz gördüğü üniversitelerin yükünü devletin belirleyeceği özel vakıf yönetimlerine devretme siyasetini savundu. Şinzo Abe de sosyal bilimleri faydasız gördüğü için bu bölümleri kapatma ve, onların yerine “halkın ve ekonominin ihtiyaçlarına uygun bölümler açma” kararını almıştı. Küreselleşmenin güçlendirdiği popülist siyasetçilere göre yeni tür para kazanma yolları için eğitime ve özellikle sosyal bilimlere gerek yoktu.
Neyse ki bütün bu popülist söylemler, Batı’daki güçlü demokrasi savunucusu olan aydınlar, hukukçular, akademi, medya ve siyasetçiler tarafından yoğun tepki gördü ve yeterince destek bulamadı. Bütün bu söylemlerin gerçekleşmesi halinde küreselleşen dünyayı bekleyen karanlık geleceği öngören “eleştirel” sosyal bilimciler ve yeni nesil felsefeciler bu “eleştirel düşünce” karşıtlığına şiddetli tepki gösterdiler. Bu tepkiler, yeni teknolojinin yarattığı karşı akımla (kontratak) küreselleşen dünyanın bütün bölgelerindeki insan haklarına duyarlı toplum kesimlerini bilgilendirmeye ve onlardan destek almaya başladı.
Türkiye’deki “akademi/siyaset” ilişkisi ise daha çok otoriter/popülist siyasetle yönetilen toplumlarla benzerlik gösteriyor. Üniversite sayısının, öğrenci sayısının, akademisyen sayısının nicel olarak gün geçtikçe arttığını biliyoruz. Bu bağlamda, akademisyen sayısı açısından önemli bir soruna sahip olduğumuz söylenemez. Yine aynı şekilde sosyal bilimlerin ilgilendiği konular açısından da Batı üniversiteleriyle fazlaca farkın olmadığını da söyleyebiliriz. İletişim Fakülteleri sayesinde medyada da haber hazırlama yöntemi ve etiği açısından “eğitimli” gazetecilere de sahibiz. Medyada her konuda konuşabilen sosyal bilimcilerimiz de var! Hatta, medyada sosyal bilimcilere parmak ısırtan yorumlar yapabilen gazeteciler bile var. Siyasete giren akademisyenlerimizin sayısı da hiç az değil. Bütün bunlara rağmen hala neden “siyaset – akademi/syene neden kör?” sorusunu sormaya devam ediyoruz?
Bu soruyu aslında “neden demokratik toplumlarda olduğu gibi yol gösterici ve aklına saygı gösterdiğimiz özerk bilim insanlarına sahip değiliz?” diye de sorabiliriz. Üniversitelerimizin geçmişini burada aktarmak istemiyorum, ama özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda, bütün yasaklamalara rağmen, “sinik” de olsa, “özgün” olmasa da önemli birikime sahip olduğumuz açık. Diğer taraftan akademiye yapılan baskının bu birikimin üretilmesini ve topluma yansımasına engel olduğu da bir başka gerçeklik.
İfade özgürlüğü bu camia için de söz konusu değildir ve Barış Akademisyenlerinde olduğu gibi kimi durumlarda bir imza bile hapisle sonuçlanabilir. Bu kronikleşmiş baskının akademik dünyada korkuyu ve öz denetimi yaygınlaştırdığını, sadece sinik ve özgün olmayan bilginin üretildiği mutsuz bir iklim yarattığını söyleyebiliriz.
KİMİ DURUMLARDA BİR İMZA BİLE HAPİSLER SONUÇLANABİLİR
Son yirmi yıldır uygulanan “inşaata dayalı büyüme” modelinin sadece sosyal bilimin bilgisi değil, tıp, mühendislik gibi alanlardaki rutin ve çağdaş teknokrasi bilgisini de, siyasetçiler nezdinde, değersizleştirdiğini gözlemledik. Burada o konuyu bir kenara bırakarak sadece sosyal bilimin hangi alanlarının benimsenip, hangi alanlarının benimsenmediğine değinmeye çalışacağım. Devletin ve siyasetin ırkçılık, etnikçilik, dışlanma, ayrımcılık, sınıfsal gerilimler gibi devlet/toplum ilişkilerini eleştirmeye müsait netameli konuları öteden beri denetim altında tuttuğunu biliyoruz. Bu nedenle, devlet/toplum ilişkileri konusunda demokratikleşmeyi amaçlayan eleştirel yeni bilgi üretmek bir akademisyen için zor. Böyle çalışmaları yapmak birikim kadar cesaret de ister ve başarı her zaman taltifle sonuçlanmaz. Bazı konularda çalışma yapmak araştırmacı için en hafifinden akademik yükselmenin engellenmesiyle başlayan, işten atılmaya varan bir sürece yol açabilir. İfade özgürlüğü bu camia için de söz konusu değildir ve Barış Akademisyenlerinde olduğu gibi kimi durumlarda bir imza bile hapisle sonuçlanabilir. Bu kronikleşmiş baskının akademik dünyada korkuyu ve öz denetimi yaygınlaştırdığını, sadece sinik ve özgün olmayan bilginin üretildiği mutsuz bir iklim yarattığını söyleyebiliriz.
1980 sonrası kurulan YÖK, üniversiteleri kurumsal düzenlemelerle ve yeni kurallarla denetim altına almış, bürokratikleştirmiş ve akademisyenlerin yapacağı araştırmaların konularını da aktardığı fonlar aracılığıyla belirli bir çizgiye oturtmaya çalışmıştır. Neyse ki AB’ye üyelik süreci kendine “alternatif” yol arayan genç akademisyenler için nefes alabilecekleri yeni olanaklar sunmuştur. Bu bağlamda, YÖK’ün özellikle akademik yükseltmelerde “yabancı dilde yayın” yapma zorunluluğu getirmesi de akademik dünyayı etkilemiştir. Bu kural özellikle genç akademisyenlerin, dış yayınları ve dış dünyadaki tartışmaları izlemelerine ve orada yaşayan akademisyenlerle ilişki kurmalarını sağlamıştır. Diğer taraftan bu kural, gençlerin yerelde yaşananları göz ardı etmesine yerel konulardan çok her biri farklı ortamlarda ve farklı bağlamlarda güncel olan konulara yönelmesine de neden olmuştur.
Üniversitelerin kurulmasından bu yana gerçekleşen baskıların sosyal bilimlerde herhangi bir alanda özgün bilgi üreten “ekollerin” oluşumuna engel olduğunu biliyoruz. Türkiye’deki sosyal bilim geleneği benim “çeviri bilim” diye adlandırdığım Batı’daki akademik dünyadaki bulguların çok da sistematik olmadan aktarılmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda “iyi” çeviri yapabilen araştırmacılar, farklı toplumlarda, farklı zamanlarda, sözün kısası farklı bağlamlarda, üretilmiş olan kuram ve kavramların, bu toplumdaki karşılığını bulabilen ve bu bilgiyi yereldeki gelişmelere uyarlayabilen araştırmacılar olabilmektedir. Akademideki bu kaotik “eleştirel” bilgi birikiminin özellikle toplumu değiştirmek isteyen muhalif siyasetçilere aktarılması ise bir başka önemli sorun halindedir.
Diğer taraftan, yerleşik siyasetçiler ve bürokrasi düzenin sürmesine yardımcı olacak, eleştirel olmayan bazı “uygulamalı” bilim alanlarını benimsemişler ve teşvik etmişlerdir. Örneğin, işletmecilerin bir mala olan talebi ölçmek için geliştirdikleri “piyasa” araştırmaları ve onların siyasetteki benzeri “kamuoyu” araştırmaları üretilen malların ya da uygulanan siyasetin müşteri ya da seçmenden aldığı desteği ölçmek ya da bunlarla ilgili algı yönetimi için geniş ölçüde kullanılmaktadır. Bu alandaki yeni teknolojiyi ve yeni algoritma tekniklerini izleyen bilim dallarının sadece yöneticilerin değil, piyasanın, medyanın ve siyasetin ilgi gösterdiği en popüler sosyal bilim alanlarından olduğunu söyleyebiliriz.
Popülist olmadan demokratik bir ortama özlem duyan muhalif siyasetçilerin ihtiyaç duyduğu eleştirel ve özgün bilgiye ulaşabilmek nasıl mümkün olabilir? Bunun için önce akademik dünyanın kendi bilgisinin bu kaotik dönemi yorumlama yeteneğini sorgulaması gerekir. Özellikle yıllardır siyasal dünyadan dışlanmış ve nerdeyse marjinalleştirilmiş olan “eleştirel” bilginin siyasete nasıl dönüştürüleceği önemli bir konudur. Popülist olmayan bilgiye dayalı demokrasi, akademik ve teknokratik bilginin değerinin topluma yeniden anlatılmasını, toplumun taleplerinin de bilgi üretenlere aktarılmasını gerektirir. Bunun için uygun iletişim yolların aranmaya başlaması için önce siyasetin gerçekten değişmek isteyip istemediğine karar vermesi gerekir. Ancak böyle bir ortam gerçekleştiğinde, akademi ve teknokrasi dünyasına hakim olan mutsuz ve karamsar düşünce ortamının yerini “özgün” ve “yeni” bilgi üretme isteği alır ve bir süre sonra “özerk” üniversitelerin kurulabilmesi hayali gerçekleşebilir.
Yorum Yazın