Gülen’in ölümüyle birlikte Ortadoğu’da bir sahte liderlik girişimi de kendisine bir mezar kazanmış oldu. Bir halkın olmazsa sadece bir “araç” olarak kalacağını, toplumun “ruhu”ndan doğmadıkça bir aparat olarak varlık göstereceğini, bir eylemin, bir bedenin olmazsa hayatın içinde de yer bulamayacağını bir kez daha kanıtladı Gülen.
Gülen Ortadoğu’nun en kendine has siyasi liderliğini temsil ediyordu. Onun bir halkı yoktu ama bir “örgütü” vardı. Bir çalışma tarzı yoktu. Ama bir tekniği vardı. Bir siyaseti yoktu. Ama bir “iktidarı” vardı. Siyasi gurur ve “onur” ile hiç ilgilenmedi. Onun oyunları vardı. Eylem bir kamusal etkinlik değil günü geldiğinde “saatine ayarlanmış” bir mekanik düzenekti. Zeki değildi. Ama bir “aklı” vardı. Ailesi yoktu. Ama devşirmeleri vardı. Mahallesi yoktu. Ama “memurları” vardı. “Kurtuluşçu” değildi. Ama sırrına sadece kendilerinin erdiği bir “müjde”leri vardı.
Bir toplumu olmadan bir tarihin içine daldı. Kendine toplumun değil iktidarın aynasından bakmaktan hoşlanmıştı. Bir sempatizanları yoktu. Kahtı ricalde “altın nesil”e ulaşan kadroları vardı. “Ana baba”ları yoktu. Liderleri vardı. Yoldaşları yoktu. Tek bir abileri ve tek bir ablaları vardı. Bir kültürel formu yoktu. Renksiz ve kokusuzdu. Bir bedeni yoktu. Bir hayalet idi. Varlığından bahsedilmesinin hoşlanmaz yokluğu ile varlığını kanıtlamaya çalışırdı.
Ihvan’dan Şii hareketlerine, Filistin Kurtuluşçuluğundan Kürt milli hareketlerine ve Türk sol hareketine uzanan Ortadoğu’daki hiçbir siyasi hareket ve grup bu türdeki bir rüyaya dalmamış, bu türden bir siyasi serüven yaşamamıştı.
BÜYÜYEMEDİLER
Nihayetinde bütün ömrünü de bu serüvenin sonuçları ile yaşadı. Onun komünizme karşı asayişle görevli bir “memur”un nasıl kendine bir iktidar ufku açtığına dair ilk sonuçlarla başı döndü. Her siyasi form, kurum ve kültürün içinde simbiyotik bir ilişki geliştirdi. Kadrolarını orduya ve kurumlara taşıdıkça ilk başarılarının kaçınılmazlığına inandı. Türkiye Taşrasının çocuklarını Tanzanya’ya kadar tayin ettiğinde gücün kendisine müjdelendiğine dair artık herkesi ikna etmeye başladığına da inandı. Ve nihayet ilk kez bir darbeye yetişmeye çalışırken ve ilk kez gerçek bir beden olduğunu göstermeye yeltenirken başka darbelerle karşılandı. Aklı, müjdesi ve altın nesli tuzla buz oldu. Mahpusların, işkencenin ve cinayetlerin sadece solculara, Kürtlere ve Alevilere dair olduğunu düşünüyorlardı. Tragedya onlar içindi sadece.
Ama 15 Temmuz sonrası bir antik Yunan tragedyasının sahnesinde buldular kendilerini. İktidar kibrinden yersiz yurtsuzların dünyasına geçmek hazırlıksız oldukları bir kadere taşıdı onları. Gözlerini ilk kez dünyaya açmış bir bebek ile kurnaz oyunlar arasında büyümüş bir madrabazın aynı bedende buluşması gibiydi yaşadıkları ama bu trajedi bile onları toplumcu siyasetin evrimsel doğasına taşıyamadı. Büyüyemediler. Siyasi bir dil kazanamadılar. Lider Gülen de bu büyük yenilgiden sonra kendine yeniden bakamayacaktı. Hem yenildiği hem de yaşlandığı için…
Şimdi toparlayalım: Gülen’in ölümüyle birlikte Ortadoğu’da bir sahte liderlik girişimi de kendisine bir mezar kazanmış oldu. Bir halkın olmazsa sadece bir “araç” olarak kalacağını, toplumun “ruhu”ndan doğmadıkça bir aparat olarak varlık göstereceğini, bir eylemin, bir bedenin olmazsa hayatın içinde de yer bulamayacağını bir kez daha kanıtladı Gülen.
Biz zaten biliyorduk bunu. Şimdi onun ardılları aynı ayak izlerini takip edecekler mi göreceğiz. Tecrübeleri kendilerini aşacak hiçbir yeteneğe sahip olmadıklarını gösteriyor. O nedenle Gülen öldü. Gülencilik ise uzun ölümünü yaşıyor.
Yorum Yazın