Felsefeyi yoksullaştırdığımız ve giderek kaybettiğimiz ruhlarımızla yeniden buluştuğumuz bir başkalık deneyimi olarak yaşayabiliriz. Uçucu heyecanlarda ve yavan fikirlerde eriyen ruhumuzun yeni bir yaşam atılımı olarak düşünebiliriz. İçinde debelendiğimiz vasatlıktan bir çıkış yolu olarak görebiliriz
Felsefeden sıkılan öğrencilerime sıklıkla şunu söylerim; bu dersi belli bir notla geçersiniz. Beni de unutursunuz. Ama bu derste tartışılan meseleleri hayat karşınıza çıkaracak. Bundan kaçış yok. Elbette şaşırıyorlar çünkü hayata son derece pragmatik bakıyorlar ve her tür bilgiyle ilişkilenmeleri de bu temelde gerçekleşiyor. Felsefe ise onlardan şu an için hayatlarında olup biten her şeyle ilgili derin bir muhasebe talep ediyor. Bu bildiğin doğru mu? Hayatını ne için yaşıyorsun? Niçin ahlaklı olmalıyım? Birçok şey için olması gereken ne?
Bu sorular onlar için son derece yorucu. Çünkü akıllarını işlevsel olan şeylere, en temelde getirisi olan bir şeylere yormak istiyorlar. Getiri nedir? Para, güç, tanınırlık, ün… Aslında sadece gençler için değil yetişkinler için de benzer bir durum söz konusu. Kendimizi bir şekilde hep “gösterme” derdindeyiz. Görünür olma tutkumuz anlamı anlamsızlaştıracak kadar baskın. Korkunç bir görüntü enflasyonu içinde dağılıp gidiyoruz. Öyle ki herhangi bir odakta kalmak ve orada derinleşmek neredeyse imkânsız. İletişim teknolojilerinin birçok şeyi kolaylaştırmasının yanında bazı bakımlardan bizi sakatladığı da bir gerçek. Aklın hiç olmadığı kadar araçsallaştığı bir çağda yaşıyoruz. Düşünmenin hayata bir anlam atfetmek ya da ruhu derinleştirmek gibi amaçlara hizmet ettiği söylenemez. Zaten ruh en az hissiyatla kendini var etmenin peşinde, terapilere ve antidepresanlara müptela yaşıyor. Bizi kendimizden bu kadar uzağa süren bir çağın adını koymaya çekindiğimiz bunalımı içinde var kalmaya çabalıyoruz. Aslında çağın bunalımını 20. yüzyılın başında ölmüş bir düşünür isabetli bir şekilde ortaya koymuştu; “Daha büyük olmak isteyen hiçbir şey görmüyoruz bugün (…) İnsana bakmak yoruyor artık – bugün nihilizm bu değilse başka nedir? İnsan yorgunuyuz.” (Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü, Birinci İnceleme, Bölüm 12)
Nietzsche’nin “daha büyük olmak isteyen hiçbir şey görmüyoruz bugün” derken büyük olmakla kastettiği şey nedir? Buna belki kendisinin de sıklıkla bahsettiği ruhun tinselleşmesi diyebiliriz. Başka bir deyişle, ruhun güçlü bir şahsiyet edinerek derinleşmesi ve yükselmesi. Elbette bunun için gerçekten bir şeyler hissetmeye ve dürüst bir şekilde kendimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var. Bunu ne kadar yapabiliyoruz? Sıkıntı, endişe ve acı gibi duygulara neredeyse öcü muamelesi yapıyoruz. Halbuki bu duygular varoluşsal kaygılarımızın ve anlam arayışımızın tezahürü olarak yorumlanabilir. Bunun için varoluşçu felsefeye biraz göz atmak yeterlidir. Peki sürekli iyi bir hal içinde olma çabasında iyi olmayan bir şey yok mu? Her gün görünür olma çabasıyla kadrajın dışında bırakılan şeyler nedir? Gülümsemelerimiz bilincimizden süpürdüğümüz hangi yoksunluğu örtüyor? Evet insana bakmak yoruyor artık. Çünkü insanda gittikçe hiçleşen bir varoluşun gösterişli yüzeyselliği seziliyor. Gösterişli çünkü görünenin ötesinde hiçbir şey yok. Olup biten yalnızca geçici de olsa bir etki oluşturmak, dikkat çekmek ve kendinden söz ettirmek…
Evet, bu manzaraya bakmak bizi yormuyor mu? Nietzsche’ye katılmamak elde değil. Ruhlarımızın bu derin sefilliğinin adı nihilizm değilse nedir? Peki teşhisi koyan felsefeden çözüm için ne umabiliriz? Felsefe akademik bir disiplin olmadan çok önce bir yaşam pratiğiydi. Yani hayatı belli bir biçimde tasavvur etme ve buna uygun bir eyleme pratiği.
Sokrates’ten sonra ve onun etkisiyle gelişen tüm felsefe okulları bir yaşama felsefesi ortaya koyma çabasındaydı. Kiniklerin toplumsal uzlaşımlara meydan okuyan pratikleri, Stoacıların tutkularla mücadelesi ve Epikür’ün ölüm korkusuna çare arayışı hep belli bir biçimde var olmayı gerektiriyordu. Çünkü felsefe yaşama yön veren bir şeydi.
FELSEFE YAŞAMA YÖN VEREN BİR ŞEYDİ
Felsefe yapmak belli bir biçimde var olmaktı. Yalnızca bir köşeye çekilip derin düşüncelere dalmak değil… Düşünce ve eylem birliği içinde var olmak… Bugün belki en çok ihtiyacımız olan şey bu birliği yeniden kurmaya çalışmak… Ama şunu gözden kaçırmadan; felsefe her şeyden önce saf, samimi ve dürüst bir hakikat arayışıdır. Hayatımızı üzerine inşa edeceğimiz fikirler bu arayıştan beslenir. Kendi gerçeğine sadık olmayan ve bu gerçeği eğip büken her çaba düşünceyi bulanıklaştırdığı gibi yaşam pratiğini de anlamsızlaştırır.
Sokrates’ten sonra ve onun etkisiyle gelişen tüm felsefe okulları bir yaşama felsefesi ortaya koyma çabasındaydı. Kiniklerin toplumsal uzlaşımlara meydan okuyan pratikleri, Stoacıların tutkularla mücadelesi ve Epikür’ün ölüm korkusuna çare arayışı hep belli bir biçimde var olmayı gerektiriyordu. Çünkü felsefe yaşama yön veren bir şeydi. Felsefe teorik bir bilmece olduğu kadar pratik bir uygulamaydı. Bu yüzden belki şimdi kendimizi başkalarının geçici ilgisine teslim etmeyi bırakıp -belki daha az görünür olmayı göze alarak- kendimizden daha büyük bir şey inşa etmeye yönelmeliyiz. Yalnızca farklı olmak için değil, ki her türden farklılığın da dolaşıma sokulup prim yaptığı bir çağda farklılığı öteki olmayı göze alacak bir başkalık geliştirmek olarak düşünüyorum. Yani gözden düşmek, beğenilmemek, belki kıyasıya eleştirilmek olarak bir başkalık deneyimi… oyunbozan bir başkalık deneyimi…
Felsefeyi yoksullaştırdığımız ve giderek kaybettiğimiz ruhlarımızla yeniden buluştuğumuz bir başkalık deneyimi olarak yaşayabiliriz. Uçucu heyecanlarda ve yavan fikirlerde eriyen ruhumuzun yeni bir yaşam atılımı olarak düşünebiliriz. İçinde debelendiğimiz vasatlıktan bir çıkış yolu olarak görebiliriz. Ya da farkında olmadan acısını çektiğimiz, içimize dolan derin boşluğun anlam veremediğimiz kaygısına çare olarak düşünebiliriz. Felsefeden umabileceğimiz hala çok önemli şeyler var.
Yorum Yazın