Felaketleri hazırlayan koşullarla yüzleşilmedikçe, sorumluluklar ortaya çıkmadıkça daha büyük felaketlere doğru yol aldığımızı görüyoruz. Sorumluların her felaketten sonra gerçeklerin üzerini örtmelerini, hesap vermek yerine travma yaşayan halkı, mağdurları patronaj altına almalarına, hayatta kalanları kendilerine mecbur bırakmalarına izin vermemeliyiz.
6 Şubat felaketinin bugün 2. yıldönümü. Bu büyük acıyı paylaşmaya, hissetmeye çalışıyoruz.
Başkalarının maruz kaldıklarını aklımızın alması, bilmemiz mümkün değil. Mağdurların başlarına neler geldiğini bilmemiz imkansız.
Ama bilememiz sorumluluklarımızı da bilememizi getirmiyor. Öfkemizi dindirmiyor.
Gerçeğin ortaya çıkarılmasını, hesap sorulmasını, suçluların ortaya çıkarılmasını ve yüzleşme için daha fazla çaba gösterilmesini gerektiriyor.
Türkiye bir felaketler ülkesi halini aldı.
Türkiye’nin şehirleşme düzeni tam bir fiyasko örneği.
Şu anda milyonlarca insan kendi mezarları olacak binalarda yaşıyor.
Buna “artık yeter” demeliyiz.
Her felaketten sonra gerçekler ortaya çıkıyormuş gibi oluyor.
Sonrasında bu gerçeklerin üzerine perde çekiliyor.
Her defasında bir riya aleminin inşasına girişiliyor. Her felaketin üzeri bir riya aleminin inşası ile örtülüyor.
Milyonlarca insan travma içinde yaşıyor.
17 Ağustos felaketinden bugüne bir çeyrek asır geçti.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bu milat” dendi. Ama geçen çeyrek asır içinde yerleşim alanları daha da güvensiz hale geldi. Tam 7 kere de imar affı çıkarıldı.
Şimdi, ülkenin son bir asırda gördüğü en büyük facialardan biri olan 6 Şubat Maraş felaketinden sonra aynı şeyler söyleniyor.
6 Şubat’ı anmak için televizyon kanallarında tekrarlanan kamu spotunda şu sözler yer alıyor: “Her zorluk kapımızı çaldığında, karşımıza çıktığında dimdik dururuz, bir oluruz.” Tamam dimdik olalım, bir olalım da bu zorluklar ya da felaketler neden karşımıza çıkıyor?
Ayrıca hayatını kaybedenlere, acıları yaşayanlara soruluyor mu, onlar da bu zorluklar karşısında dimdik durabiliyorlar mı?
Yıkılan, 60 bin insanın beton altında ezilerek can verdiği yapılar çoğunlukla yeni yapılardı.
Türkiye’nin şehirleşme düzeni tam bir fiyasko örneği. Şu anda milyonlarca insan kendi mezarları olacak binalarda yaşıyor. Eğer dimdik ayakta duracak isek, bu milyonlarca insanı bu travmatik durumdan kurtarmak gerekmez mi?
Felaketlerin nedeni depremlermiş gibi gösteriliyor. Fay hatları, binalarmış gibi gösterilerek halk travmatize ediliyor ve aldatılıyor. Nesneleştirilenler hakkında bilinenler, kamu imkanlarıyla gözümüzü kamaştıranlar asıl gerçeği gizliyor. Afetleri bilme, dayatılan görme biçimi arkasındaki işleyişi gizliyor.
Depremlerdeki kitlesel ölümlerden betonu sorumlu görmek gibi. Bunun gerçekleşen bir cinayette katili değil, silahı sorumlu görmekten ne farkı var?
Suçlu kim?
Felaketlere davetiye çıkaran, imar afları çıkaran, haksız kazançlar elde etmek için yapılaşma izinleri veren siyasetçiler mi? Yoksa güvenli yapılar yapamayan müteahhitler mi?
Yoksa bilimi, akılcılaştırma fırsatlarını, kamu imkanlarını kendi çıkarları için kullanan, felaketlerden beslenen, karanlık ilişkiler geliştiren imtiyaz sahipleri, başkalarının seslerini bastıranlar mı?
Öyleyse kim suçlu?
Kimi zaman televizyon kanallarında halkı suçlayan uzmanlar dahi görülüyor.
Eğer halk istemese, siyasetçiler, uzmanlar bu hataları yapmazmış! Halk seçiyormuş bu siyasetçileri… Bu nedenle şehirler akıl ve bilim ışığında planlanamıyormuş.
O zaman kim suçlu? “Herkes” demek çok kolay.
Bu kadar yalan, bu kadar riyakarlık… Bu aldatmacaya “artık yeter” demeliyiz.
Yüzleşilmeyen felaketlerle kırımların, katliamların hiçbir farklarının olmadığı ortada.
Her felakette ilk önce yaşamlar yok oluyor. Arkasından da bir ikinci yıkım yaşanıyor. Bu yok oluşun ortaya koyduğu gerçekler yok ediliyor.
İnsanların geleneksel denilen yapılarda yaşayanlara bir şey olmadığını ama insanların planlı, imar izinleriyle, ruhsatlarla ve mühendislik, mimarlık hizmetleriyle gerçekleştirilmiş yeni beton yapıların altında ezildikleri görülmez kılınmaya çalışılıyor.
Yüzleşilmeyen felaketlerle kırımların, katliamların hiçbir farklarının olmadığı ortada.
Her felakette ilk önce yaşamlar yok oluyor. Arkasından da bir ikinci yıkım yaşanıyor. Bu yok oluşun ortaya koyduğu gerçekler yok ediliyor.
Ne tuhaf değil mi? Edimleri gerçekleştirenler kendi sıradan işlerini yaptıklarını söylüyorlar. Tıpkı kırımlarda sıradan işlerini yapan görevliler gibi. Felaketler sanki doğa olayları olarak gösteriliyor.
Örneğin şehirleri elindeki kamu gücüyle elde ettikleri imtiyazlarla ve elbette ki akıl ve bilim ışığında planlayabileceğini iddia eden uzmanlar…
Başkalarını suçlayarak sorumluluklarından kurtulduklarını zannediyorlar.
Sermayesizler, madunlar hakkında düşünürken, konuşurken onları bir kere daha da işaretsizleştiriyorlar.
Felaketler yalnızca bu aldatmaca üzerine kurulmuyor, aynı zamanda bu gerçeğin de imhası üzerine kuruluyor. Bilişsel sermayenin güçle örtüşmesi, bir sınıfa dönüşmesi karşıtını, kuralsızlığı, akılcılaştırma potansiyellerinin yoksunluğunu besliyor, depremlerde de görüldüğü gibi felaketleri getiriyor. Her felaket gerçekte sınıfsal perspektifin kaybına işaret ediyor.
Bu nedenle sınıfsal perspektifi görünür kılmak, yüzleşmenin de temeli.
Felaketleri hazırlayan koşullarla yüzleşilmedikçe, sorumluluklar ortaya çıkmadıkça daha büyük felaketlere doğru yol aldığımızı görüyoruz. Sorumluların her felaketten sonra gerçeklerin üzerini örtmelerini, hesap vermek yerine travma yaşayan halkı, mağdurları patronaj altına almalarına, hayatta kalanları kendilerine mecbur bırakmalarına izin vermemeliyiz.
İşte bu nedenle bizler için, yani henüz ölmemişler ya da hayatta kalanlar için afetin tanıklığı böyle bir sorumluluk anlayışına, radikal bir değişime yol açabilir. Ama bu her şeyden önce bağımsız kalabilmeyi gerektiren düşünsel bir zorluktur. Bize gösterilenlerin neleri gizlediğini, çözüm diye gösterilenlerin gerçekte sorun olduğunu bilmeyi ve öğrenmeyi gerektirir.
Karamsarlığın, acıların, yaşanan travmaların sona ermesini onların yerini umutların almasını istemeliyiz.

Yorum Yazın