Cansever, ki muhafazakar felsefi kimliği ile iktidar nimetlerini kullanmak yerine bilginin üretim biçimini, iktidarla ilişki biçimini sorun ediyordu. Eğer onun dikkati çektiği sorun dikkate alınsaydı, büyük ihtimalle 99 felaketinden sonra geçen çeyrek asırlık süreç çok daha farklı yaşanabilir, çok sayıda insanın hayatı kurtarıldığı gibi ekonomik açıdan da bugünkü sorunlar yaşanmazdı.
“Modern” denilen mimarlık, tıpkı sanat gibi kendisini gerçekliğe, yani taklite karşı konumlandırır. Modern denilen mimarlık ya da sanat kapitalizmin bir yansıması olmaktan çok onun temelindeki paradoksu sergiler, deşifre eder.
Bu paradoks “figüratif” politika için de geçerli olabilir. O gösterdikleri ile ne kadar gözümüzü kamaştırıyor olursa olsun, kendisinin nasıl eşitsiz, işaretsizleştirici bir işleyiş üzerine kurulduğunu, yani kurucu paradoksunu gizlemeyi amaçlar.
Afetlere dirençli olmak için de politikanın “figüratif” alana sıkıştırılmasına, arkasındaki işleyişin gizlenmesine karşı çok yönlü bir mücadele gerekli”.
2000’li yıllar siyasal açıdan zor zamanlardı. İktidar devlet gücünü kullanan sınıflar tarafından köşeye sıkıştırılmıştı. Birtakım söylentiler ortada dolaşıyordu. Belki de bu nedenle ama daha çok iktidar “figüratif” ya da neoklasik politik alana dahil olmaya çalıştığı için kendi danışmanı olan Mimar Turgut Cansever’i değil, karşı tarafı, böyle bir derdi olmayan, devlet gücünü, kariyer imkanlarını kullanan imtiyazlı uzmanları dinledi.
Onlara bu süreçte daha fazla araştırma, plan ve proje işleri verdi. Cansever ise hiçbir zaman iktidarla böyle bir ilişki kurmadı, kendisine imtiyazlar sağlamadı. Tam tersine bağımsız kalabilmek için çeşitli zorluklara göğüs gerdi. Cansever, ki muhafazakar felsefi kimliği ile iktidar nimetlerini kullanmak yerine bilginin üretim biçimini, iktidarla ilişki biçimini sorun ediyordu. Eğer onun dikkati çektiği sorun dikkate alınsaydı, büyük ihtimalle 99 felaketinden sonra geçen çeyrek asırlık süreç çok daha farklı yaşanabilir, çok sayıda insanın hayatı kurtarıldığı gibi ekonomik açıdan da bugünkü sorunlar yaşanmazdı.
Onunla birlikte yaptığımız Açık Radyo programlarında “modernleşme” ile ortaya çıkan önemli bir paradoksa işaret ediyordu.
Örneğin gözlemlerini anlatıyor ve şöyle diyordu:
“Şehir plancıları Anadolu ‘daki şehirleri planlarken, geçmişte yapıldığı gibi yamaçların yerleşime daha uygun olduğunu düşünerek, yapılaşma için bu bölgelere izin veriyorlardı, tarım arazilerinin korunması için. Ayrıca zannedersem deprem, sel gibi afetlere karşı dirençli olunması, hem içme suyuna yakınlık açısından…
Ama sonuçlar tam tersine oluyordu.
Plan yapılan bölgelerde yaşayan vatandaşlar tersini yapıyorlardı.
Alınan bu kararlara, yasaklara rağmen inşaatlarını yapabileceklerini fark ettiklerinde, izin verilen yerlere değil, önce imar izni olmayan tarım arazilerine doğru yöneliyorlardı. Binalarını, yerleşim alanlarını bereketli tarım arazilerinin üzerine kaydırıyorlardı. Tarım arazilerine inşaat yapabildiklerini gördüklerinde bu şaşmaz bir davranış tipi oluşturuyordu. Bu konuda, yani değerli tarım arazilerini yok etmek için büyük bir arzu içinde oluyorlardı, gelecekte yasaklanabileceğini düşünerek… Anlayacağınız “bindikleri dalı kesmek” gibi bir davranış içine giriyorlardı…”
Tuhaflık şurada ki, sözde planlı ve projeli uygulamalarla örneğin afet bölgelerindeki mevcut yapı dokuları yerleşim alanları afetlere açık hale geldi. Oysa neredeyse bütün geleneksel yerleşim alanlarında kendiliğinden, yani plan ve proje yapılmadan önce çoğunlukla Cansever’in işaret ettiği yamaçlar kullanılıyordu.
Siyasetçiler de -kimi zaman bir şeyler karşılığında- görünüşte onların bu sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Kaçak uygulamaları görmezden geliyorlar.
Bu şekilde hem su kaynaklarına yakın olmak, hem tarım alanlarını korumak mümkün oluyordu. Hem de böylece sert zeminler üzerinde gerçekleştiriliyordu, yerleşim alanları…
Yapıların kültür mirası değeri taşıdığını fark ettiklerinde -ya da birileri söylediğinde- yapıların sahipleri gelir kaybına uğrayacaklarını bile bile onu yıkmaya çalışıyorlar.
Belki bir gün bir çivi bile çakamayacaklarını düşünerek…
Kültürel veya doğal mirası koruma meselesinin bunu dert eden seçkinlerin kendilerine eziyet etmek ve ayrıcalıklarını geliştirmek için uydurdukları birtakım kurallar olduğuna inanıyorlar.
Ayrıca elbette ki kurullar tarafından talep edilen rölöve projelerinin maliyeti kimi yerde onarım için gerekli bütçeleri bile geçebiliyor. Bu yüzden sorun sahipleri uzman desteği almadan işlerini halletmeye, kaçak uygulamalar yapmaya yönlendiriliyorlar. Sanki koruma kurallara uymak, cezalandırılmak gibi bir şey. Kamu yararı kavramını ileri sürerek devlet gücünü kullananlar büyük çıkarlar elde ediyorlar. Muhataplar kamu yararı açısından desteklenmek, teşvik edilmek şöyle dursun, cezalandırılıyorlar. Bu durum tam anlamıyla halkı nesne olarak gören ve tahakküm altına alınmasını öngören otoriter bir dünya görüşünün uzantısı.
Siyasetçiler de -kimi zaman bir şeyler karşılığında- görünüşte onların bu sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Kaçak uygulamaları görmezden geliyorlar.
Üstelik kimi yerde ilgisizlik, yoksulluk ya da başka nedenlerle yapılamayan onarım işleri nedeniyle kültürel miras değeri taşıyan varlıklar planlara, projelere göre yapılanlara göre çok daha iyi korunuyor. Bu çelişkiyi fark etmek için İstanbul Surları, Sulukule, Sütlüce, Süleymaniye gibi yerlerde küçük bir gezinti yapmak yetiyor.
Ne müthiş bir paradoks ama değil mi?
Uzmanların doğruyu göstermeleri, geliştirdikleri bilgi, planların yapılması, üniversitelerin eğitim vermeleri, kuralların konması, planların yapılması yetmiyor. Hatta yetmiyor demek de doğru değil. Sanki inadına cehaleti, bilim karşıtlığını kışkırtıyor.
Demek ki bilme eyleminde bir problem var.
Siyasette tepeden inmeciliğin hile ve kurnazlıkları teşvik ettiğini düşünenler var. Yasakların kimi yerde çiğnenmek için konduklarını, hatta kışkırtıcı olduklarını.
Vatandaşlar haklarını biliyorlar, öğreniyorlar. Ama geri kalanını bilmiyorlar. Geleneksel yapıların kimi yerde daha dayanıklı olduğunu biliyorlar, hiçbir bilimsel yöntem kullanılmadığı halde. Ama planlı projeli yapılanların bilgisine felaket olmadan erişemiyorlar.
Felaket gerçekleştikten sonra bunları öğrenmek ise travmatik.
Demek ki bilme ile cehalet karşı karşıya olan durumlar değil, asimetrik işlevleriyle birbirlerini tetikleyebiliyor. Mesele bu asimetrinin iktidar gücüyle inkar edilmesi.
Buna cehalet denebilirse, acaba bu durumda bilginin üretim koşullarıyla aralarında karşılıklı bir etkileşim olabilir mi?
Bilgi bir zümrenin kamu yararı kavramını temsil ettiğinde, “yan anlam”a dönüştüğünde, bilginin cehaleti kurumsallaştırmakla kalmayıp, aktif bir şekilde onu yeniden ürettiğini, kötülüklerin tekrarlanmasına yol açtığını söylemek mümkün. Bilgi yan anlama dönüştüğünde tersine bir işlev görüyor, kimi zaman afetlerde ortaya çıkan gerçekliğin izlerini dahi silebiliyor.
Oysa planlı ve projeli bir yapılaşma süreci başlamadan, uzmanlık bilgileri ile akılcılaştırma fırsatları ortaya çıkmadan önce, “geleneksel” denilen yerleşimlerde böyle bir paradoks yaşanmıyor. Bilgiler praksisler, etkileşimli edimsellikler olarak kuşaktan kuşağa aktarılıyor. “Geleneksel” denilen yapım tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemliliğinin içinde yer alıyor. Yapılaşma normları, plan ve projeler ile değil, kuşaktan kuşağa aktarılan yapma bilgileri ile.
99 felaketinden sonra üniversitelerin katılımı ile hazırlanan Deprem Master Planı’nın 22 sayfalık katılım bölümü dahi katılımla hazırlanmamıştı. Halk eğitilmesi gereken bir nesne olarak görülüyordu. Böylece büyük bütçelerle planı hazırlayan kurumlar “sivil toplum katılımı” bölümünü hazırlarken dahi afetten sonra ortaya çıkan ve koordinasyonu sağlayan sivil yapılanmaları, yani kendi burunlarının dibindeki gelişmeleri bile görememişlerdi.
Buna karşılık “modern” dediğimiz yapılaşma tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemine içkin değil.
Bu çelişkinin farkındalığını üreten modern tasarım, şehircilik yöntemleri, afetlere dirençli şehirler oluşturmak için işaretsizleştirici bir asimetri oluşturmak yerine bilgiyi erişilebilir hale getirmeye, bir sınıfın kendi kamu yararı anlayışını temsil etmesini engellemeye, yaratıcı zihinleri harekete geçirmeye ve yerel halkla etkileşimli, karşılıklı olarak öğrenmeye dayanan bir süreç öngörüyorlar.
Örneğin 99 felaketinden sonra üniversitelerin katılımı ile hazırlanan Deprem Master Planı’nın 22 sayfalık katılım bölümü dahi katılımla hazırlanmamıştı. Halk eğitilmesi gereken bir nesne olarak görülüyordu. Böylece büyük bütçelerle planı hazırlayan kurumlar “sivil toplum katılımı” bölümünü hazırlarken dahi afetten sonra ortaya çıkan ve koordinasyonu sağlayan sivil yapılanmaları, yani kendi burunlarının dibindeki gelişmeleri bile görememişlerdi.
Bu yüzden bu çalışma depreme güya bir çözüm olarak Büyükşehir billboard tanıtım materyallerinde yer aldı ve unutuldu.
Soru şu: Seksiyonlaşmış, işaretsizleştirici ve nesneleştirici bir kamu zekasıyla -ulaşım, imar ya da koruma gibi başlıklarla- hazırlanan şehir planları örneğin hayatın karmaşıklığını, gelişmeleri ne ölçüde temsil edebilirler ve yönlendirebilirler?
Hani “bu kadar cahillik ancak eğitimle mümkün” gibi bir deyiş var, onun gibi.
Bu ülkede modernliği bir stil meselesi gibi kavramayan, felsefi diyebileceğim farkındalıkla sorgulayan nadir mimarlardan Turgut Cansever’i 16 yıl önce dün (22 Şubat 2009) kaybetmiştik.
Cansever, ki muhafazakar felsefi kimliği ile iktidar nimetlerini kullanmak yerine bilginin üretim biçimini, iktidarla ilişki biçimini sorun ediyordu. Eğer onun dikkati çektiği sorun dikkate alınsaydı, büyük ihtimalle 99 felaketinden sonra geçen çeyrek asırlık süreç çok daha farklı yaşanabilir, çok sayıda insanın hayatı kurtarıldığı gibi ekonomik açıdan da bugünkü sorunlar yaşanmazdı.
Onu vefatının yıldönümünde bu yönüyle anmak istedim.

Yorum Yazın