Hymer çokuluslu şirketlerin sonuçta sadece toprağı harabeye çevirmekle, “yağmalanmış topraklar” yaratmakla kalmayıp daha çok maddi zenginlik için insanları da mahvettiğini belirtmekteydi. Sonuç hava kirliliği, kirletilmiş ırmaklar, aşırı kalabalık yollar, gürültülü kentler, zarar verilmiş doğal güzellikler, adaletsizlik vs. idi.
Hürriyet Gazetesi’nin 15 Şubat 2024 tarihli haberinde, 14 Şubat’ta meydana gelen maden faciası ile ilgili olarak şöyle yazıyordu: "Erzincan İliç’teki altın madeninde siyanürlü toprağın dev bir çağlayan gibi aktığı facianın saatler önce alarm verdiği ortaya çıktı.”
Acaba faciayı daha önce öngörüp tedbir alamaz mıydık?
Aslında daha baştan “alamazdık” gibi görünüyor, çünkü konuyla ilgili olarak TBMM’de Kurulan Komisyonun adı “Erzincan’ın İliç İlçesindeki Bir Altın Madeninde Meydana Gelen Kazanın Tüm Yönleriyle Araştırılması ve Benzer Kazaların Önlenmesine Yönelik Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu.” Daha başından bunun bir “facia” değil bir “kaza” olduğu algısı oluşturulmaktadır.
Ama biz yine de “facia” olarak görüp devam edelim.Biraz araştırınca tehlike hakkında daha önceden uyarılar yapıldığına ilişkin çok sayıda bilgiye ulaşmak mümkün.
Madenin kurulma aşamasından, “facianın saatler öncesine” gelinceye kadar, o bölgede yaşayan çok sayıda kişinin çeşitli gerekçelerle itiraz ettiği, dava açtığı, kamuoyunu uyarmaya çalıştığını görüyoruz. Örneğin Anayasa Mahkemesi, Eşref Demir tarafından yapılan bireysel başvuru[i] üzerine, 1 Kasım 2023 tarihinde hak ihlali kararı verdi: “Özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA… Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayata saygı hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, Kararın bir örneğinin özel hayata saygı hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Erzincan İdare Mahkemesine (E.2018/1032, K.2019/1309) GÖNDERİLMESİNE”[ii]
Dolayısıyla en azından madenin kuruluş işlemlerinin başladığı tarihten itibaren bir facianın olacağına ilişkin bilgi sahibi olduğumuzu söylememiz mümkün. Çünkü başvurucu Anayasa Mahkemesine gelmeden önce başvuru yollarını tüketmek zorunda olduğundan mahkemelerde de davasını savunarak tehlikeye işaret etmiştir.
Ancak bilim devreye girdiğinde durum çok daha vahim hale geliyor, çünkü bu konuda yapılan iktisadi analizler bu faciayı çok öncesinden haber verme yeteneğine sahip.
Hymer doğrudan yabancı yatırımının etkilerini görmek için, ünlü bir üniversiteye gidip klasik tezlere sarılmak yerine, kendisi doğrudan gözlem yapmayı tercih etti. Bu amaçla bir yıllığına Gana’ya gitti. İngiliz sömürgecilik mirasının Gana’nın doğasında yarattığı köklü sorunları kavramaya çalıştı. 1963 yılında Gana’ya geri döndü. Araştırmasının sonucu onu hayretler içinde bırakmıştı: İngilizler Gana’da kapitalizmin gelişimini kösteklemiş olabilirlerdi.
STEPHEN HYMER: KANADALI BİR İKTİSATÇI
Sadece 40 yıl yaşamasına rağmen, bu kısa yaşama inanılmaz etkinlikler sığdırmış (1934 yılında doğmuş ve 1974 yılında bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirmiş).
Yazdığı çeşitli makaleler ölümünden sonra dostları ve ailesi tarafından The Multinational Corporation - A Radical Approach[iii] başlıklı kitapta birleştirilerek yayınlanmış.
Kitap daha 1960’lı yıllarda yapılan incelemelere dayanarak çokuluslu şirketlerin az gelişmiş ülkelerde yarattıkları tahribatı tüm yönleriyle ortaya koyuyor.
Hymer, ABD çokuluslu şirketlerinin denizaşırı yayılmalarını araştıran ve yabancı yatırımın arkasındaki güçleri aydınlatan ilk kişiydi; bu araştırmanın 50-60 yıl önce yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa ne kadar öngörülü olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Hymer kısa zamanda uluslararası bir ün kazandı ve bu yüzden uluslararası ölçekli olaylara dâhil oldu.
Genç yaşlarında arkadaşlarıyla birlikte milliyetçi bir yaklaşım benimsedi. Onlara göre Kanada bir sömürgeden daha fazlası ama bir ulustan daha azıydı. Bu bağlamda notlarında, geçimini bir timsahın dişleri arasındaki yiyeceklerle sağlayan küçük bir kuşun öyküsünü anlatıyordu: Kuş, ihtiyacını, timsahın dişleri arasındaki yiyecek artıklarından sağladığından, timsahlar hakkında uzmanlaşmak zorunda kalmaktaydı.
Bu benzetmede timsah, çokuluslu şirket; kuş, timsahın dişleri arasındaki yiyecekleri alma konusunda uzmanlaşma gereği duyan Kanadalı milliyetçi ekonomistlerdi. Bu uzmanlaşma sağlanamazsa, timsahın dişleri içinde yiyecek ararken timsahın yiyeceğine dönüşme ihtimali yüksekti.
Hymer doğrudan yabancı yatırımının etkilerini görmek için, ünlü bir üniversiteye gidip klasik tezlere sarılmak yerine, kendisi doğrudan gözlem yapmayı tercih etti. Çalışmasına yabancı yatırım yapılan “ev sahibi” bir ülkede devam etmeyi planladı ve bu amaçla bir yıllığına Gana’ya gitti. İngiliz sömürgecilik mirasının Gana’nın doğasında yarattığı köklü sorunları kavramaya çalıştı. Ardından Yale Üniversitesinde iki yıl öğretim üyeliği yapsa da 1963 yılında daha ayrıntılı incelemeler yapmak üzere 1963 yılında Gana’ya geri döndü.
Araştırmasının sonucu onu hayretler içinde bırakmıştı: İngilizler Gana’da kapitalizmin gelişimini kösteklemiş olabilirlerdi.
Hymer bu arada akademiyle ilgili “küçük burjuva bakış açısına ilişkin” genel bir sorunu da kendisi üzerinde kavramıştı. Şöyle diyordu: "Hem Gana’daki çalışmamda ve hem de doğrudan yabancı yatırıma ilişkin çalışmamda, sormakta olduğum sorular ile bu soruların üstesinden gelmek için kullandığım araçlar arasındaki orantısızlık gün be gün büyüdü. Ancak ben bir reformcuydum ve toplum ile siyaset hakkında öğrenmekte olduğum şeyleri, ekonominin analitik çerçevesi içinde bütünleştirmeye çalıştım. Okulda öğrendiğime çok hızlı sarıldım. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun nedeni zannederim kariyerimi geliştirme konusuyla aşırı düzeyde ilgilenmemdi. Bir küçük burjuva bakış açısından kolay vazgeçilmez.” (Bu sözler sadece kariyerlerini yükseltmek için akademik faaliyette bulunan akademisyenlere bir şey ifade eder mi bilmem).
Daha sonra az gelişmiş ülkelerde benzer çalışmalar yapan iktisatçılarla biraraya gelip ortak çalışmalar yaptı.
Akla şu soru gelebilir:“Kanada milliyetçisi neden gidip Gana ile ve diğer azgelişmiş ülkelerle ilgileniyor.”
Şundan dolayı: Hymer, çokuluslu şirketlerin gittikleri bütün az gelişmiş ülkelerde benzer tahribatı yapmış olduklarını düşündü. Bu tahribat sömürge deneyimi yaşamış ülkelerde çok daha çarpıcı biçimde ortaya konabilir ve azgelişmiş ülkelere bu etkilerden korunmanın yolları gösterilebilirdi.Bizde bu tür bir iktisatçı büyük olasılıkla bu tür sapkın işlerle uğraştığından akademiden aforoz edilir ve yönetime yaklaştırılmazdı.
Kanada’da öyle olmadı. Hymer 1967 yılında “Kanada Sanayisinin Yapısı” üzerinde çalışan “Kanada Hükümeti’nin Çalışma Ekibi”nde görevlendirildi. Çünkü Kanada yönetimi, bilimsel araştırmalara değer verdiğinden ve onları izlediğinden, Hymer’in “Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve Ulusal Ekonomik Çıkarlar” adlı makalesinde özetlenen bulgularından etkilenmişti.
Çalışma ekibi tarafından ulaşılan sonuç şuydu:“Eğer uluslar, yabancı yatırımdan korunacak birimler kurarak çokuluslu şirketlerin sanayi dallarındaki tekelleşmesini önleyebilirlerse ve ülkenin şirketlerini modernleştirebilirlerse, kendi bağımsızlıklarını koruyabilecekler”di.
Bu öneri hükümet tarafından radikal bulunarak başlangıçta uygulanmasa da sadece bir süreliğine ertelenebildi; Kanada bir süre sonra bu raporun gerekleri doğrultusunda önlemler aldı.
Gelişmiş ülkeler doyuma ulaştıklarında arz fazlası satılamayacağından, bu arz fazlasını satacak yer bulmak gerekir. Azgelişmiş ülkeler bu arz fazlasının satılacağı ve asıl kârın katlanacağı yerlerdir.
HYMER’İN BULGULARI
Peki neydi Hymer’in bulguları?
Hymer’e göre yeni bir ürünün geliştirilmesi sabit bir maliyet anlamına gelmekteydi; icat ya da yenileştirme için gerek duyulan harcama bir kez yapıldıktan sonra, bu harcama sonsuza kadar geçmişte kalıyordu. Üretimin gerçek maliyeti, satış fiyatının oldukça altındaydı ve elde edilecek hasılanın sınırı, yükselen maliyetlerden kaynaklanmamakta ama doymuş piyasalardaki talebin düşmesinden kaynaklanmaktaydı. Yeni yabancı piyasaların marjinal kârı bu nedenle yüksekti ve şirketler ürünlerini yaygın biçimde dağıtan sistemin sürdürülmesinde ciddi bir çıkara sahiptirler. Dolayısıyla çokuluslu şirketlerin az gelişmiş ülkelerdeki çıkarları, piyasa büyüklüğünün akla getirdiğinden daha büyüktü.
Türkçesi şu: Bir şirket yatırım yaptığında belirli bir sabit maliyete katlanır ve ürünlerinin fiyatlarını yüksek belirleyerek kâr elde eder. Ancak üretilen yeni mallar artık yeni bir yatırım gerektirmediğinden, ne kadar çok mal satılırsa o kadar yüksek gelir elde edilir. Gelişmiş ülkeler doyuma ulaştıklarında arz fazlası satılamayacağından, bu arz fazlasını satacak yer bulmak gerekir. Azgelişmiş ülkeler bu arz fazlasının satılacağı ve asıl kârın katlanacağı yerlerdir.Bir başka anlatımla az gelişmiş ülke piyasaları çokuluslu şirketlerin ellerinde kalan satılmamış ürünleri satmalarına olanak tanıyan ve kârlarını orantısız biçimde katlamalarını sağlayan bir araçtı ve bu yüzden piyasa büyüklüğü bakımından az gelişmiş ülke piyasalarının, gelişmiş ülke piyasası düzeyinde olmamasının bir önemi yoktu.Çokuluslu şirket sistemi dünyaya ulusal bağımsızlık ya da eşitlik sunacak gibi görünmemekteydi. Bunun yerine çok sayıda ülkeyi, sadece ekonomik işlevleri bakımından değil ama bütün toplumsal, siyasal ve kültürel roller dizisi bakımından da fabrika şubesi ülkesi olarak tutmaya yarıyordu.
Çokuluslu şirketlerin iştirakleri ve bunların tepe yöneticileri, faaliyetlerin yürütüldüğü ülkede, ev sahibi ülkenin siyasal, toplumsal ve kültürel yaşamında etkileyici bir rol oynamaktaydılar. Ancak bu insanlar, unvanları ne olursa olsun, şirketin bütünsel yapısı içinde en iyi ihtimalle orta bir pozisyonu işgal etmekteydiler ve yetki ve ufuk bakımından daha alt bir karar verme düzeyiyle sınırlanmaktaydılar. Bunların ilişki kurdukları hükümetler de aynı orta düzey yönetim bakış açısını kabullenme eğilimindeydiler, çünkü bu düzey, onlara bırakılan tek bilgi ve fikir menziliydi.
Hymer, kitabında, çoklu bir hiyerarşik yapılanmadan söz etmekteydi: İş idaresinin üç düzeyi, üç ufku, üç görev düzeyi, üç karar alma düzeyi ve üç politika düzeyi arasında fark vardır. III. Düzey, yani en alt düzey, teşebbüsün gündelik faaliyetlerinin idare edilmesiyle; yani teşebbüsün kurumsallaşmış çerçeve içinde tutulmasıyla ilgilidir. İlk olarak genel müdürlük bürosunun yerel büroyla ayrılması sonucu ortaya çıkan II. Düzey, III. Düzeydeki idarecilerin koordinasyonundan sorumludur. Üst yönetim olan I. Düzeyin işlevleri amaç belirleme ve planlamadır. Bu düzey, daha alt düzeylerin içinde faaliyet yürüteceği çerçeveyi belirler. Ancak şirket bakımından geçerli olan bu hiyerarşik yapı, ülkeler bakımından da geçerlidir: Şirketin uluslararası düzeydeki genel merkezi gelişmiş ülkelerden birinde (New York, Londra, Paris, Bon, Tokyo) yerleşikti. Az sayıda kişinin yönettiği genel merkez küresel ölçekteki şirketin faaliyetlerini anlık olarak izler ve planlama yapar. Genel merkeze dışarıdan üye alınması neredeyse olanaksızdır; genel merkez saf yapısıyla varlığını sürdürür. Genel merkez, ikinci düzeyde az gelişmiş ülkelerde üst düzey yöneticilere sahiptir. Ancak az gelişmiş ülkedeki üst düzey yöneticiler, şirketin genel hiyerarşisi içinde en fazla orta düzeyde bulunabilirler. Orta düzey yöneticileri az gelişmiş ülkelerdeki siyasiler olabileceği gibi onlarla bağlantılı olan işadamları da olabilir.Hymer çokuluslu şirketlerin sonuçta sadece toprağı harabeye çevirmekle, “yağmalanmış topraklar” yaratmakla kalmayıp daha çok maddi zenginlik için insanları da mahvettiğini belirtmekteydi. Sonuç hava kirliliği, kirletilmiş ırmaklar, aşırı kalabalık yollar, gürültülü kentler, zarar verilmiş doğal güzellikler, adaletsizlik vs. idi.
Hymer’in bu tür sonuçları önlemek için azgelişmiş ülkelere, bu makalede yer verilemeyen tavsiyeleri de vardı.
Hymer’e göre azgelişmiş ülkeler çokuluslu şirketler için sanıldığından çok daha fazla önemliydi. Çünkü bu şirketler az gelişmiş ülkede ellerinde kalan satamadıkları malları satabiliyor; azgelişmiş ülkelerden ucuza doğal kaynak sağlayabiliyor ve azgelişmiş ülkelerde kendi ülkelerinde yapamadıkları doğayı, toprağı, ırmakları kirleten çok kârlı yatırımlar yapabiliyorlardı.
AZ GELİŞMİŞ ÜLKELER VE ÇOKULUSLU ŞİRKETLER
Özetlemek gerekirse, Hymer’e göre azgelişmiş ülkeler çokuluslu şirketler için sanıldığından çok daha fazla önemliydi. Çünkü bu şirketler az gelişmiş ülkede ellerinde kalan satamadıkları malları satabiliyor; azgelişmiş ülkelerden ucuza doğal kaynak sağlayabiliyor ve azgelişmiş ülkelerde kendi ülkelerinde yapamadıkları doğayı, toprağı, ırmakları kirleten çok kârlı yatırımlar yapabiliyorlardı.
Tesadüfen! İliç’teki firmanın temsilcisi ABD’deki basına yaptığı açıklamada İliç’teki yatırımlarının kârlılık oranının 1’e 40 olduğunu rahatlıkla söylüyordu.
Hymer, bu nedenle 2024 yılında İliç’teki facianın olacağını 1950-60’lı yıllarda haber vermişti; sadece İliç adını kullanmamıştı.
Hymer bütün az gelişmiş ülkelere, bu tür yatırımlara izin vermelerinin hem kalkınmalarını baltalayacağı hem de ülkelerinin yağmalanmasıyla sonuçlanacağı uyarısında bulunmuştu.
Bu durumda Hymer’in bir “milliyetçi” olarak adlandırılması mümkün mü acaba?
Bence evet.
Ama Hymer sadece kendi ülkesi Kanada’nın bu yağmadan kurtulması için değil bütün azgelişmiş ülkelerin tehlikenin farkında olmaları için çabalamış; emperyalizme karşı bir tutum takınmıştı. Kendi ülkesinde hükümetin yaptığı çalışmalara doğrudan katılmış ve bir süre ertelense de sonunda ülkesini bu girdaba girmekten alıkoymuş; en azından bu yönde katkı yapmıştı.
(Bu arada İliç’teki firmanın, ironik biçimde, Kanadalı olmasının, Hymer’in arzuladığı bir şey olmadığını belirtmek gerekir.)
Ama durun bakalım. Burada Hymer’in söylediklerine ciddi itirazlar var galiba.
Diyorlar ki; Biz bu yatırımlara izin verdik, doğru, ama kardeşim “hele bi sor” “niye?”
“Bizim ülkemizde petrol yok ve bu yüzden de her yıl çok büyük petrol faturaları ödüyoruz. Bu faturalar bütçe açıklarına yol açıyor. Bu açıkları kapatamadığımızda, borçlanmak zorunda kalıyoruz ve bu borçlara her geçen gün daha fazla faiz ödemek zorunda kalıyoruz. İşte bu açıkları kapatmak için bu tür yatırımları teşvik ediyoruz.”
Bu itiraza cevap olarak şunları söyleyebiliriz: "Bu açıkların kapatılmasının yolu ülkenin yağmalanmasına izin vermek değil. Bu ülkede yaşama hakkı olanlar sadece bizler değiliz; bu ülke, geçmiş kuşaklardan bize emanet kaldı ve üzerinde gelecek kuşakların da en az bizim kadar hakkı var. Bizden sonraki kuşaklar da varlıklarını sürdürebilmek için ekolojik sisteme gereksinim duyacaklar. Ülke topraklarının bölünmesi ile ülke içinde kalmış ama kullanılamayan toprakların varlığı aynı kapıya çıkar. Amerika tarihinde Vahşi Batı’daki altına hücum bile bu denli vahşi değildi.İ liç madeninde yitirilmiş dokuz yaşamı hiç hesaba katmazsak bile kim bilir bundan sonra kaç çocuk zehirlenme nedeniyle sağ doğamayacak! Kim bilir kaç kişi kanser ya da benzeri ölümcül hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirecek!Kim bilir kaç kişi engelli doğacak ve bütün yaşamı boyunca engelli haklarını bize kabul ettirerek varlığını sürdürmeye çalışacak! (oysa onun engelli olmasının sebebi bizleriz) Bu kişilerin sayısını bile bilemeyeceğiz! Biz bugün bu toprakları kullanmaya devam edebilmekteysek, bunu, bu topraklar üzerinde daha önce yaşayanların yağmalanmayı kabul etmemelerine borçluyuz ve biz de aynı borcu gelecek nesillere karşı duymak zorundayız. Topraklarımız var ama kullanamıyoruz; ırmaklarımız var ama zehirli olup olmadıklarından kuşku duyuyoruz.
Ekolojik sistem hastalandığından, parçası olduğumuz bu sistemden dolayı çocuklarımızın hasta doğması kaçınılmaz.
Bu arada bir de kötü haber: Bir canlı organizma olan ekolojik sistem hasar gördüğünde, Mars’a dahi gitsek, doğrudan ya da dolaylı olarak bu hasardan etkilenmememiz mümkün değil; kaçış yok biline! Üstelik doğanın katledilmesi sonucu elde edilen kaynaklardan aslan payını çokuluslu şirket alıyor; bu şirket kendi ülkesinde yasaklananı bizim ülkemizde yapıyor.Bir başka aslan payı ülkemizde şirkete aracılık edenlere bu aracılıkları karşılığında gidiyor. Şirkete bu izinleri verme karşılığında yasa dışı gelir elde edenler suç işlemiş durumdadırlar. O bölgede yaşayanlara dava açmamaları karşılığında verilen paralar yasa dışıdır.Ayrıca orada yağmalanan toprak sadece yöre halkına ait değildir, ülkede yaşamakta olanların tümü ile birlikte bu ülkenin gelecek kuşaklarının tümüne aittir. Fırat nehrine oldukça yakın sahadaki faaliyetlerin nehri etkileme olasılığı yüksektir. Madende kullanılan siyanürün yeraltı sularına karışma olasılığı vardır. Sınır aşan sularla komşu ülkelerin de zehirlenmesi halinde uluslararası krizler ve çatışma riskleri vardır. Bunlar yüksek tazminatlarla karşı karşıya kalınmasına yol açarak gerçek beka sorunu oluşturabilir.Anayasa uyarınca herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu gibi çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların görevidir.”
Bu uyarılara rağmen itiraz hala şöyle sürüyor olabilir:“Ya kardeşim bütçe açıklarının bir kısmını kapattık işte. Üstelik işsizliği de azalttık. Ayrıca orada bu sayede başka çok sayıda yatırım da yaptık.”
“Tamam pes. Zaten sorun bende galiba, ülkenin kodları çoktan değişti ve ben uyum sağlayamadım. Uyum sağlamaya çalışayım.”
“İki…. Sıfır…İki….Dört…”
Tamam, şimdi oldu.
Evet ya, bu kodları girince rahatladım.
Hymer bir milliyetçi değil, hainmiş meğer; şimdi anladım: Hain Hymer!
Yaşadığı dönemde ülkesinin yönetiminin kaynak sağlamasına engel olmuş hâlbuki.
Zaten ülkemizde yaşanan bir “facia” değil sadece bir “kaza”dır. Trafik kazaları gibi maden kazaları da dünyanın her tarafında olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
O zaman ganimeti yağmaya devam…
Ya da ünlü şairimiz Tevfik Fikret’in sözleriyle:
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
----
[i] Başvuru Numarası: 2020/12802
[ii] Kararın tümüne şu linkten ulaşılabilir: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/12802
[iii] Kitap Türkçe’ye de çevrildi: Çokuluslu Şirket: Radikal Bir Yaklaşım (2013), çev. Fahri Bakırcı, Ankara, Epos Yayınları.
Yorum Yazın