Dinlerin, tarihin lokomotifi – veya freni – haline getirmemenin gereği konusunda şunu söyleyebiliriz: Laik düzenin ve anlayışın yerleşmesi için din temelinde siyaset bilimi anlayışını da aşmak gerekir. Dine dayalı tarihçilik, yani gelişmeleri din ile açıklamak da laikliğe karşı bir anlayıştır. Türkiye’yi dinin gidişi ile açıklamak yerine, dinin yerini toplum dinamiklerinin içinde görmek gerekir.
Μilli devletlerin eğitim sistemlerinde etnosantrik (millet merkezli) tarihçilik sık görülür; hatta bu yaklaşım egemen anlayıştır da denebilir. Bu tür tarihçilikte “milletimiz ve vatanımız” odak sayılır, dünya ise etrafımızdadır; aynen 100-160 yıllarında yaşamış olan Ptolemeus’un dünyamızla ilgili görüşü gibi: yer küremiz merkezdedir, evren ise çevremizde dolanır! Öylesine inanılır ki bu “ben merkezli” modellere, karşı tezi savunanı bir zamanlar yakarak idam ederlerdi – Giordano Bruno’ya 1600 yılında yaptıkları gibi.
Okul kitapları böyle bir dünyayı aşılarlar, dolaylı olarak. Önce “bizim tarihimiz” anlatılır sonra “komşularımızın” tarihi, sonra ise dünyadaki bazı önemli tarihî olaylar. Bir pilot çalışmamda bu “eğitimin” ne tür sonuçlar doğurduğunu görmüştüm. [1] Üniversite öğrencileri bile – yani üniversiteye girecek kadar başarılı olanlar bile - dünyayı dengeli bir biçimde algılayamıyor. Kafalar karma karışık. Dünyadaki dinlerden haberdar değiller örneğin, “önce Protestanlık vardı sonra İslam” diyebiliyorlar %50 oranlarında; veya “önce Süleymaniye Camii sonra Piramitler inşa edildi” biliyorlar % 40 oranında. Bu çalışmamda 1993 yılında liseler için hazırlanmış bir kitabın etnosantrik yanını da şöyle eleştirmiştim:
“Eski Çağlarda Türkiye” başlığını taşıyan bu ünite, dünyamız, ilk insanlar ve ilk uygarlıklar hakkında hiçbir bilgi verilmeden “Anadolu” tarihiyle başlamaktadır. Paleolitik, Mezolitik ve Neolitik dönemler dünya tarihi içinde değil, “Türkiye” (Anadolu) tarihi içinde ele alınıyor. Şu cümleyi okuyan bir öğrenci herhalde antik dünyanın yalnız Anadolu’dan oluştuğuna inanacaktır: “Taş devrinin... önemli kültür merkezleri arasında Çanakkale Truva, Denizli Beycesultan, Burdur Hacılar, Yozgat Alişar, Çorum Alacahöyük, Van Tilkitepe gibi yerleşim yerleri bulunmaktadır”. Ne Afrika’dan, ne Avrupa’dan, ne öteki Asya yörelerinden söz edilmektedir.
Türkiye’nin neden Batı dünyası gibi gelişmediğini anlamak için önce dünyaya bakmamızın gerektiğini vurgulamam bundandır. Türkiye dünyanın bir parçasıdır ve bu yüzden “dünyaya göre” açıklanabilir. Dünyadan soyutlanmış bir tarih söylemi eksiklikler ve anlamsızlıklar içerir. Böyle bir tarihçiliğin yanlış yanı yanlız “biz-öteki” konusunda geliştirdiği maniheist iyi-kötü söylemi değildir; aynı zamanda çevre ile kıyaslamalardan uzak kalarak “değerler” ve “anlamlar” alanında içe kapanık ve aşırı yerelci olması ve giderek kendinden menkul gerçeklere varmasıdır.
Dinlerin gelişmede, çağdaşlaşmada ve kapitalizme uyum sağlamadaki etkileri tartışılırken sıklıkla Max Weber’in Protestanlıkla ilgili yazdıklarına başvurulur. Bu teze göre bu dinî anlayış kapitalizmle uyumludur ve kapitalizmin gelişmesini sağlamıştır. Ancak bu tez ne kanıtlanmıştır, ne genel olarak kabul görmüştür, ama daha da önemlisi, ne de Weber bu konuda böylesine kesin konuşmuştur.
Doğal olarak genel dünya tarihçiliğinden başlayarak daha yerel ve özel alanlara (ayrıntılara) geçilebilir ve bunun yapılması da gereklidir – her bulguyu yeniden genele göre değerlendirerek.[2] Geçen yazılarımda açıkladığım dinle ilgili genel bazı gözlemelerimi şimdi daha ayrıntılı ele almak istiyorum. Özellikle toplumların “gelişmesi” konusunda dinler için söylenenlere daha yakından bakmak gerekmektedir. Türkiye’de bu konu çok tartışılmaktadır ama bu karşılaştırmaların sistematiği pek açık değildir. İki konuya açıklık getirmek gerekir. a) Dinler toplumların gelişmesinde ne denli etkilidirler, ve b) dinler arasında benzerlikler ve farklar varsa bunlar ne derecede önemlidir ve anlamlıdır. (Bu ikinci soru bir sonraki yazımın konusudur.)
Dinlerin gelişmede, çağdaşlaşmada ve kapitalizme uyum sağlamadaki etkileri tartışılırken sıklıkla Max Weber’in Protestanlıkla ilgili yazdıklarına başvurulur. Bu teze göre bu dinî anlayış kapitalizmle uyumludur ve kapitalizmin gelişmesini sağlamıştır. Ancak bu tez ne kanıtlanmıştır, ne genel olarak kabul görmüştür, ama daha da önemlisi, ne de Weber bu konuda böylesine kesin konuşmuştur. Weber’in tezi Marx’ın tezine karşı gibi görünüyor. “Ekonomik gelişmeler ve ilişkiler toplumsal üst yapıyı (ve dini) oluşturur” olarak özetlenebilecek bir teze karşı “Protestanlık, kapitalizmi ve çağdaşlamayı sağladı” tezini görüyoruz.
Oysa yalnız soldan değil, çok farklı akademik çevrelerden Weber’in tezine itirazlar çoktur. Weber’in ilgili makalelerini İngilizce’ye kazandıran Talcott Parsons olmuştur ve bu kitabın giriş kısmını din ve kapitalizm konusunda uzman sayılan R.H: Tawney yazmıştır. Bu yazıda şunları okuyoruz:
Weberin ima ettiği gibi kapitalist girişimcilerin, ‘kapitalist ruhun’ ortaya çıkması için dini değişiklikleri beklediklerini söylememiz biraz yapay bir düşünce değil midir? Aynı biçimde ve yine tek yanlı başka bir düşünce olarak, ‘dinî değişikliklerin aslında ekonomik gelişmelerin bir sonucu olduğunu’ iddia etmek de mümkün değil midir?[3]
Ama Weber’in kendisi de “kapitalizmi Protestanlık yarattı” gibi kesin bir tez savunmamıştır. Ünlü makalesinde şunları da yazmıştı:
‘Kapitalist ruhun’ yalnız Reform hareketinin etkileriden doğduğu tezini ileri sürmek, böyle akılsız ve ideolojik (doctrinaire) bir anlayışı veya kapitalizmin ekonomik bir sistem olarak Reform hareketinden doğduğu görüşünü savunmak niyetinde değiliz. (s. 91).
Weber’in aslında söylediği, özetlersek, “kapitalist gelişme Protestan ve özellikle Kalvinist toplumlar içinde çok uygun bir anlayış buldu” biçimindedir. “Kapitalist ruhun” – yani çok çalışmak, lüksten kaçınmak, yaratıcı ve üretken olmak – dinî inançtan bağımsız var olacağını da söylemiştir. Ama her nedense, kapitalizmin ve dolayısıyle çağdaşlaşmanın Protestanlıkla ilişkilendirilmesi ve bu ilişkinin Weber ile savunulması yaygın bir söylemdir. Doğal olarak da bu analayışa karşı çıkanlar itirazlarını yeniden Weber’e yöneltmektedirler!
Weber’in “Protestanlık=kapitalizm=gelişme” formülünü savunduğunu iddia eden ve Weber’in “Protestanlık kapitalizmi geliştirdi” tezine karşı, tersine, örneğin, kapitalizme hazır ve yatkın toplumların Protestan dinini seçmiş olabileceklerini savunan bazı tanınmış isimleri hatırlatarak bu konuyu noktalamak istiyorum. Zaten feodalizmden ve serf olarak çalışanlardan kapitalist ilişkilere ve özgür emekçilere geçişin Protestanlıktan önce yaşandığı bilinen bir olaydır.[4]
Daron Acemoglu ve James A. Robinson da Why Nations Fail adlı çalışmalarında Weber’e atıfla din ile kapitalist gelişme arasında bir ilişki görmediklerini yazmışlardır.[5] Bu görüşlerine kanıt olarak Uzak Doğu’da hızla gelişen kapitalist ülkelerin dinle pek alakalı olmadıklarını da hatırlatmaktadırlar. Hobsbawn Kuzey Avrupa’daki gelişmeyi dine değil yüksek düzeydeki eğitime yormaktadır.[6]Aslında Hobsbawm bazı “grupların” kapitalizm alanında daha başarılı olduklarını kabul etmekte, bunlar arasında Protestanlık’a yakın olanları da görmekte ama bu gruplar içinde Protestanlıkla ilgili olmayanları da katmaktadır: “19uncu yüzyılda... bazı kısmen yerel, kısmen dinî veya etnik azınlıklar (bazı gruplar) kapitalizme daha yatkın oldular (particular affinity) – örneğin, Fransız Protestanlar, Quakerler, Unitarianlar, Yunanlılar, Yahudiler, Ermeniler.” (s. 175-176)
Fernard Braudel Weber’in söz konusu tezini daha ayrıntılı eleştirir. En başta metoduna karşı çıkar: son yıllardan ve son durumlardan başlayarak, yani 1895 yılının istatistiklerinden ve bu yıllardaki Alman ve Fransızların kıyaslamalarına dayanarak eski dönemler ve eski “nedenler” konusunda sonuçlara varmasını eleştirir. Bu tür yaklaşımlarla tam ters sonuçlara da varılabileceğini yazar; örneğin, 18inci yüzyılda Batavya’da lüks içinde yaşayan Protestanları göstererek. Oysa kapitalizmin doğuşunu çok daha önceleri görebiliyoruz: Güneyde, Cenova kentinde dünyaya açılan kapitalist ilişkiler gelişmişti.[7] Aynı kitabında, Luther’den çok önce, 13’üncü yüzyılda neden Floransa’nın kapitalist bir kent sayılacağını anlatır. (s.578). Braudel bazı tarihçilerin Yahudilerin “kapitalist” eğilimlerinden söz ettiklerini ve bu mantığın 9uncu yüzyıldaki Arapların yaygın ve başarılı ticaretini de İslam dini ile açıklamaya varacağına işaret eder (s. 160).[8]
Dinlerin, tarihin lokomotifi – veya freni – haline getirmemenin gereği konusunda şunu söyleyebiliriz: Laik düzenin ve anlayışın yerleşmesi için din temelinde siyaset bilimi anlayışını da aşmak gerekir. Dine dayalı tarihçilik, yani gelişmeleri din ile açıklamak da laikliğe karşı bir anlayıştır. Türkiye’yi dinin gidişi ile açıklamak yerine, dinin yerini toplum dinamiklerinin içinde görmek gerekir. Din bu dinamiklerin bir tanesidir; gelişmelerin temel nedeni değil, belli tarihî anlarda bazı roller üstlense bile, en nihayet bir sonuçtur. Yani “Türkiye dini yüzünden geri kaldı” söyleminin aşılması ve daha gerçekçi açıklamalara geçmek gerekmektedir. Böyle (laik) bir tarihçilik anlayışı, hem laiklikten yana olan kesimler hem de dinin kısıtlamasını temel sorun olarak gören din yanlısı çevreler için gereklidir; çünkü böyle bir tarihçilik verilerle daha uyumludur; daha gerçekçi ve daha yararlıdır.
----
[1] Millas, Herkül. “Türkiye'de etnosantrik tarihçiliğin pratik sonuçlari”, Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları, 1994 Buca Sempozyumu, İstanbul: Tarih Vakfı, 1995 adlı yapıtta.
[2] Dünya tarihçiliği derken aklımda Hegel, Karl Marx, Arnold Toynbee, Eric Hobsbawm, William O’Neíll, Fernand Braudel, Michael Mann, Yuval Noah Harari gibi isimler var. Aslında “dünya tarihi” olarak bilinen çalışmalar ne eksiksizdir ne de gerçekten bütün dünyayı kapsarlar; ancak çabaları o yöndedir ve özellikle yerel/milli tarihçilikten çok daha yararlıdırlar.
[3] Weber, Max. The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, Çevirmen: Talcott Parsons, New York: C. Scribner’s Sons, 1930, s. 8.
[4] Samuıelsson, Kurt. Religion and Economic Action a Critique of Max Weber, Harper Torchbooks, 1957.
[5] Why Nations Fail, Profile Books, 2013, s.60.
[6] Hobsbawn, Eric. The Age of Empire 1875-1914, Abacus, London: 2010, s.25
[7]Braudel, Fernard. Civilization and Capitalism 15th-18th Century, The Wheels of Commerce, Fontana Press, 1982, s. 568.
[8]Bir yanlış anlama olmasın: Yukarıda yazılanlar bir “Protestan ahlakı” yoktur anlamında değildir; bu “ahlakın” bir sonuç olduğu, kapitalizmi oluşturan nedeni (sebebi) olmadığı anlamındadır.

Yorum Yazın