Ak Parti, 1999-2010 arası dönemde Avrupa Birliği’nin (AB) desteğiyle ivme kazanan demoratikleşme sürecini cesaretle sürüklemektense merkeze mutlak bir şekilde oturmaya çalıştı. Toplum merkezli bir perspektifle merkezi dönüştürmeye çalışmaktansa onun uzantısı oldu. Türkiye’de tek parti döneminden bu yana devletle bu denli özdeşleşen bir iktidar gelmemiştir.
3 Kasım 2024 tarihinde Ak Parti iktidarı yirmi ikinci yılını doldurdu. Pek çok Ak Parti’li tanıdığımız Ak Parti’nin tek başına iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihini hatırlatarak Erdoğan’ın ‘Bugünden sonra Türkiye’de hiçbirşey eskisi gibi olmayacak’ sözünü paylaştı. Muhtemelen herşeyin daha iyi olacağı yönünde bir iyimserlikle edilen bu sözün yirmi iki yıl sonunda toplumun ciddi bir kesimi açısından paylaşılmadığını söylesek yanlış olmaz. Biz bu yazıda Türkiye’nin Ak Parti iktidarında iyileşip iyileşmediği konusu bir yana, değişenin ne olduğu üzerinde duracağız. Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. Tabi Türkiye değişti fakat bu yirmi iki yılda asıl değişen Ak Parti oldu. Türk siyasetini yakından izleyenler uzun süredir Ak Parti'nin temel açmazının ‘merkez’ ile ‘çevre’ arasında sıkışmış hali olduğunu vurgularlar.
Yirmi iki yıl sonunda Ak Parti halen siyasi ve bürokratik merkeze karşı rüştünü ispat etme kaygısıyla hareket ediyor. Aslında Ak Parti’nin bir zamanlar kendi bekası ile demokratikleşme arasında kurduğu ilişki 12 haziran 2011 seçimleri sonrasında koptu. Yüzde doksana yakın bir katılımın gerçekleştiği bu seçimlerde Ak Parti yüzde 49,9 oy oranıyla 327 milletvekili çıkardı. 12 Haziran seçimleri eşiğinde hem ülke içerisinde hem dışarıda Türkiye’de demokratik standartların yükselmesiyle ilgilenen kesimler daha güçlü bir Ak Parti’nin daha az uzlaşmacı olabileceğinden endişeliydiler. Korktuları gibi oldu. Ak Parti, 1999-2010 arası dönemde Avrupa Birliği’nin (AB) desteğiyle ivme kazanan demoratikleşme sürecini cesaretle sürüklemektense merkeze mutlak bir şekilde oturmaya çalıştı. Toplum merkezli bir perspektifle merkezi dönüştürmeye çalışmaktansa onun uzantısı oldu. Türkiye’de tek parti döneminden bu yana devletle bu denli özdeşleşen bir iktidar gelmemiştir.
Bu durum Ak Parti’nin geçtiğimiz yıl yapılan 14 Mayıs seçimleri sonrasında bir zafer kazanmasına rağmen değişmedi. Son seçimlerde AK Parti’nin kazandığı zaferler giderek daha sönükleşiyor. Son seçimde de Erdoğan ancak ikinci turda bir seçim oyunuyla, Zafer Partisi’nin parlattığı Sinan Ogan’ın desteğiyle seçilebildi. 1980 darbesiyle kurulan ancak ömrünü tamamlamış sağcı siyasi rejimin ayakta kalmak için çevireceği oyunlarının sonu yoktur. Neyse… Şimdilerde herkes eski Ak Parti’yi özlüyor. “Geçmiş ola!” demek geliyor insanın içinden. İşin kötüsü muhalefet de bel bağlanacak durumda değil
Son zamanlarda Ak Parti üzerinde olağanüstü bir baskı vardı. Rekor sayıda insanın siyasi tutuklu olarak bulunduğu Ak Parti Türkiyesi, yolsuzluk suçlamaları, mafioso bir siyaset ve vizyonsuz bir dış politikadaki başarısızlıkların da etkisiyle bunalmış halde. Tıpkı 12 Haziran seçimleri sonrasında olduğu gibi yine CHP yetişti ve Ak Partiyi kurtardı. Zaten ciddiyetini kaybetmiş yeni anayasa yapma sürecinde bir paratoner gibi bütün şimşekleri üzerine çekerek bir yandan kendisine bir muhalefet partisi olarak bağlanan ümitleri çökertti diğer yandan yeniden Ak Partiyi Türk siyasetinin temel aktörü haline getirdi. Tıpkı 12 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi Ak Parti’deki bunalım o kadar derindi ki Başkan Erdoğan bir kabine revizyonuyla biraz nefes almayı düşündü. Fakat, kabine revizyonu dahi Ak Parti için ancak geçici bir nefes alma sağlayabilir, çünkü Türk siyasetindeki sorunlar yapısal. Bir başka değişle ötelenmekle kurtulunacak hali çoktan geçmiş durumda. İktidar ortağı MHP ile Türk siyasetinin milliyetçi-korporatist (işbirlikçi) yapısına hızlıca adapte olan Ak Parti ‘toplum merkezli’ bir siyaset ve dini yaklaşımı ‘devlet merkezli’ bir yapıya feda etti ve demokrasi ve dolayısıyla halk bu sürecin en ciddi kaybedeni oldu.
Ak Parti’nin gerileyişinin en önemli sebebi AB etkisiyle başlayan demokratikleşme sürecinde yaptığı siyasi hatalardan kaynaklanıyor. İktisadi istikrar, AB gibi dış destekler ve siyasal müzakereler toplumsal çatışmaları yumuşatabilir fakat çözmez. Demokratikleşme süreçlerinde sonuçsuz müzakereler tarafları yorar ve beklenenin tersine daha radikal sonuçlar doğurur. Ak Parti’nin başlattığı en ciddi demokratikleşme politikaları olan “Kürt açılımı” ve “Alevi açılımı” taraflarda ciddi hayal kırıklığı yarattı. Ucu açık müzakereler tarafları bezdirdiği gibi bölünmüşlükleri pekiştirdi, şiddetlendirdi ve güven kaybı yarattı. Alevi açılımı bunun en açık örneği. Kimi hallerde, Kürt açılımında olduğu gibi, şiddet olağanüstü artar ve kapanması oldukça zor bir yaralar açar. Müzakerelerle tarafların yaklaşımını öğrenmek iyi bir fikir gibi görünüyor. Fakat, sonuçta büyük ölçüde medya kavgalarına dönüşen tartışmaların içeriği giderek boşalır, müzakereler toplumdaki tarafları yansıtmaktansa bir medya kurgusu haline gelir.
2012 yılında zamanın TBMM başkanı Cemil Çiçek liderliğinde düzenlenen Anayasa Platformu görüşmeleri önemli bir şeyi ortaya koymuştu. Çoğunlukla toplumun çok daha uzlaşmacı ve olumlu baktığı konular, meclis kürsüsünden veya televizyon ekranlarında tartışıldıkça bölünmeleri pekiştiriyor ve siyaseti bir çıkmaza sürüklüyor. Çiçeğin yönettiği Platform bunun en açık örneğidir. Buna Türkiye’ye özgü siyasi şeffaflık sorunlarını da ekleyebiliriz. Platform çerçevesinde yapılan müzakerelerin içeriği sistemli bir şekilde kamuoyuyla paylaşılmadığı gibi siyaset yapım süreçleriyle de ilişkilendirilmemişti. Sonuçta, ‘demokratik açılımlar’ tarafların bakış açısını keskinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Ak Parti’nin demokratikleşme politikaları sadece toplumsal bölünmeyi derinleştirmedi aynı zamanda uzun vadede Türkiye’de demokrasinin oturmasına ilişkin ciddi bariyerler de inşa etti. Bu süreçte ciddi bir samimiyet sınavı veren AB’de demokratikleşmeyi adeta kısa sürede akamete uğrayan üyelik süreciyle bağlayarak Türkiye’de uzun süredir demokrasiyi sürükleyen siyasi aktörleri hayal kırıklığına uğrattı.
2016’da önlenen darbe girişimiyse bu otoriter geriye kayışta bir katalizör (kolaylaştırıcı) etkisi yaptı. Bu siyasetiyle Ak Parti 1980 sonrası süreçte demokratikleşme konusunda en ciddi adımları atan Özal ve Ecevit hükümetlerinin de gerisine düşmüş görünüyor.
DARBE GİRİŞİMİ, OTORİTER GERİ KAYIŞTA KATALİZÖR OLDU
Başarılı bir demokratikleşme sürecinde toplumsal müzakerelerin çözüme yönelik politik süreçlere kanalize ve tercüme edilmesi gerekir. Derin bir siyasal dönüşümün eşiğindeki Türkiye’de yeni bir anayasa böyle bir tercüme işlevi gerçekleştirebilirdi. İlk dönemlerde Ak Parti’nin de böyle bir ihtiyacı görmüş olabileceği düşünülüyordu. Fakat geçtiğimiz yirmi iki yıl ne yeni bir anayasa getirdi ne de Türk siyasal yapısını ciddi bir şekilde dönüştürebilecek partiler kanunu veya seçim barajı gibi kritik alanlarda demokratikleştirici düzenlemeler. Türk siyasetinde vatandaşları güçlendirecek, katılımı artıracak değişiklikler yerine Ak Parti, 1980 Anayasası’nın mantığının bir uzantısı olarak, ‘yürütmeyi’ güçlendirecek düzenlemeler peşinde koştu ve nihayetinde başkanlık sistemine yönelik bir anayasa projesiyle karşımıza çıktı. 2016’da önlenen darbe girişimiyse bu otoriter geriye kayışta bir katalizör (kolaylaştırıcı) etkisi yaptı. Bu siyasetiyle Ak Parti 1980 sonrası süreçte demokratikleşme konusunda en ciddi adımları atan Özal ve Ecevit hükümetlerinin de gerisine düşmüş görünüyor. Bu liderler demokratikleşme açısından iki konunun hayati önemini anlamışlardı. Bu konulardan ilki vatandaşın devlet karşısında güçlendirilmesi; ikincisi de içerideki dönüşümün uluslararası süreçlerle bağlantılandırılmasıydı.
İkincisi özellikle otoriter geriye kayışların engellemek için bir sigorta olarak düşünülmüştü. 1987 yılında AT’na resmi başvuruyu gerçekleştirmeden önce Özal hükümeti Türkiye’de bireyi devlet karşısında güçlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul etmiş ve devletin kötü uygulamalarına karşı birey haklarını güvence altına almaya çalışmıştı. 2002 yılının Ağustos ayında Ecevit, liderliğini yaptığı koalisyon hükümetinin yıkılması pahasına AB yolunda üçüncü reform paketini çıkartmıştı. Bu paket idam cezasının kaldırıyor, gayrimüslim vakıfların maledinme hakkını tanıyor ve Türkçeden başka dillerde yayın yapılmasına imkân sağlıyordu. Son yıllarda gördüğümüz Ak Parti icraatı demokratikleşme yolunda alınmış bütün bu mesafeyi geriye götürme riski taşıyor.
Özal ve Ecevit bireyi devlet karşısında güçlendiren demokratikleşme açısından kritik önemde adımlar attılar. İki lider de Türkiye’nin çağdaş ülkeler arasında yer alması için uğraştı. Fakat, Ak Parti hükümeti son yıllardaki icraatlarıyla bir yandan hukukun üstünlüğü fikrini aşındırdığı gibi diğer yandan ileride otoriter geriye kayışları engelleyecek AB yolundan da çark etmiş görünüyor. Özal ve Ecevit demokrasi için hayatlarını ortaya koydular. İki lider de halka yaslanarak güçlenmeye çalıştı. Ak parti ve Başkan Erdoğan devlete yaslanarak güçleniyor ve böylece demokrat gelenekten kopuyorlar. İronik.
Yorum Yazın