Bir insanın kendisine, çocuklarına, ailesine bakmak için ekonomik kaynak yaratması, iş bulması, meslek edinmesi, bir işte çalışması gereklidir ve hatta zorunludur. Ancak burada önemli olan nokta; işini yaparken hakkı, hukuku, adaleti, iyiliği, onuru, şerefi, haysiyeti vd. değerleri gözetip gözetmediğidir
Ekmek aslanın ağzında, ekmeğine göz koymak, ekmeğini taştan çıkarmak, ekmeği ile oynamak, ekmek kapısı… Günlük hayatımızda ekmek ile ilgili bunlar gibi kullandığımız daha birçok deyim var. Doğu toplumlarında ekmeğin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Temel tüketim maddesi olmasının ötesinde neredeyse varoluşla özdeşleştirilmiş, kutsallaştırılmış bir kavram olarak kullanılıyor. Belki başka hiçbir gıda maddesine gösterilmeyen saygı ona gösteriliyor. Yere düşen ekmeğin öpülerek yüksek bir yere konması, ekmeğe basılmasının çok büyük günah ve ayıp karşılanması, yemin etmek için bile ekmeğin kullanılması gibi birçok olayda bu saygıyı ve kutsallığı görebiliyoruz.
Bu kapsamda “ekmek parası kazanmak” deyimi de çok sıklıkla kullanılıyor. Bu ifade de insanın kendisi, çoluğu-çocuğu, ailesi vd. kimselerin geçinmesi, giderlerinin karşılanması için çalışıp para kazanma anlamında kullanılan bir deyim. Burada da hem ekmeğin kutsallığı hem de çocuk/aile kavramının kutsallığı birleşerek çok daha büyük ve kutsal bir anlam oluşuyor. Tabii bu düzeyde bir kutsallık olunca kavramın kötüye kullanımı da çok daha rahat oluyor. “Ekmek parası kazanmak”, “eve ekmek götürmek” için yapılan her türlü faaliyet genellikle hoş görülüyor hatta çoğunlukla takdir ediliyor. “Ekmek parası için” denince akan sular duruyor!
Örneğin ters yöne giren bir taksi şoförünü uyarmaya cesaret eden birisi olursa hemen “Ne yapalım kardeşim, biz ekmek paramızın peşindeyiz.” dediğini duyuyoruz. Yine hem kaldırımdan gidip hem de yayaların önünden çekilmesi için korna çalan bir motosiklet sürücüsü de “Abi, ne yapalım, ekmek parası.” diyor. Ya da sahte bir ürün satan bir insanın da ilk aklına gelen gerekçe “ekmek parası” oluyor. Örnekleri çeşitlendirebiliriz. Ancak bir gerçek var ki “ekmek parası” ifadesi; her türlü kuralsızlık, usulsüzlük, keyfilik için bir bahane olarak da kullanılabiliyor.
Bu çerçeveden bakıldığında aslında yapılan her iş, bir anlamda kutsal bir amaç uğruna yapılmış oluyor. Peki ama kutsal bir amaç (eve ekmek götürmek, çoluğun çocuğun rızkını sağlamak, geçimlerini temin etmek vd.) uğruna yapılan her iş meşru mudur? Yapılan her hareket ve sahip olunan her meslek aynı şekilde kutsal mıdır? Ya da amaçtan bağımsız olarak, yapılan her işin kendi içinde bir sorumluluk duygusu, kurallar/değerler bütünü, onuru/haysiyeti/şerefi olması gerekmez mi? “Ekmek parası” için, “eve ekmek götürmek” için çalışmak, kişiye her türlü “değer”den bağımsız/yoksun bir özgürlük alanı sağlar mı?
Toplumsal hayatta yaptığımız her iş ve her türlü faaliyetimiz, bir şekilde diğer insanları, canlı-cansız varlıkları, doğayı, hayatı etkiliyor. Her birimiz hayatı beraber paylaştığımız diğer bileşenler tarafından kullanılması için bir ürün veya hizmet üretmeye çalışıyoruz. Fırıncı ekmek, çiftçi meyve-sebze-tahıl, öğretmen eğitim hizmeti, hemşire sağlık hizmeti, polis güvenlik hizmeti, savcı/hâkim/avukat adalet hizmeti, basın çalışanı haber/bilgi/yorum hizmeti, bankacı finans hizmeti, gibi. Dolayısıyla her birimiz bu ürün ya da hizmeti üretirken yasal kurallara uymamız gerektiği gibi insan olmaktan kaynaklanan sorumluluklarımızı yerine getirmek ve toplumsal yaşamın gerektirdiği bazı değerleri de dikkate almak durumundayız. Bizi biz yapan, bize insan olarak değer katan, yaşam içinde saygın bir yer edinmemize neden olan bu değerler, hayatımızın “olmazsa olmaz”ı olmalıdır. Aksi halde sadece para kazanan ama insanlık/dünya/hayat için bir anlam taşımayan hatta zaman zaman onlara da zarar veren birer varlık haline gelme ihtimalimiz vardır.
Ahlak felsefesi kapsamında tartışılan bu gereklilik tüm meslek ve iş gruplarını kapsamakla birlikte konuyu biraz daha somutlaştırmak için özellikle son dönemde çok tartışılan birkaç meslek grubunu örnek olarak vermek istiyorum.
Örneğin şu an medyamızda, televizyonlarda, gazetelerde bir sürü haberci, köşe yazarı, yorumcu, programcı var. Bunların içinde saygın ve işini dürüst bir şekilde yapan çeşitli kişiler olduğu gibi gerçeği çarpıtmak, insanlara yalan söylemek, belirli bir görüş doğrultusunda kamuoyunu yönlendirmek vd. amaçlarla yayın yapan, yazı yazan, yorumda bulunan, sosyal medya üzerinden “algı yönetimi” yapmaya çalışan çok sayıda insanın olduğunu da görüyoruz. Yaptıkları şeyin hakikatle ilgisinin olmadığını, genellikle yanıltıcı hatta çoğunlukla doğrudan yalan şeyler söylediklerini kendileri de biliyorlar. Bu anlamda dünyanın daha güzel ve yaşanabilir bir dünya olmasına katkıları olmadığı gibi tam tersine insanları kandırarak, birbirine düşman ederek ve hatta bazen doğrudan saldırarak zarar görmelerine neden oluyorlar. Dolayısıyla insanlığın ortak değerleri (hak, hukuk, adalet, vicdan, merhamet, eşitlik, özgürlük, saygı, sevgi vd.) açısından bakıldığında dünyaya zarar veren bir rol oynuyorlar. Çoğunlukla da bu işlevlerinin farkındalar. Buna karşın bu insanlardan birisiyle konuştuğunuzda, neden böyle yaptığını sorduğunuzda, muhtemelen bu işi “ekmek parası” için, “çoluğunu çocuğunu geçindirmek” için yaptığını söyleyecektir. Bu tür “kutsal” gerekçeler, yapılan her türlü yanlışın üzerini örtmek için bir perde olarak kullanılabilmektedir.
Eğer bir ülkede insanların adalet duygusu zedelenmişse, yargıya güven kalmamışsa, o toplumda ekonomi başta olmak üzere herhangi bir konunun düzgün işlemesi mümkün değildir.
Yine örneğin ülkemizde son dönemlerde yargının işleyişi çok tartışılıyor. Toplumda hemen hemen hiçbir bireyin yargıya, hukuka, adalete güveninin kalmamış olduğunu görüyoruz. Bir toplumda adalet duygusunun ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Eğer bir ülkede insanların adalet duygusu zedelenmişse, yargıya güven kalmamışsa, o toplumda ekonomi başta olmak üzere herhangi bir konunun düzgün işlemesi mümkün değildir. Hukuk ve adalet bu kadar kötü bir duruma düşmüşse bundan sorumlu olan insanların (özellikle yargıçların, savcıların, Bakanlık yöneticilerinin vd.) sorumluluklarını kabul etmeleri ve buna göre davranmaları (sistemi düzeltmeleri, düzeltemiyorlarsa istifa etmeleri, en azından durumla ilgili üzüntü duyup bunu ifade etmeleri vd.) gerekmez mi? Ancak genellikle konunun sorumlularından böyle bir yaklaşım görmüyoruz. Yine bu insanlarla konuşsak muhtemelen kendilerinin de durumun farkında olduklarını, hukuk sisteminin bu kadar itibarsızlaşmasından kendilerinin de rahatsız olduklarını ancak “çoluk çocuğun rızkı”, “ekmek parası”, “işsizlik kaygısı” vd. gerekçelerle bu işleyişin parçası olmaya devam ettiklerini söyleyeceklerdir.
Yine örnek olarak bugün herhangi bir hak arama mücadelesinde polislerin göstericilere çok sert davrandıklarını, biber gazı sıktıklarını hatta zaman zaman fiziksel ya da psikolojik işkence uyguladıklarını görüyoruz. Normal olarak iyi birer insan olan ve hatta hukuk, insan hakları vd. konularda çeşitli mesleki eğitimlerden geçen birçok polis, sıradan bir insan olarak son derece haklı bulacağı hatta belki kendisinin de katılacağı barışçıl bir gösteride birden bambaşka bir insana dönüşebiliyor. Sanki hak arayan kişi düşmanmış, her türlü cezayı hak ediyormuş gibi davranıp şiddetle saldırabiliyor. Bu şekilde hem kendi içinde bir psikolojik kırılma yaşıyor hem de karşıdaki insanlara zarar veriyor. Yine böyle bir polisle konuştuğumuzda genellikle söylediği şeyler; işsizlikten ya da geçim sıkıntısından dolayı bu işi yaptığı, nihayetinde eve ekmek götürmesi, çoluk çocuğun rızkını temin etmesi gerektiği, bu davranışların yanlışlığını kendisinin de bildiği, durumdan kendisinin de memnun olmadığı ama mecbur olduğu için böyle davrandığı şeklinde oluyor.
Bir insan çocuğuna bakacak ya da evine ekmek götürecek diye mutlaka yanlış/hatalı iş yapmak, yalan söylemek, rüşvet almak/vermek, onursuz/haysiyetsiz bir davranış içinde olmak zorunda değildir.
Yukarıda da belirttiğim gibi konu aslında tüm meslekleri kapsayan, her birisinin de aynı şekilde belirli sorumlulukları taşıması gereken bir konu. Uzatmamak için son iki örneği daha hatırlatıp konuyu toparlamak istiyorum: Geçenlerde Kartalkaya’da büyük bir facia yaşandı. Aynı şekilde depremde yüzbinlerce insanımızı kaybettik. Bütün bu ölümlere, yaralanmalara ve yıkımlara neden olan bazı insanlar vardı. Birileri bir şeyleri yapmadığı, yanlış yaptığı, eksik yaptığı için onca insan öldü, yaralandı, acı çekti. Ama yine onlara sorsak yapılan yanlışların/hataların sorumluluğunu üstlenmek yerine alacağımız yanıtlar; “ekmek parası”, “çoluğun çocuğun rızkı”, vb. gerekçeler olacaktır.
Yani kısaca şunu demek istiyorum: Bir insanın kendisine, çocuklarına, ailesine bakmak için ekonomik kaynak yaratması, iş bulması, meslek edinmesi, bir işte çalışması gereklidir ve hatta zorunludur. Ancak burada önemli olan nokta; işini yaparken hakkı, hukuku, adaleti, iyiliği, onuru, şerefi, haysiyeti vd. değerleri gözetip gözetmediğidir. Bir insanın çalışıp (ya da çalışmadan!) evine para götürmesi; yalnızca çocuklarına, ailesine vd. karşı sorumluluklarını yerine getirmesi anlamına gelir. Ama insanın ailesine karşı sorumlulukları dışında bir de insan olmaktan kaynaklı insanlığa, doğaya, hayata, dünyaya karşı da sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukların başında en azından insana, hayvana, bitkiye, doğaya, dağa, denize zarar vermemek gelir. Devamında ise mümkünse bunlara bir fayda sağlamak; iyiyi, güzeli, doğruyu savunmak, geliştirmek, koruyup kollamak vardır. Bu nedenle sadece “eve ekmek götürmek”, saygıdeğer bir birey olmak için yeterli değildir. Bunu yaparken işinde, gücünde, hareketlerinde hakkı, hukuku, adaleti, iyiliği, onuru, şerefi, haysiyeti vd. değerleri de gözetmek, onlara uygun da davranmak gerekir.
Tekrar altını çizmek gerekirse; bir insan çocuğuna bakacak ya da evine ekmek götürecek diye mutlaka yanlış/hatalı iş yapmak, yalan söylemek, rüşvet almak/vermek, onursuz/haysiyetsiz bir davranış içinde olmak zorunda değildir. Bizim gibi toplumlarda belki birinci önermeye (“ekmek parası”, “eve ekmek götürmek” vd.) yüklenen kutsallıktan dolayı önermenin ikinci tarafı gözden kaçırılıyor. Doğru iş yapmak, yalan söylememek, dürüst, adaletli, onurlu, haysiyetli olmak bölümü, önermenin birinci bölümünün altında kayboluyor. Öyle olunca da sadece evine ekmek götürmek bir insan için yeterliymiş gibi değerlendirilebiliyor. Halbuki insan olmak sadece eve ekmek götürmekle değil, onu götürürken neler yapıldığıyla, insanlara yarar mı zarar mı verildiğiyle, onurun/haysiyetin korunup korunmadığıyla da ilgilidir.
Bu noktada belki her birimizin kendisine şu soruları sorması gerekir: Ben ne yapıyorum? Benim hayattaki rolüm nedir? Benim yaptığım iş insana, doğaya, hayata, dünyaya herhangi bir fayda sağlıyor mu? Ben hayatta olduğum, bu işi yaptığım, bu rolde olduğum için dünyada herhangi bir insanın, hayvanın, bitkinin, canlı-cansız varlığın yaşamı olumlu bir yönde etkileniyor mu? Ya da ben hayatta var olduğum, bu işi yaptığım, bu şekilde yaptığım için dünyada herhangi bir insanın, hayvanın, bitkinin, doğanın, hayatı olumsuz yönde mi etkileniyor? Bu anlamda ben dünyaya faydalı bir birey miyim yoksa -bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek- hayata, doğaya, insanlara, hayvanlara, bitkilere zarar veren birisi miyim? Ben bu dünyayı güzelleştirenler arasında mıyım yoksa kirletenlerden birisi miyim?
Tabii bir insan, “Ben aldığım paraya bakarım; onur, şeref, haysiyet, hak, hukuk, adalet, vicdan, merhamet vd. değerler benim ilgi alanımda olan şeyler değil.” de diyebilir. Bu da bir görüştür. Ancak pek saygın, takdir edilesi ve bireysel/toplumsal mutluluk açısından çok savunulabilir bir görüş olmadığı da ortadadır. Nihayetinde bu değerler; özellikle onur, haysiyet dediğimiz şeyler, insan öldükten sonra geriye kalanlardır.
Son söz: Onur, Ortadoğu'da bir erkek ismi midir yalnızca? Yoksa yaptığım işin içinde onur, haysiyet, ahlak, hak, hukuk, adalet, vicdan, merhamet, saygı, sevgi de var mıdır? Bütün mesele bu sanırım.

Yorum Yazın