Yeni modelin ne teorik ne de pratik olarak özgürlükçü, liberal demokrasilerle yakından uzaktan ilgisi olmadığı muhakkak. Bir isim koymak gerekirse, Türkiye seçimli bir otokrasiyle yönetilmektedir. Bu tablo, sadece AK Parti’nin değil, Türkiye’nin ve antagonist aktörlerinin de resmidir.
AK Parti 21’i yılı aşkın süredir iktidarda. Bu, şüphe yok ki, demokratik sistemlerde bir iktidar ömrü için çok uzun bir süre. Böyle bir süre, farklı dönem, ihtiyaç ve konjonktürleri, zamanın toplum ve siyasete aldırdığı mesafeleri, değişen hassasiyetleri, talepleri içerir. Diğer bir ifadeyle 22 yıllık kesintisiz bir iktidar serüvenin çeşitli etaplarının olması, bünyesinde hem sürekliği hem farklı, hatta zıt dönemleri taşıması kaçınılmazdır.Hele söz konusu ülke Türkiye’yse…AK Parti dindar bir geleneğin içinden doğdu.
Halefi olan Refah Partisi ve Fazilet Partisi’yle birlikte , 1990’lar 2000’lerde modern Türkiye’nin kültürel, ekonomik ve siyasal alanlardan dışladığı dindar-muhafazakar kesimin temsilcisi bir kimlik talebi, hatta kimlik siyasetinin taşıyıcısı oldular. 1994 seçimlerinden itibaren oy potansiyellerini arttırarak sistemin merkezine yürüdüler ve en nihayet yöneticisi oldular.Kimdi bu partiler, özellikle kimdi AK Parti?
AK PARTİ’NİN YÜKSELİŞİ
Merceği bir kademe daha yakınlaştıralım. AK Parti, 1990’ların başında itibaren, güçlenen, yenilenen, Batı piyasalarına, ekonomik sisteme entegre olmak isteyen dindar-muhafazakâr bir sermaye dokusu, onun siyasal, kültürel, sosyal temsilcileri üzerinden kendi içinde sınıfsal bir değişim yaşayan, bu çerçevede yeniden örgütlenen, sistemin merkezine ilerlemek isteyen, hak ve alan talep eden büyük toplumsal bir çevre hareketini ifade ediyordu.
Bu toplumsal hareketin bir enerji kaynağı da, İran devriminin de etkisiyle geleneksel yapılar yerine modern alanda siyaset yapmaya yönelen dindar kitlelerdi. Bu kitleler 80’lerden itibaren adım adım merkez sağ partilerden uzaklaşıyor, kendi siyasi taşıyıcılarına yöneliyorlardı. AK Parti’nin yükselişi, ülkedeki bu türlü kültürel ve sınıfsal kırılmalar, siyasal, ekonomik yeni ayrışmalar, yer değiştirmeler ve yükselen talepler üzerinden gerçekleşti.Güçlü bir dindar siyaset geleneğin bu son temsilcisi, benzerleri içinde iktidar tek başına gelen ilk parti oldu. Bu anlamda belli bir kimlik gücü ve büyümesini, yerleşik düzene yönelik örtülü bir başkaldırıyı temsil ediyordu.
Nitekim 2002’den iktidara geldiği andan itibaren, (esas olarak 1997’de RP’nin iktidar ortaklığıyla baş gösteren) iki süreç iç içe girerek ve hızlanarak Türk siyasi hayatını belirlemeye başladı.
2002-2007 baskın olan şüphesiz ilk süreçti. 2008’den itibaren ise, gelişmelere ikinci süreç egemen oldu. Öylesine ki, ilk sürecin hızla içini boşalttı ve kuru bir meşruiyet kılıfı hâline çevirdi. Bu gelişme ve geçiş elbette bir yönüyle iradidir, başta Erdoğan’ın, ortaklarının ve hasımlarının tercihleri sonucu ortaya çıkmıştır.
İKİ SÜREÇ, İKİ YÖNELİM
İlk süreç, yeni iktidarın kapalı sistemi açmak çabalarıydı. Bu çabalar yeni ve şaşırtıcıydı. İslami dalga ve taleplerden uzaktı. Tersine Avrupa Birliği desteği ve modeliyle demokratikleşme siyasetine dayanan süreç söz konusuydu. Simgesel olarak Türkiye’de ilk kez dindar bir siyasi partinin Batı demokrasisi ve Avrupa Birliği’yle barışık politikalar izlemesini içeriyordu. İçinden geldiği gelenekte bir kopuşu temsil ediyor, yerel değerleri evrensel değerlerle yakınlaştırma söylem ve siyaseti üzerine oturuyordu.
AK Parti ilk günden itibaren Avrupa Birliği’nin rehberliğinde reformlarla ve yol almaya başlamıştı. İzlendiği politikalar, toplumsal bakımdan seküler ve dindar kesimler arasında etkileşim kapısını açmış, ortak alan oluşumlarını tetiklemişti.Toplum ve demokrasi bakımından olumlu kalıcı etkileri olan bu süreç öykünün “ak” tarafını anlatır. Nitekim bu etkiler yasal düzeyde gerçekleştiği kadar laik ve dindar kesimlerin “kendilerine” ve “ötekine” yönelik bakışlarında demokratik girdileri devreye sokmuştur.
İkinci süreç ise çatışma merkezliydi. Yerleşik sistemin İslami kökenli bir iktidara, Kemalist kalıpları ters yüz etme niyetine ve reformcu politikalarına verdiği tepkilere dayanıyordu. Muhalif çevrelerde reform hem kendi başına bir tehdit olarak görülüyor, hem siyasi iktidarın gizli niyetlerinin bir aracı olarak kabul görüyordu. Sonuç iktidarın yeni sahipleriyle (medya, üniversiteler, ordu organlar düzeyinde temsil edilen) eski sahipleri arasında bir iktidar mücadelesinin, devlet alanını kontrol etme kavgasının baş göstermesi oldu. Bu süreç, taraflar ve iş birliğine girdikleri siyasallaşmış devlet kurumları, para-politik opus dei tarzı cemaatler gibi yapıların devreye girmesini ve bunlar arasında birden çok ve karşılıklı (ilki Annan Planıyla baş gösteren) darbe ve tasfiye girişimlerini, güç, şiddet ve kumpasların devreye girmesini içerdi.
Arap Baharı’ndan esen İslami kimlik rüzgarı, Gezi olayları, Avrupa ve Türkiye’deki siyasi iktidar arasındaki değer makasının açılmasıyla çatışma iyice katılaştı.Bu süreç öykünün kara ve kirli tarafını ifade etmiştir. Birinci süreç gibi kalıcı etkileri olmuş, Türkiye’nin otoriter bir istikamete savrulmasının aracı haline gelmiştir.
“AK Parti nereden nereye” veya “neden ve nasıl” sorularının yanıtlarına dair ipuçları taşıyan bir şemsiyedir. Bu şemsiyenin altında AK Parti’nin yukarıda ipuçları verilen üç döneminden söz edilebilir.
PARTİNİN ÜÇ EVRESİ
2002-2007 baskın olan şüphesiz ilk süreçti. 2008’den itibaren ise, gelişmelere ikinci süreç egemen oldu. Öylesine ki, ilk sürecin hızla içini boşalttı ve kuru bir meşruiyet kılıfı hâline çevirdi. Bu gelişme ve geçiş elbette bir yönüyle iradidir, başta Erdoğan’ın, ortaklarının ve hasımlarının tercihleri sonucu ortaya çıkmıştır. Ancak diğer yönüyle yapısaldır. Bir bakıma, Türkiye’nin kültürel fay hatlarından oluşan tarihsel belirleyenleri devreye girmiş, bu çerçevede yaşanan çatışma ve egemenlik arayışı aktörlerin asli otoriter zihniyet araçlarına sarılmalarına yol açmıştır.Bu, “AK Parti nereden nereye” veya “neden ve nasıl” sorularının yanıtlarına dair ipuçları taşıyan bir şemsiyedir. Bu şemsiyenin altında AK Parti’nin yukarıda ipuçları verilen üç döneminden söz edilebilir.
İlk evre 2003 ile 2007/2008’e arasını kapsar. Bu dönemde AK Parti siyaseti, liberal ve demokrat çevrelerin de desteğini alarak demokrasi istikametinde bir arayışı temsil etti. Bu çerçevede öne çıkan ögeler şunlar olmuştu: 1) Farklı kültürel ve sosyal gruplar arasındaki haklardan faydalanma dengesizliklerinin giderilmesi ve kısmi sosyolojik eşitlenme yaşanması; 2) Demokratikleşme iddiası etrafında hukuk reformları yapılması, özgürlük alanlarının genişlemesi; 3) Kültürel kimlikler arası çatışmalar kadar yoğun toplumsal etkileşimler yaşanması, bunun sonucu ortaya çıkan bir melezleşme, İslami kesim ile modernlik arasındaki kurulan kurucu bağlar, seküler kesim algısında laikliğin demokratikleşmesi eğilimi.
İkinci evre, devleti denetleme kavgalarıyla başlamış ve otoriterleşmeye start veren dönem olmuştur. Bu evre 2007 ortalarında başlar ve Arap Baharı’nı da kapsayarak, çok yönlü, çok aktörlü (hükümet, cemaat, ordu ve Kemalist gruplar) çapraz iktidar kavgalarıyla 2016 darbe girişimine kadar sürer. Başörtüsüne karşı Cumhuriyet Mitingleri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına itirazlar, askeri muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin bir devlet refleksi olan 367 kararı, arkasından gelen seçim, onu takip eden kapatma davası, bunun üzerine 2008’de başlayan tasfiye operasyonları ve hesaplaşmalarını içeren Ergenekon davası ve benzer dava süreçleri, bu evrenin ilk aşamasını resmedir. Kemalist gruplarla AK Parti arasında bir iktidar kavgası yaşanırken, 2010’dan itibaren yargıda güçlenen Gülen cemaati orduyu, oradan hareketle devleti ele geçirmek niyetiyle, iç yüzü çok sonra ortaya çıkacak bir tasfiye ve kumpas hamlesine giriş bulunuyordu. Hem iktidarla birlikte hareket ediyor hem kendi hesabına çalışıyordu.
Devrilme endişesi taşıyan Erdoğan’ın önce çevresine güvenini kaybetmesi, ardından partisinde çok sesliği yok eden, tek adam sistemine yol açacak tasfiyeleri, uzlaşı ve tavizin risk olarak kabulü ve iplerin gerilmesi, bu çerçevede çözüm sürecinin bitirilmesi, siyasi siyasi dayatmalar, 2016 darbe girişimiyle devam etmiştir.
Aslında ortada kavgaya tutuşmuş üç aktör vardı. Nitekim dönemin ikinci aşaması iktidar koalisyonu tarafından ordu ve Kemalist grupların altına alınması sonrası başlar. Bu, ilk aşamada birbirinden istifade eden iktidar müttefikleri arasındaki kavga aşamasıdır. Gezi hadiseleri ve 17-25 Aralık 2013 olayları doruk noktaya çıkmıştır. Devrilme endişesi taşıyan Erdoğan’ın önce çevresine güvenini kaybetmesi, ardından partisinde çok sesliği yok eden, tek adam sistemine yol açacak tasfiyeleri, uzlaşı ve tavizin risk olarak kabulü ve iplerin gerilmesi, bu çerçevede çözüm sürecinin bitirilmesi, siyasi siyasi dayatmalar, 2016 darbe girişimiyle devam etmiştir. Otoriter AK Parti döneminin tüm verileri bu dönemde yatar.
Üçüncü evre, 2016 sonrası başlar. AK Parti’nin taşıyıcılığında 2016 rejimi olarak adlandırılabilecek otoriter bir dokunun kurumlaşmasına işaret eder. Bu dönemde taraflar yer değiştirmiş, Gülen cemaatine ve Kürt meselesindeki risklere karşı, devletin modernist unsurlarıyla AK Parti’nin muhafazakârları ve milliyetçi MHP arasında yeni bir koalisyon oluşmuştur.
Anayasa değişiklikleri, başkanlık sistemine geçiş, olağanüstü hâl kurumlaşmaları ve uygulamaları, tasfiyeler, devletin kurumsal ve kadrolar bakımından yeniden yapılanması bu koalisyonun şemsiyesi altında gerçekleşmiştir.Türkiye’nin bu çerçevede yeni siyasi modeli çıplak olarak karşımızdadır: Bu, disiplinli/itaatkâr toplum, otoriter kurumsal işleyiş, güçlü devlet, keyfi ve milliyetçi siyaset üzerine oturmaktadır. AK Parti’nin başlangıç siyasetiyle tam bir tezat oluşmaktadır.
Yeni modelin ne teorik ne de pratik olarak özgürlükçü, liberal demokrasilerle yakından uzaktan ilgisi olmadığı muhakkak. Bir isim koymak gerekirse, Türkiye seçimli bir otokrasiyle yönetilmektedir. Bu tablo, sadece AK Parti’nin değil, Türkiye’nin ve antagonist aktörlerinin de resmidir.
Ali Bayramoğlu, Dr., Sosyolog, Yazar
Yorum Yazın