Bizim şu anda tartışmamız gereken ne zaman olacağını öngöremediğimiz şeye hazırlanmak değil mi? Madem bizi yönetmeye adaylar, siyasetçilerin de yanıtlaması gereken soru da bu, engel olamayacakları şeyin vereceği zararı nasıl azaltacaklar ve ertesi gün yaşamımıza devam etmemizi nasıl sağlayacaklar? Gerisi boş laf, lafügüzaf…
Bir haftadan fazla oldu. İliç’teki altın madeni felaketinin verdiği zararın büyüklüğünü hala öğrenemedik. Bırakın bunu, toprak altında kaldığı söylenen dokuz işçinin bedenlerine erişemedik, kayan siyanürlü toprak o kadar zehirli ki temizleme çalışmaları yapılamıyor, yakınları büyük bir çaresizlikle bekliyorlar. Felaketin yarattığı kirliliği temizleyemedik henüz ama nasıl bir kirliliğin bu felakete yol açtığı gördük. “Herkesin keyfi yerinde” diyebileceğimiz bir denge noktası bizi bu yıkıma getirdi.
Altın madeninden düzenli olarak kar eden bir yabancı yatırımcı, yabancı yatırımcının hükümet çevreleriyle iyi ilişkilere sahip yerli ortağı, çıkan altından ons başına %8 gibi bir gelir elde eden Hazine, madende çalışan işçiler, işverenle iyi geçinen sendika ağaları, şirkete iş yapıp gelir eden yüzlerce taşeron şirket… On yılda kalkınan ve “Doğu’nun Paris’i” olarak nitelendirilen bir ilçe ve iktidar partilerinin %85’lere ulaşan oy oranları insanların gidişattan neden memnun olduğunu gösteriyor açıkça… Orta gelişmişlik tuzağında yırtmak için uğraşan ancak yol bulamayan milyonlar da farklı davranmazlardı muhtemelen. Yakın dönemin önde gelen filozoflarından -ve 2008 krizini öngörmesiyle tanınan- Nicholas Nassem Taleb’in güzel bir metaforu var. Bir hindi olduğunuzu düşünün, her gün önünüze doyurucu bir tabak yem konuluyor, 1000 gün devam ediyor bu. Refahınız ve mutluluğunuz her gün artıyor, her sabah kalktığınızda karnınızın doyacağını düşünüyorsunuz. Ne zamana kadar, Şükran Günü sabahına kadar. Öleceğiniz günün sabahındaki beklentilerinizin gerçekleşmeyeceğini anlamanız uzun sürmezdi muhtemelen. NNT bu metaforu konut piyasalarındaki şişmeden beslenen Fannie Mae ve Freddie Mac gibi gayrimenkul finansman şirketlerinin gelirlerindeki dalgalanmayı izah etmek için kullanmıştı, son sabahlarına kadar her şeyin yolunda gideceğinden eminlerdi.
İliç’teki vatandaşlarımızı suçlamak istemem, bu mutluluk oyunundaki en masum aktörler onlar, önlerine gelen fırsatı değerlendirmişler. Ama başta onlar olmak üzere saydığım bütün aktörlerin sonu gelmez bir refah içerisinde yaşamlarını sürdüreceklerine duydukları güven tek bir saniye içerisinde yerle bir olmadı mı? Üstelik bir olasılık madenden elde edilen toplam kardan çok daha fazla bir çevresel zarara da yol açılmış durumda, göreceğiz.
Bu kadar uzakta olmasına rağmen İliç’in bizi ilgilendirmesinin en önemli nedeni, başımıza gelecekler hakkında bir ipucu vermesi. Geçen yıl yerle bir olan Antakya’yı düşünelim. Eski meyve bahçeleri, tarım arazileri ve zeytinlikler imara açılırken bu arazilerin sahipleri ellerine geçen gelirden memnun değiller miydi?
İLİÇ BİR İPUCU VERİYOR
Bu kadar uzakta olmasına rağmen İliç’in bizi ilgilendirmesinin en önemli nedeni, başımıza gelecekler hakkında bir ipucu vermesi. Geçen yıl yerle bir olan Antakya’yı düşünelim. Eski meyve bahçeleri, tarım arazileri ve zeytinlikler imara açılırken bu arazilerin sahipleri ellerine geçen gelirden memnun değiller miydi?
Kentteki artan konut talebinden yararlanan müteahhitler ve onların yarattıkları istihdam yaşam kalitesini kayda değer oranda arttırmıştı. Müteahhitler ve onlarla ilişkilenen siyasi sınıf bu elde edilen rantın tadını çıkarıyordu. Ne zamana kadar?
O meşum 6 Şubat gecesi her şey yerle bir olana kadar. Antakya asla eskisi gibi olamayacak, giden canlar geri gelmeyecek ama muhtemelen iç içe geçmiş siyasi ve ticari müteşebbis sınıf o ya da bu şehirde itibarını koruyarak yaşamını sürdürecek, tıpkı İliç’teki madenin sahibi olan şirketin hissedarları, yöneticileri ve İliç’in siyasi eliti(!) gibi. Hazır yerel seçimlere doğru hızla gidiyoruz, otuz dört gün kaldı. Kraliçe’nin tacındaki mücevhere, İstanbul’a bakalım. İstanbul’un en önemli sorunu ne diye sorduğumuzda aklınıza trafik gelmesin, şehrimizin en önemli sorunu bir gün gerçekleşeceğinden emin olduğumuz büyük İstanbul depremi…
Taleb’in hindisinden farklı olarak neyin başımıza geleceğini biliyoruz ama ne yapıyoruz?
Bazı sorunları tek başımıza halletmemiz, kendimizi kurtarmamız yetmez. İnsan malum sosyal bir varlık, kendisini kurtarsa sevdiklerinin hepsini kurtaramaz. Kolektif bir soruna kolektif bir çözüm geliştirmek lazım. Peki, biz ve siyasilerimiz nasıl bir çözüm öneriyorlar?
Kentsel dönüşüm…
Yani yıllarca önce bir şekilde yapılmış ve ilk depremde yıkılması muhtemel binaların yerine daha sağlamlarını dikmek. Bunun için de güzel bir yöntem olduğunu gördük, bütün Kadıköy ilçesi bu yöntemle yenilendi. Arsa değeri yüksek yerdeki binalara üç dört kat daha çıkma izni verin, müteahhit bu ek katlardan elde ettiği gelirle inşaatı finanse etsin. Kısmet inşaat müteahhit kaçmadan tamamlanırsa yine bir “herkesin keyfi yerinde” durumuyla karşılaşırız. Ev sahiplerinin konutları cepten para çıkmadan yenilenir, değer kazanır, müteahhit kar eder, belediye de daha fazla emlak vergisi gelirine kavuşur. “Suadiye Modeli” adı verebileceğimiz bu modelin alternatifi de yok değil, ona da “Fikirtepe Modeli” diyelim… Gözünüze kentin ortasında kalmış bir alan kestirirsiniz, orada yaşayanları ya ikna ya da zor yoluyla yerlerinden eder, o araziye de kuleleri dikersiniz. Az biraz mağduriyet yaşanır ancak şehrin ortasındaki beton kulelerde yaşayanlar ve inşaat şirketlerinin keyfi yerindedir, tabii o müteahhitlerle el ele gezen siyasiler de memnun kalır durumdan. Ülkedeki finansal koşullar “Suadiye Modeli” uygulamasına pek izin vermiyor, bir çok yerde müteahhitlere verilecek ek kat da yok… “Fikirtepe Modeli” geçenlerde meclisten geçen “Rezerv Alan Yasası” ile bu modeli bütün ülkeye yayma fırsatı bulunuyor, neden olmasın?
Tabii bu yasa uygulanırsa bir miktar kavga gürültüye yol açacağından -sabah kalktığınızda Kayaköy’e taşınmak zorunda olduğunuzu öğrenseniz ne yaparsınız?- daha “yumuşak” bir model de öneriliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Murat Kurum’un açıkladığı ve 650 bin konutu kapsayacak dönüşüm modelinde devlet elini cebine atıp vatandaşın yeni bir eve sahibi olmasını kolaylaştırıyor, vatandaşa 700 bin lira hibe desteği ve 700 bin lira kredi desteği sağlanacağını söyleniyor, 15 Nisan’dan sonra. Tabii bu 650 bin konutun sadece 250 bini “yerinde” yani geri kalanlara gözüktü taşra yolları. Eğer derdiniz çürük binanızdan kurtulmak, ilk depremde enkaz altında kalmamak ve biraz da kar elde etmekse bu yeni çözüm de cazip gelebilir; çünkü alternatif bir çözüm namevcut.
Peki bu kentsel dönüşüm modelleri İstanbul’u depremden korur mu? Muhtemelen hayır, çünkü olası bir depremin etkisinin çok daha fazla olacağı ve hatta ülke ekonomisini felç edeceği söyleniyor. Çözüm ne? İliç’teki vatandaşlarımız gibi davranabiliriz, o kötü gün hiç gelmeyecekmiş gibi davranır elde ettiğimiz ya da etmeyi umduğumuz rantın tadını çıkarırız. İnşaat firmaları ve siyasetçiler mutlu olur, her seçimde koşa koşa bize bu rantı sağlayan partinin damgasına mührü basarız. Kötüsünün geleceğini hiç düşünmez, o güne karşı tedbir geliştirmeyenleri suçlamayız. Tıpkı Taleb’in hindisi gibi her şeyin yolunda gideceğini düşünürüz, insan doğasına çok daha uygun olur zaten böyle bir davranış.
Felaketleri bekleyerek yaşanmaz, Camus’nün de buyurduğu gibi bu şartlar altında “neden intihar etmiyoruz” diye soramayız kendimize.
Felaketleri bekleyerek yaşanmaz, Camus’nün de buyurduğu gibi bu şartlar altında “neden intihar etmiyoruz” diye soramayız kendimize. İnsana dair olan her şeyin insan davranışının bir sonucu olduğuna dair yanlış inancımız yaşamakta inat etmemizi sağladığı gibi, kötünün bizim başımıza gelmeyeceğine inanmak da sabah kalkmamızı sağlıyor. Oysa İliç, Antakya, daha önce İzmit bize gösterdi, kötüsü hem kapının dibinde bekliyor, canı istediği zaman içeriye girecek. Söz konusu olan sadece depremler değil, o biraz daha kafamıza kakıldığı için kullandığım bir örnek, kapıda orman yangınları, seller, su baskınları, heyelanlar, siyasal ve ekonomik krizler var; büyük bir kısmı insan marifetiyle gerçekleşecek felaketler.
Bu şartlar altında siyasetin ve toplumun sorması gereken tek önemli soru şu değil mi? “Kötüsü gelirse ne yapacağız?”. “Nasıl olsa bizim başımıza gelmez” diye düşünmek, hindi gibi başını öte tarafa çevirmek gerçekleri değiştirmeyecek, istemediğimiz şey gerçekleşecek. O zaman bizim şu anda tartışmamız gereken ne zaman olacağını öngöremediğimiz şeye hazırlanmak değil mi?
Madem bizi yönetmeye adaylar, siyasetçilerin de yanıtlaması gereken soru da bu, engel olamayacakları şeyin vereceği zararı nasıl azaltacaklar ve ertesi gün yaşamımıza devam etmemizi nasıl sağlayacaklar?
Gerisi boş laf, lafügüzaf…
Yorum Yazın