Başkan Erdoğan’ın Trump’ın zaferini tebrik ederken ‘Dostum Trump’ı tebrik ediyorum.’ demesi bana hem bu başlık hem de yazı için ilham verdi. Klasik İngiliz dış politika yaklaşımına göre devletlerin dostu olmaz çıkarları olur. Biz bu kadar sert gerçekçi bir yaklaşıma sahip değiliz. Başkan Erdoğan ve Başkan Trump arasında olduğu gibi ülkelerin liderleri arasında özel ilişkiler olabileceğini kabul ediyoruz. Fakat, bütün bunlar modern devletlerin ulusal çıkar gözettiği gerçeğini değiştirmez.
Bir süredir bir dış politika yazısı yazmayı düşünüyordum ama bir türlü yazı başlığı bulamıyordum. Başkan Erdoğan’ın Trump’ın zaferini tebrik ederken ‘Dostum Trump’ı tebrik ediyorum.’ demesi bana hem bu başlık hem de yazı için ilham verdi. Klasik İngiliz dış politika yaklaşımına göre devletlerin dostu olmaz çıkarları olur. Biz bu kadar sert gerçekçi bir yaklaşıma sahip değiliz. Ulusal çıkarların devletler arası iş birliğine ve işleyen uluslararası bir ahlaki düzen kurulmasına engel olmayacağını düşünüyoruz. Aynı zamanda Başkan Erdoğan ve Başkan Trump arasında olduğu gibi ülkelerin liderleri arasında özel ilişkiler olabileceğini kabul ediyoruz. Fakat, bütün bunlar modern devletlerin ulusal çıkar gözettiği gerçeğini değiştirmez. Yirmi yılı aşkın bir süredir iktidarda olan Ak Parti’nin belki de dış politikada yaptığı en ciddi hatalarda biri işte bu dış politikayı aşırı şahsileştirmesi ve ideolojik hale getirmesi sayılabilir. İkincisi mevcut uluslararası gerçekliği dönüştürme boyutu içerir ve ne oldukça muhafazakâr bir yapı olan uluslararası sistem pek müsaade eder ne de bu sistemin bir o kadar muhafazakâr aktörü devletler bundan pek hoşlanırlar.
Ak Parti’nin iktidara geldiği dönemdeki pek çok Avrupalı liderle Erdoğan özel ilişkiler kurmuştu. Bu ilişkiler o dönemde AB’yle ilişkilerin ilerlemesine yardım etti. Hatta o dönemde böyle ilişkiler kuramayan Ecevit, Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Sezer’le karşılaştırıldığında Erdoğan’ın en önemli üstünlüğünün bu olduğu yazılıyordu. Erdoğan çok sıcak kanlı ve ikna edici bir lider olarak görülüyor özellikle kadın politikacılar da onun karizmasından etkilendiklerini itiraf ediyorlardı. ‘Karizma’, Weber’den beri modern siyasetin önemli bir ögesi olduğu ve kritik konjonktürlerde iş gördüğü kabul edilir. Fakat o dönemde Erdoğan’ın karizmasından etkilenen liderlerin çoğu artık ortada yok. Yerlerine yenileri geldi ve gerçekçi bir siyasetle Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye getireceği avantajları ve yükleri hesaplıyorlar. Demokratik devletler oldukları için değişen uluslararası (11 Eylül, Arap Baharı, terörizm, göç) durumun toplumlarına etkilerinin sonuçlarıyla hareket ediyorlar. Bu durum Türkiye’nin kısa ve orta vadede AB’ne üyelik sürecinde ilerlemesi imkanını ortadan kaldırıyor. Bir türlü çözülmeyen Erdoğan’ın büyük ölçüde şahsileştirerek ‘elimde geleni yaptım’ dediği ‘Kıbrıs sorunu’ ve Arap Baharı sürecinde AB ile Türkiye’nin açıkça izlediği ideolojik siyaset sonucunda yollarının ayrılması da sürecin tıkanmasının başka sebepleri. 2010 sonrası dönemde Arap Baharı’nda Türkiye aslında bir Amerikan projesi olan ‘demokrasi ihracı’ siyasetini benimsedi. İlk başlarda Erdoğan’ın karizmasıyla Arap sokaklarındaki etkisi ve Türkiye’nin Arap ülkeleri için bir ‘model ülke’ olarak ortaya çıkması tutuyor gibiydi. Ancak kısa sürede ‘uyanan’ otokrat Arap liderler kendi iktidarlarının değişeceğini gördüler, Erdoğan ve dolayısıyla Türkiye’yi bölgeden uzaklaştırdılar. Bu süreçte kendi otoritelerini kitlelerin ayaklanmasını bastırarak daha güçlü oturtma yolu izlediler. Türkiye’yi de suçladılar. Kimileri meşruiyetini Türk karşıtlığı üzerinden yeniden tahkim etmeye çalıştı. Gerçekten de Türkiye’nin Orta Doğu’ya girişi hem iç siyasal yapılar hem de bölgede ikinci Dünya Savaşı sonrası kurulan İsrail-Arap mücadelesine dayalı dengeyi değiştiriyor. Bundan hoşlanabiliriz ama bunun üzerine dış politika bina edemeyiz. Kısa sürede bölgede Türk karşıtlığı yükseldi ve (Birinci Dünya Savaşı sonrasında geri dönmemek üzere bölgeden çıkarılan emperyal güç) Türkiye bölgeden uzaklaştırıldı.
Rusya’yla ilişkilerse son dönemin en ciddi dış politika konusu. Rusya’yla ilişkiler sadece bir komşu ve ticaret ortağıyla ilişkiler değil, bir süper güçle ilişki. Batıyla derin bir çekişme içindeki bir emperyal ülkeden bahsediyoruz. Bu iki sebepten dolayı başka devletlerle olmayacak düzeyde bir ‘kamu diplomasisi’ ile götürülmesine ihtiyaç var. Rus toplumu ve Kremlinle ona göre ‘dengeli’ ve ‘samimi’ bir ilişki kurmak gerekir. Geçenlerde Rus dışişleri bakanı Lavrov Türkiye’nin bir yandan Ukrayna krizinde arabuluculuk istemesi diğer yandan Ukrayna’ya silah sevkiyatına devam etmesi arasındaki çelişkiyi kibarca vurguladı. Bizim için kritik önemdeki Suriye krizinin çözülmesinin anahtarını elinde tutan Rusya, Türkiye için alternatif dış politika vizyonu öneren BRICS’in de lider ülkesi. Ak Parti’nin bir zamanlar dış ilişkilerini yönlendiren Davutoğlu ne bu boyutları ne de değişen uluslararası dengeyi anlamıştı. Daha derin bir hesapsızlık olduğunu Rus uçağının düşürülmesiyle açılan krizde gördük. Bir ülkenin dış işlerini yönetenlerin ‘ulusal çıkar’ tanımını ülkenin üretici güçlerini (Antalya ve çevresindeki turizmciler ve ihracatını Rusya’ya yapan çiftçiler) hesaba katmadan yaptıklarını gördük. Dış politika ideolojik saiklerle yapılırsa sonuç böyle oluyor. Davutoğlu’nun anlamadığı diğer bir nokta Türkiye’nin bölgesindeki ağırlığının emperyal bir geçmişi olduğuydu. Ne Balkanlarda ne Kafkaslarda ne de Orta Doğu’da devletler bizden Osmanlı’nın ne kadar hoşgörülü olduğuna dair tarih dersi almak değil ‘bağımsız’ devletler olduklarını ve kendi ulusal çıkarları olduğunu anlamamızı bekliyorlar. Aynı anda ABD’yi dost İsrail’i düşman gören ve Müslüman kardeşlerle koskoca bir Müslüman dünyasını yönetme fantezisiyle şekillenen ideolojik yaklaşım, dış politikayı iç politikada zayıf bir muhalefete kaşı yapılan tek kale maç gibi gören kibirli anlayışla birleşince golü kendi kalemizde görmemiz kaçınılmazdır. Sonuç üç milyonu aşkın Suriyelinin ülkemize göç etmesi oldu.
Trump kendisini yargılama peşindeki Obama yanlılarına Suriye’de Obama’nın bıraktığı mirasa -uzun zamandır Fırat’ın doğusunda olup bitenden rahatsız olan ve müdahale etmek isteyen Türkiye’nin önünü açıp- bir darbe vurarak cevap verdi. Fakat, her biri bir ‘real-politik’ dersi niteliğindeki bu iki müdahale aslında bizim ne kadar beğenmesek de ayakta kalan Suriye’deki rejime hakkını vermemiz, ‘büyük abi’ kompleksini aşıp ‘küçük kardeşe’ hak ettiği saygıyı göstermemiz gerektiği gerçeğini değiştirmez.
SURİYE REJİMİNE SAYGI GÖSTERMEMİZ GEREKTİĞİ GERÇEĞİ
Rusya’yla ilişkilenen diğer bir dış politika konusu Suriye’yle ilişkilerdir. Türkiye bir keresinde Putin izin verdiği için Suriye’nin kuzeyine (Zeytin Dalı, Ocak 2018) bir keresinde de Trump izin verdiği için Fırat’ın doğusuna (Barış Pınarı, Ekim 2019) müdahale edebildi. İlkinde Kürtler’e Putin’in ihanet ettiği, ikincisindeyse Trump’ın ihanet ettiği söylendi. Putin, Afrin’i Esad yönetimine devretmeyen Kürtleri Türkiye’ye hava koridorunu açarak cezalandırdı. Trump kendisini yargılama peşindeki Obama yanlılarına Suriye’de Obama’nın bıraktığı mirasa -uzun zamandır Fırat’ın doğusunda olup bitenden rahatsız olan ve müdahale etmek isteyen Türkiye’nin önünü açıp- bir darbe vurarak cevap verdi. Fakat, her biri bir ‘real-politik’ dersi niteliğindeki bu iki müdahale aslında bizim ne kadar beğenmesek de ayakta kalan Suriye’deki rejime hakkını vermemiz, ‘büyük abi’ kompleksini aşıp ‘küçük kardeşe’ hak ettiği saygıyı göstermemiz gerektiği gerçeğini değiştirmez. Geri kalanı- Kürtlerle ne yapılacağı, Fırat’ın doğusundan ABD’nin nasıl çıkarılacağı konusu- Suriye’nin iç meselesi olacaktır. Atatürk’ün ‘yurtta barış cihanda barış’ sözüyle şekillenen Türkiye’nin geleneksel dış politikasını temel prensibi başkalarının iç ilişkilerine karışmama temel ilkesidir. Başka türlü Türkiye’nin komşularıyla sağlıklı bir ilişki kurması pek mümkün görünmüyor.
İç savaş başladığında Suriye’den gelecek mülteci sayısının artmasıyla Obama yönetiminin müdahale edeceği hayalini kuran Davutoğlu yönetimi yine aşırı şahsileşmiş bir dış politikanın nasıl bir hezimetle sonuçlanacağını gözler önüne serdi. Kendi kamuoyuna Irak’tan çıkma sözü vermiş bir Obama yönetiminin Suriye’ye müdahale edeceğini düşünmekse ayrı bir naiflik ve hesapsızlık göstergesiydi. Suriye politikasında olduğu gibi son yirmi yıla damgasını vuran ‘dış politika üzerinden iç siyaseti şekillendirme’ sevdasının hüsrana uğradığı bir konu da Irak’la ilişkilerdir. Uzun süredir Ak Parti’nin adeta bir iktidar ortağı haline gelmiş, Başkan Erdoğan’ın dostu Barzani yönetimindeki Kuzey Irak Kürtleri, Türkiye’nin Bağdat’ı aşarak kurduğu ilişkilere güvenerek Türkiye’nin pek beklemediği (ama uzun süredir hazırlanmış bir stratejinin ürünü olduğu açık olan) bir şekilde 2017 yılında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Türkiye ve Ak Parti kendi ortağını hayal kırıklığına uğratmak (ve iktidarını sarsmak) pahasına bağımsızlık ilanına hayır dedi ve proje çöktü. İsrail bayrakları sallayarak ilan edilen bir bağımsızlık ilanını Türkiye’nin desteklemesi beklenemezdi. Kuzey Irak’taki durum ABD’nin çekilmesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun Amerikan müttefikleri- İngiltere ve İsrail- tarafından nasıl dikkatle takip edildiği ve doldurulmaya çalışıldığının göstergesi. Barzani yönetiminin bağımsızlık ilanı şahsileşmiş ve ideolojik dış politika yaklaşımının Türkiye’yi nasıl büyük bir hataya sürüklediğini göstermek yanında bölgede asıl dönüştürücü etkinin ABD’nin çekilmesiyle ortaya çıktığını gösteriyor. Bu çekilmenin yarattığı güç boşluğu Amerikan müttefikleri arasında bir mücadele ortaya çıkardığı gibi Rusya ve Çin’e gibi büyük güçlere de alan açıyor gibi görünüyor. Ancak geçtiğimiz aylarda gündeme gelen Bağdat’ı Türkiye’ye bağlayan bir otoyol projesiyle Türkiye’nin belki de en kritik komşusuyla ilişkileri toparlamasının ötesinde değişen bölgesel dengeleri anlayıp az da olsa ayakları yere basan bir politikaya döndüğünü iyimserce düşünüyoruz.
Uzun süredir Türkiye komşu ülkelerdeki alternatif güç odakları ve kitlelerle yakın ilişki kurup başkentlerin ve otokrat elitlerin ağırlığını azaltmaya çalışıyordu. Fakat bu politikanın Türkiye’nin çıkarına sonuçlar doğuracağını garanti edemezsiniz. Türkiye aslında bölgede muhafazakâr bir güç olması gerekirken değişimi teşvik eden bir güç gibi hareket etmeye çalıştı. Son yirmi sene şahsi ilişkiler ve ideolojik önceliklerle kurgulanan dış politikanın gideceği mesafenin pek fazla olmadığını gösterdi bizlere. Bu siyasetin son halkası Körfez’le kurulan ilişkilerdir. Buradaki ülkelerinin yapısından kaynaklanan sebeple Başkan Erdoğan’ın tercih ettiği şahsileşmiş dış politikanın en rahat uygulandığı bölgenin Körfez olduğu söylenebilir. Ancak şahsi olmanın ötesine geçemeyen bu ilişkilerin Türkiye’ye maliyeti oldukça yüksek oldu. Ak Parti’nin adeta kendi köklerine ihanet ederek bir zamanlar öve öve bitirilemeyen Anadolu Kaplanlarını adeta tasfiye etmekten başka işe yaramadı. 2016’daki darbenin sponsorluğunu yaptığı iddia edilen Körfez sermayesi bir yandan Ak Parti’yi ‘milli görüş’ çizgisine bağlayan Anadolu sermayesini tasfiye ediyor diğer yandan Türkiye’nin kucağına halen cesedi dahi bulunamayan bir gazetecinin hunharca ölümünü bırakıyordu. Bu ikisinin de pek Müslümanlığa sığdığı söylenemez. Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uymadığını zaten söylememize gerek yok. Türk dış politikasının yeniden manevra yapmaya çalıştığı bu dönemde belki de Türkiye’nin önündeki en kritik soru bu. Bizim ulusal çıkarımız ne ve nerede? Bunu nasıl tanımlayabiliriz? Bu sağlıklı bir şekilde ancak sanayicisinden çiftçisine, turizmcisinden işçisine Türkiye’nin üretici toplumsal güçleriyle gerçek bir diyaloğa girilerek yapılabilir. Bu da mevcut demokrasinin derinleşmesiyle olur. Geçtiğimiz yirmi yılı aşkın sürede Ak Parti’ye oy veren ve seçim kazandıranlar eminim ki ülkeyi maceradan maceraya sürüklemesi ve çıkmanın mümkün olmayacağı bataklıklara sokması için oy vermediler. Zaten Ak Partililer girişecekleri dış politika fantezilerini seçim öncesinde söyleselerdi bu oyları da alamazlardı.
Yorum Yazın