Hem Anglo-Saksonlar hem de Osmanlılar için kışın bir zorluk mevsimi olmakla birlikte, aynı zamanda dayanışma, yenilenme ve manevi arınmanın dönemi olarak kabul edildiğini görüyoruz. Kış bizi yine dayanışmaya çağırıyor.
Dünyada ve ülkemizde pek çok açıdan zor geçeceği besbelli bir kışa adım adım yaklaşıyoruz. Uzun bir yazın sonbahara sarktığı bu günlerde Stark ailesinin mottosu, “Winter is Coming” olası tehlikelere ve belirsizliklere karşı hazır olmayı anımsatan bir tekerleme gibi kendini hatırlatmaya başladı. Kış henüz gelmemiş olsa da, ruhlarımız çoktan üşüdü. Tarih boyunca kış, insanları hazırlık yapmaya ve zor zamanlara karşı bir araya gelmeye dayanışmaya, çağıran bir mevsim aynı zamanda. Bu nedenle yazınsal bir kış hazırlığı yapmak istedim.
Kış, insanlık tarihi boyunca mitolojilerden dinlere, edebiyatlardan günlük yaşama kadar farklı biçimlerde ele alınan bir mevsim. Antik Yunan’da Persephone’nin yeraltı dünyasına inişi kışın gelişini simgelerken, Vikingler kışı ölüm ve savaşla özdeşleştirmiş. Pagan topluluklar, kış gündönümü festivalleri düzenleyerek bu karanlık dönemin bitişini ve doğanın yeniden doğuşunu kutlarlarlarken, Ortaçağ Avrupası’nda kış daha çok tarımsal döngülerin durduğu, toprağın donduğu ve insanların iç mekanlara çekildiği bir dönem olarak yaşanmış.
Kış söz konusu olduğunda tarihçi Eleanor Parker’ın Winters in the World: A Journey through the Anglo-Saxon Year kitabı, Anglo-Sakson toplumunun mevsimleri nasıl deneyimlediğini ve kışın onlar için ne anlama geldiğini derinlemesine inceleyen ilginç bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Gelin beraberce bu kitabı karıştıralım.
Eleanor Parker, kitabında Anglo-Sakson döneminde kışın sadece bir mevsim değil, aynı zamanda toplumsal düzenin, dini ritüellerin ve tarımsal döngülerin şekillendiği bir zaman dilimi olduğunu ortaya koyar. Parker’a göre, kış mevsimi Anglo-Saksonlar için doğrudan Tanrı’nın iradesi ile ilişkilendirilmiş, karanlığın ve soğuğun dünyevi bir sınavı olarak tanımlanır. Bu yaklaşım Anglo-Sakson şiirlerinde kış, genellikle doğanın donduğu, insanın hayatta kalma mücadelesi verdiği bir dönem olarak betimlenir. Bu yaklaşım Orta Çağ şiirlerinde de kendini gösterir. Yazılı pek çok metinde kış, doğanın en zor ve sert yüzünü temsil ederken, aynı zamanda bu zorlu dönemin Tanrı’nın bir lütfu olduğu, sabrın sonunda bereketin ve ışığın geleceği vurgulanır. Kışın karanlığı, insanın yalnızlığı ve güçsüzlüğü ile özdeşleştirilirken, yaz ve hasat mevsimleri umut, ışık ve bereketi temsil eder. Mevsimler Tanrı tarafından yapılan bir ödül ve sınama döngüsü olarak algılanması sağlanmış.
Kış Gündönümü: Karanlığın Ardındaki Işık
Anglo-Saksonlar için kış gündönümü, hem dini hem de toplumsal bir dönüm noktasına karşılık gelir. Kış gündönümünden sonra günlerin uzamaya başlaması, doğanın yeniden canlanacağının bir habercisi olarak kabul edilirdi. Parker, bu dönemin, kışın en karanlık günlerinde bile umut taşıyan bir ritüel olduğunu vurgular. Bu bağlamda, Noel gibi Hristiyan bayramlarının kış gündönümüne yakın tarihlerde kutlanması tesadüf değildir. Pagan inanışlardan gelen kış gündönümü ritüelleri, Hristiyanlıkla iç içe geçerek, Noel kutlamalarıyla birleşmiştir. Parker, bu kutlamaların Anglo-Sakson toplumunda kışın sadece bir hayatta kalma mücadelesi değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmanın, yenilenmenin ve ilahi lütufların kutlandığı bir dönem olduğunu anlatır.
Özellikle Noel öncesinde kutlanan Modraniht (Anneler Gecesi) gibi pagan festivalleri, Hristiyanlık tarafından benimsenerek yeni bir anlam kazanır. Parker’ın ifadesiyle, bu tür ritüeller, toplumun kış mevsimine dair hem korkularını hem de umutlarını yansıtır. Bunların yanı sıra kışın insanları yalnızlaştıran, evlerin içine hapseden bir yanı vardır. Toprağın donması, insanların dış dünyayla olan bağlarının kopması anlamına gelir. Bu durum, insanları iç mekanlara, toplumsal birlikteliklere yöneltir. Parker, kışın bu şekilde hem izolasyonu hem de dayanışmayı beraberinde getirdiğini belirtir.
Parker, kışın bu anlamda sadece bir duraklama değil, aynı zamanda bir hazırlık dönemi olduğunu anlatır. Kış mevsimi, tarımsal faaliyetlerin durduğu, toprağın dinlendiği bir zaman dilimi olmakla birlikte, yeni yılın planlandığı, ekim-dikim hazırlıklarının yapıldığı ve hasat için umutların filizlendiği bir dönemdi.
Diğer taraftan kış ruhsal bir sıkıntı dönemidir. Parker bu durumu kışın sadece toprağı değil, insanın iç dünyasında da bir tür “esaret” yaratarak toplumun psikolojik ikliminde hüküm sürdüğünü söyler. Ancak bu esaret, yukarıda sözü edildiği gibi katlanılması ve sabırla karşılanması gereken bir durumdur. Zamanla geçecek ve yerini baharın özgürlüğüne bırakacaktır. Bu nedenle, kış aynı zamanda sabrın, direnişin ve sonunda gelen bilgeliğin de bir sembolü olarak kabul edilir. İnsanların kış gördükçe bilgeleştikleri düşünülür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kış, hem sarayda hem de halk arasında önemli bir yer tutan bir mevsimdi. Sarayda kış ayları daha konforlu geçirilebilse de, halk için kış mevsimi zorlayıcıydı. Ne var ki, tıpkı Batı’da olduğu gibi, Osmanlı toplumunda kışın getirdiği soğuk, dayanışma ve yardımlaşma ruhunu da harekete geçirdiği görülür. Kaynaklar özellikle cami avlularında ya da kervansaraylarda fakir halka sıcak yemek ve barınma imkânları sağlanarak, bu zorlu mevsim daha katlanılabilir hale getirilmeye çalışıldığından söz eder. Osmanlı’da kış, “sadaka taşı” gibi geleneklerin de canlandığı bir dönem olarak karşımıza çıkar. İhtiyacı olanlar, genellikle cami avlularında olan bu taşlara bırakılan paralarla kışın soğuğunda hayatta kalmak için gereken malzemeleri temin edebilirlerdi.
Bunlara ek olarak Osmanlı’da kış, siyasi ve askeri stratejilerde de belirleyici bir rol oynardı. Kış ayları, sefer hazırlıkları için bir duraklama dönemi olurken, baharın gelmesiyle birlikte fetih hareketleri tekrar canlanırdı. Kışın zor koşulları, askerî hareketliliği kısıtlarken, bu süre zarfında planlama ve strateji geliştirilirdi. Bu anlamda, Osmanlı’da kış, hem bir zorluk hem de yeni başlangıçların habercisi olarak toplumsal ve siyasal hayatın merkezindeydi.
Osmanlı’da Kış Sofraları
Osmanlı’da kış ayları, sadece soğuklara karşı bir hazırlık dönemi değil, aynı zamanda zengin ve köklü bir mutfak kültürünün de sergilendiği bir mevsimdi. Kış sofraları, taze ürünlerin sınırlı olduğu bu dönemde, gıdaların muhafaza edilmesine yönelik tekniklerin gelişmesiyle şekillenmişti. Bu bağlamda turşu, reçel, pekmez ve kurutulmuş meyveler önemli bir yer tutmaktaydı. Kış hazırlıkları sonbaharda başlar, sebzeler ve meyveler özenle kurutulur, turşuya yatırılır, etler kurutularak muhafaza edilirdi.
Osmanlı mutfağında kış aylarında daha besleyici ve ısıtıcı yemekler tercih edilirdi. Yahni, kebap ve etli buğulama gibi yemekler, soğuk havalarda vücut ısısını korumak için idealdi. Ayrıca çorbalar da kış sofralarının baş tacıydı; mercimek çorbası, tarhana çorbası gibi doyurucu ve besleyici çeşitler her evde pişirilirdi. Tahıllar ve baklagiller ise çorba ve pilavlarda sıkça kullanılarak sofralara enerji verirdi.
Osmanlı mutfağında tatlılar da kış sofralarında önemli bir yer tutuyordu. Kışın bolca tüketilen helvalar, sütlü tatlılar ve pekmezle yapılan şerbetler, hem soğuk havalarda enerji sağlar hem de vücut direncini artırırdı. Özellikle helva, hem sarayda hem de halk arasında yaygın bir kış ikramıydı. Saray mutfağında kışın mevsim meyveleriyle hazırlanan reçeller, özellikle kahvaltılarda sunulurken, zengin konaklarda kuru yemişler ve lokum gibi tatlılar kış boyunca misafirlere ikram edilirdi. Kış aylarında içilen sıcak şerbetler ve tarçınla tatlandırılan boza gibi içecekler ise, hem ısınmak hem de keyifli sohbetlere eşlik etmek için tercih edilirdi.
Hem Anglo-Saksonlar hem de Osmanlılar için kışın bir zorluk mevsimi olmakla birlikte, aynı zamanda dayanışma, yenilenme ve manevi arınmanın dönemi olarak kabul edildiğini görüyoruz. Kış bizi yine dayanışmaya çağırıyor. Haksızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa, liyakatsizliğe karşı bir arada durdukça güçlendiğimiz bir kış yaşayalım dilerim.
Yorum Yazın