Konunun tankla, topla ilişkisi yok ama devletin elinde vatandaşına çevirebileceği, top, tüfek niteliğinde olmayan çok sayıda başka silahı da var ve ben bu “silahsızlanma” kavramını bu yazıda bu devleti bu “başka silahlardan” arındırma anlamında kullanıyorum. Ancak, devleti bu anlamda silahsızlandırmak gerçekten ulaşılması çok zor bir hedef ama bu hedef o kadar da anlamlı ki kanımca uğruna kafa yormaya da değer.
Başlıkta kullandığım silahtan türemiş silahsızlandırmak fiilinin tankla, topla, tüfekle, nükleerle bir ilişkisi yok.
Konunun tankla, topla ilişkisi yok ama devletin elinde vatandaşına çevirebileceği, top, tüfek niteliğinde olmayan çok sayıda başka silahı da var ve ben bu “silahsızlanma” kavramını bu yazıda bu devleti bu “başka silahlardan” arındırma anlamında kullanıyorum.
Ancak, devleti bu anlamda silahsızlandırmak gerçekten ulaşılması çok zor bir hedef ama bu hedef o kadar da anlamlı ki kanımca uğruna kafa yormaya da değer.Ancak, zorluklar çok sayıda ve çok büyük.Zorluklar çok büyük çünkü her şeyden önce devletin elindeki top, tüfek dışındaki her silah devlete ve bu aparatı bir dönem siyasi güç üzerinden ele geçirenlere çok büyük parasal ve mevkii rantları sağlıyor ve bu rantları ele geçirenler sonuna kadar bu rantları sömürmek istiyorlar.Zorluklar çok büyük çünkü, demokrasiyi muhalefetin varlığı belirler derler, muhalefet de yarın ya da yarından da yakın iktidar ümidiyle mevcut iktidarı, bu silahları bugün kullananları çok sert eleştirir, yerden yere vurur ama silahların ortadan kaldırılmasına, silahsızlanma konusuna girmez, kısmen girse de iktidara geldiğinde bu silahsızlanma işini hemen tümüyle unutur çünkü rant cazibesi hem merkezi yönetimde hem yerel yönetimde iktidar kadar muhalefet için de, bugün ya da yarın, temel siyasi müşevviktir.
Mesela Yükseköğretim Kanunu; bu kanun 1981 tarihinde, Kenan Evren Devlet Başkanı (Cumhurbaşkanı değil) iken Prof. Dr. İhsan Doğramacı yönetiminde hazırlanmış, beş general tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiş bir kanun, muhtemelen tarihimizde en çok eleştirilen kanunların en başlarında geliyor, bu kanun üniversiteyi belirlemeye başladığından günümüze tüm partiler, evet eksiksiz tüm partiler, siyasi hareketler bu kanunu çok eleştirmişlerdir, iktidara gelirlerse tümüyle değiştireceklerini söylemişlerdir ve bu siyasi kadroların yaklaşık tümü bir biçimde iktidar da olmuşlardır ama yükseköğretim kanunu orada taş gibi durmaktadır çünkü kimse eline geçen bu gücü, bu silahı bırakmak istememektedir.
Çok basit bir internet taraması yapın, AKP kadrolarının YÖK hakkında kendileri muhalefette iken neler dediklerini bulursunuz ama yine nedense (!!!) bugün YÖK 1981’e oranla dahi çok daha berbat bir durumdadır, çok yetkili rektörler tamamen Erdoğan’ın keyfine göre atanmakta ve üniversiteleri hallaç pamuğu gibi atmaktadırlar (bakınız Boğaziçi), iktidarı ele geçiren her parti üniversiteyi farklı rant türlerinin* üzerine oturmak için kontrol etmeyi kendi meşrebine göre meşru bulabilmektedir.
İKTİDARI ELE GEÇİREN HER PARTİ ÜNİVERSİTEYİ KONTROL ETMEYİ MEŞRU BULABİLMEKTEDİR
Kendine sosyal demokrat diyen, YÖK’ü yerden yere vuran partiler de iktidarın bir parçası olmuşlardır ama nedense (!!!) bu kanun ciddi bir biçimde değiştiril(e)memiştir; çok basit bir internet taraması yapın, AKP kadrolarının YÖK hakkında kendileri muhalefette iken neler dediklerini bulursunuz ama yine nedense (!!!) bugün YÖK 1981’e oranla dahi çok daha berbat bir durumdadır, çok yetkili rektörler tamamen Erdoğan’ın keyfine göre atanmakta ve üniversiteleri hallaç pamuğu gibi atmaktadırlar (bakınız Boğaziçi), iktidarı ele geçiren her parti üniversiteyi farklı rant türlerinin* üzerine oturmak için kontrol etmeyi kendi meşrebine göre meşru bulabilmektedir.
Göreceksiniz, bugünkü muhalefet Cumhurbaşkanlığını alır ve TBMM’de de anayasayı değiştirmeye yetecek çoğunluğu yakalasa bile parlamenter sisteme geçmeyi sittin sene erteleyecektir çünkü mevcut sistemde büyük yetkiler yani rantlar vardır.Üniversite çok çeşitli hedeflere göre iktidarların, devletin eline büyük ve çok güçlü silahlar vermektedir ve kimse bu alanda da silahsızlanma istememektedir.
Çok önemli ve çok güncel bir alandan çok somut başka bir örnek vereceğim; Türkiye bugün çok yüksek enflasyonda dünyada ilk üçe girmeyi başarmaktadır çünkü Merkez Bankasını kontrol edenler bu kurumun itibarını adeta sıfırlamışlar, Merkez Bankası silahını çok hoyratça vatandaşa karşı kullanmışlardır, gelinen nokta korkunçtur ama bu olumsuzluğun nasıl noktalanacağı da bir sır değildir, çok net bir öneri getireceğim.
Merkez Bankası guvernörleri beş yıl için ama çok dikkatli, özenli bir seleksiyonla atanmalı ama beş sene zarfında Türk Ceza Kanununda tanımlanmış yüz kızartıcı suçlardan birini işlemediği müddetçe de sağlık sorunları dışında görevden alınamaması anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır, işte bendenizin devleti silahsızlandırmadan anladığı böyle bir şeydir.
MERKEZ BANKASI GUVERNÖRÜ ANAYASAL GÜVENCEYE KAVUŞTURULMALI
Vatandaşın, tasarrufçunun, tüm ekonomi aktörlerinin enflasyona maruz kalmama hakkı çok temel bir vatandaşlık hakkıdır ama devlet merkez bankası silahını çok vahşice kullanabilmekte, kısa bir zaman diliminde beş Merkez Bankası guvernörü değiştirebilmekte, toplumda “her gün e-devleti kontrol edin, belki Merkez Bankası Başkanlığı sırası size de gelmiştir” gibi şakalara zemin hazırlamaktadır.Merkez Bankası guvernörleri beş yıl için ama çok dikkatli, özenli bir seleksiyonla atanmalı ama beş sene zarfında Türk Ceza Kanununda tanımlanmış yüz kızartıcı suçlardan birini işlemediği müddetçe de sağlık sorunları dışında görevden alınamaması anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır, işte bendenizin devleti silahsızlandırmadan anladığı böyle bir şeydir; ancak, her gün enflasyon nedeniyle vatandaşın düştüğü durumu haklı olarak eleştiren muhalefet merkez bankacılığı için kanımca olmaz ise olmaz niteliğindeki bu koşulu önermemektedir çünkü kendisi iktidara geldiğinde atanan Merkez Bankası guvernörü “sözlerini dinlemez ise” hemen gönderip yenisini atama silahını bırakmak istememektedir.
Devletin elinden bırakmak istemediği silah sayısı çok sayıdadır ama Çehov tiyatrosu için kullanılan “Tiyatronun birinci sahnesinde duvarda bir silah asılıysa o silah o oyunda mutlaka patlar” sözü kanımca Çehov tiyatrosu kadar bizim siyaset yapma üslubumuz için de geçerlidir.Türkiye’nin bugün geldiği durumdan sorumlu kurumların (???) başında kamu ihale sistemi gelir, yolsuzlukları önlemek için sistemin mutlaka AB rekabetine açılması şarttır, AKP bunu asla kabul etmemektedir ama muhalefet de ihale sisteminin ürettiği yolsuzlukların sıfırlanması değil ama azaltılması için kendilerinin mekanizmanın direksiyonuna geçmesini yeterli bulmaktadır, böyle diyorum çünkü CHP içinden kimse AB müzakere sürecinde kamu alımları dosyasının hemen müzakereye açılmasını talep etmemektedir; oysa, kurumsal yapı bu durumda iken sistemin direksiyonuna kim gelirse gelsin yolsuzlukları önlemek mümkün olmayacaktır ama kimse de silahsızlanmak istememektedir çünkü ihale sistemi her türlü finansmanın, siyasetin, siyasetçilerin finansmanı mesela, kaynağıdır.
Türkiye şayet 2000’li yılların başlarında Avrupa Birliği üyesi olabilse idi bugün bu enflasyon belasını yaşamayacak (Merkez Bankası TL basamayacak idi), kişi başına gelir yirmi bin dolara yaklaşmış olacak ve çok çok daha ileri bir temel hak ve özgürlükler ortamında yaşıyor olacaktık.
TÜRKİYE AB ÜYESİ OLABİLSEYDİ ENFLASYON BELASINI YAŞAMAYACAKTI
Siyasete ilgi duymadığım söylenemez ama bu ilgi güncel siyasete ilgiden ziyade Türkiye’ye AB normlarını yerleştirebilme gayreti üzerinden bir ilgi olagelmiştir; Türkiye şayet 2000’li yılların başlarında Avrupa Birliği üyesi olabilse idi bugün bu enflasyon belasını yaşamayacak (Merkez Bankası TL basamayacak idi), kişi başına gelir yirmi bin dolara yaklaşmış olacak ve çok çok daha ileri bir temel hak ve özgürlükler ortamında yaşıyor olacaktık çünkü AB üyeliğinin, Maastricht sözleşmesinin bir farklı tanımı da İngilizce “to tie someone’s hands” olarak yapılır, bu İngilizce tabirin basit tercümesi “birilerinin ellerini bağlamaktır” ama AB çerçevesinde anlamı siyasetçilerin vatandaşın refah düzeyi aleyhine, politika rantı lehine eylemlerinin yasal düzeyde engellenmesidir, siyasetçinin rant kollayıcı ellerinin bağlanmasıdır, siyasetçinin, cumhurbaşkanlarının, başbakanların keyfi olarak rektör tayin etmelerinin, üniversiteyi dizayn etmek istemelerinin ve “seçime kadar enflasyon, ondan sonrası tufan” demelerinin önüne geçmektir.
Devletimiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin altına imza atmıştır, AİHM’in yargı yetkisini tanımıştır ama burada temel amaç yerli ve milli yargının güçlü cumhurbaşkanlığı modelinde ve çok daha öncelerinde yargı yetkisini keyfi olarak kullanmasının önüne geçmek idi, bu nedenle Sözleşmenin 46. Maddesinde “Yüksek sözleşmeci taraflar (mesela Türkiye) AİHM kararlarını uygulamayı taahhüt ederler” diye yazmaktadır ama artık AİHM kararları iktidar tarafından “tazminatı öderiz, bildiğimizi okuruz” kabilinde görülmektedir, bu facianın mutlaka engellenmesi gerekmekte, AİHM’in kesinleşmiş kararlarını uygulamama silahı yürütmenin ve yargının elinden alınmalıdır.
Evet, Türkiye’nin geldiği bu çok sevimsiz aşamada temel siyasi hedef iktidar sahiplerini tanımladığım anlamda silahsızlandırmak olmalıdır; bu hedefe ulaşabilmek için ise muhalefetin de “biz iktidara gelelim, bu büyük yetkileri bırakmayalım ama daha hakkaniyetli kullanalım” anlamsızlığından kurtulması gerekmektedir çünkü bu büyük, geniş yetkilerin hakkaniyetli kullanımı mümkün değildir, “hakkaniyetli büyük yetki kullanımı” tipik bir oksimorondur, yapılması gereken devleti, siyaseti silahsızlandırmaktır.Sizce bu mümkün mü?Ben kısa ve orta vadede çok umutlu değilim doğrusu, uzun vade ise ünlü iktisatçı Keynes’in ifadesiyle hepimizin burada olamayacağı bir vadedir.Ama bu tür bir siyasal silahsızlanma nükleer silahsızlanma kadar önemlidir.*Lütfen kimse alınganlık yapmasın, bu kentimizi rastgele seçiyorum, Bayburt’a bir üniversite yapıldı, bu üniversitenin bölgesel siyasi çıkar, kiraların artması, esnafın zenginleşmesi, ihale rantları dışında akademik bir anlamı olabilir mi?
Yorum Yazın