Demokrasi, meşruiyetini halkın rızasından almaktadır. Ancak bu rızayı sürdürebilmek için demokratik sistemlerin şeffaf, kapsayıcı ve hesap verebilir bir yapıda işlemeleri gerekmektedir. Bu niteliklerin zedelenmesi, demokrasinin meşruiyet krizine yol açmaktadır.
Demokrasi, insanlık tarihinin en önemli siyasal kazanımlarından biri olarak, halkın kendi kendini yönetme idealine dayanan bir sistemdir. Ancak modern dünyada demokrasi, teorik temelleri ile pratik uygulamaları arasındaki uyumsuzluklar nedeniyle çeşitli meşruiyet krizleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Modern egemenlik anlayışının karmaşık doğası ve milli irade kavramının çok boyutlu yapısı, bu krizin temel kaynaklarından biridir.
Egemenlik, genellikle devletin kendi sınırları içinde mutlak otoriteye sahip olması olarak tanımlansa da modern siyaset teorisi bu kavramı halk egemenliği ilkesi üzerinden yeniden yorumlamıştır. Buna göre, egemenliğin kaynağı halkın iradesidir ve bu irade, temsilciler aracılığıyla yönetim mekanizmalarına aktarılır. Milli irade ise, bireylerin ortak çıkar ve değerler etrafında bir araya gelerek kolektif bir karar alma süreci oluşturmasıdır. Ancak bu kavramların uygulamaya konulması, çeşitli çelişkiler ve sorunlarla doludur.
Milli iradenin gerçekte homojen bir yapıya sahip olmadığı, aksine çok sayıda çıkar ve görüşün bir arada bulunduğu karmaşık bir toplumsal yapıyı ifade ettiği unutulmamalıdır. Bu çelişikler, demokrasi ile otoriter uygulamalar arasındaki ince çizgiyi daha belirgin hale getirmektedir.
Demokrasi, meşruiyetini halkın rızasından almaktadır. Ancak bu rızayı sürdürebilmek için demokratik sistemlerin şeffaf, kapsayıcı ve hesap verebilir bir yapıda işlemeleri gerekmektedir. Bu niteliklerin zedelenmesi, demokrasinin meşruiyet krizine yol açmaktadır. Bu kriz kendisini farklı boyutlarla somutlandırmaktadır.
Modern temsili demokrasiler, halkın çıkarlarını temsil etmek için tasarlanmıştır. Ancak çoğu zaman, siyasal elitlerin kendi çıkarlarını halkın iradesinin üzerine koyması, temsil krizi yaratmaktadır. Seçmenlerin, temsilcilerinin politikaları üzerindeki etkisini yitirdiğine inanması, siyasal sisteme olan güveni azaltmaktadır. Demokrasilerde farklı görüşlerin bir arada var olması, zengin bir siyasal yapıyı destekler ancak bu farklılıklar derin kutuplaşmalara dönüştüğünde, ortak bir milli irade tezahürü zorlaşmaktadır. Siyasal kutuplaşma, diyaloğun yerini karşıtlaşmanın almasına neden olduğu gibi demokratik sistemin işlevselliğini baltalamaktadır.
Eşit olmayan ekonomik koşullar, siyasal sistemde çıkar gruplarının etkisini artırmaktadır. Yoksulluk ve gelir adaletsizliği, halkın demokrasiye olan bağlılığını azaltarak popülist ve otoriter liderlere yönelme riskini yükseltmektedir. Dijital medya, halkın bilgiye erişim imkanlarını artırsa da aynı zamanda manipülasyon, dezenformasyon ve kutuplaşmayı da körüklemektedir. Bu durum, bireylerin demokratik süreçlere bilinçli katılımını körleştirmektedir.
Devlet gücü, yönetme yetkisinin merkezinde yer alan, yasama, yürütme ve yargı gibi erklerden oluşan bir mekanizmadır. Demokratik sistemlerde bu erklerin birbirinden ayrılması ve denetlenebilir kılınması esastır. Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı ilkesi, halkın iradesini temsil eden devlet yapısının otoriterliğe kaymasını engellemek için bir kılıç gibi değil, bir kalkan gibi işlev görmesini hedefler. Ancak demokrasiyle elde edilen devlet gücü, bazen bir grubun veya liderin elinde toplumu bölüp baskı altına alan bir silah haline gelebilir. Bunun en çarpıcı örnekleri, totaliter rejimlere evrilen sözde demokratik yapılarda görülmüştür. Adolf Hitler’in Almanya’sında demokratik yollarla iktidara gelmesi, ancak sonrasında devlet gücünü diktatörlüğünü pekiştirmek için kullanması, bu tehlikenin tarihsel bir örneğidir.
Siyasal süreçlerde halkın karar alma mekanizmalarına daha fazla dahil edilmesi, temsil krizini azaltabilir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve referandum gibi doğrudan demokrasi uygulamaları bu kapsamda etkili olabilir.
Devlet gücünün bir silah olarak kullanılması, toplumsal barışı ve bireysel özgürlükleri tehdit ettiği gibi bu durum hem hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelenmesine hem de kamu görevlilerinin siyasi güce olan sadakatinin artmasına yol açmaktadır. Bireylerin temel hak ve özgürlükleri zarar görürken haksız tutuklamalar, ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasal düzenlemeler ve medya üzerindeki baskı, devlet gücünün kötüye kullanılmasının çeşitli örneklerini oluşturmaktadır. Belirli bir siyasi ideolojiyi desteklemeyen kesimler, ötekileştirilerek kamusal kaynaklardan veya hukuki korumalardan mahrum bırakılmaktadır. Dolayısıyla halk, devleti bir hizmet organı olarak değil, bir tehdit unsuru olarak algılamaya başlamaktadır.
Siyasal süreçlerde halkın karar alma mekanizmalarına daha fazla dahil edilmesi, temsil krizini azaltabilir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve referandum gibi doğrudan demokrasi uygulamaları bu kapsamda etkili olabilir. Toplumun siyasal bilinç seviyesinin yükseltilmesi, manipülasyona karşı dirençli bir kamuoyu oluşturulmasına katkı sağlar. Bu kapsamda, eleştirel düşünme becerileri ve medya okuryazarlığını arttıran eğitim politikaları benimsenmelidir. Demokrasinin sürdürülmesi, ekonomik adaletin sağlanmasıyla mümkün olabilir. Vergi reformları, sosyal yardımlar ve istihdam politikaları yoluyla gelir eşitsizliği azaltılmalıdır. Dijital medyanın etik kurallar çerçevesinde kullanılmasını sağlamak, dezenformasyonun etkisini azaltabilir.
Modern egemenlik ve milli irade ekseninde ortaya çıkan demokrasinin meşruiyet krizi, çok boyutlu bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kriz, temsili mekanizmaların zafiyetleri, ekonomik ve toplumsal adaletsizlikler, dijital manipülasyonlar gibi faktörlerin bir sonucudur. Ancak demokratik ilkelerin yeniden tanımlanması ve sürekli geliştirilmesi, bu sorunları aşmanın anahtarlırından biridir. Toplumun tüm kesimlerinin aktif katılımı ve siyasal sistemlere olan güvenin yeniden inşa edilmesi, daha adil ve kapsayıcı bir demokrasi için zorunludur.
Yorum Yazın