İktidarın kaybedilmemesi için bu tür gösterilerin şiddet kullanılarak bastırılması demokratik rejimin tahribinden başka bir işe yaramaz; bunun sonucu, demokratik ülkeler liginden otoriter ülkeler ligine küme düşmektir.
(Rousseau)
Toplumda genellikle “erdemli olmak” bireysel bir özellikmiş gibi düşünülür; “erdem” kavramına “felsefi bir ideal”, “bir fantezi” olarak yaklaşılır.
Oysa demokratik teoriye bakıldığında “erdem”in demokrasinin kurucu öğesi, “olmazsa olmazı” olduğu görülür.
Sosyal medyada dolaşan bir videoda bir kişiye soruluyor:
“Bu enflasyonun nedeni nedir?”
Vatandaş cevap veriyor:
“İmamoğlu”
Muhabir defalarca üsteliyor: “İmamoğlu iktidarda değil ki; o ekonomik politikaları belirlemiyor ki; kararları alan başka kurumları görmüyor musun?”
Vatandaş Nuh diyor Peygamber demiyor; İmamoğlu’nun enflasyonun sorumlusu olduğu konusunda kararlı.
Bir başka videoda bir kadın “ben liderimizin …….nün kılıyım” diye övünerek bağırıyor.
Bir başka emekli yurttaş emeklilerin feryatlarının tersine, “eğer devletin ihtiyacı varsa emeklilerin maaşlarının yarısını kessin, önce devletin ihtiyaçları” diyor.
Bu türde düşünen kişilerin sayısı hiç de az değil.
Kendisine sağlanan küçük menfaatleri kaybetmemek için toplumun ortak çıkarının feda edilmesi bazı vatandaşlar için sorun oluşturmuyor; mevcut konumlarını kaybetmek istemeyenler, siyasal iktidarlara, icraatlarından bağımsız olarak koşulsuz destek vermeyi sürdürüyorlar.
Oysa demokrasilerdeki ön koşul, toplumun büyük çoğunluğunun, kendi çıkarları ile toplumsal çıkarlar arasındaki ikilemde toplumun çıkarlarından yana tercihte bulunmasıdır.
Bunu anlamak için modern demokrasi ve ulus devlet teorisyeni Jean-Jacques Rousseau’ya kısaca bakmak yeterli olur.
Rousseau toplumun, insanların kendi aralarında yaptığı bir toplum sözleşmesinin ürünü olduğunu ileri sürüyor. (Bugün toplum sözleşmesi Anayasa olarak biliniyor.)
Teorisine göre insanlar sivil toplumu oluşturmadan önce devletin ve toplumun bulunmadığı bir “doğa durumu” içinde yaşıyorlardı.
Başlangıçta ihtiyaçları çok sınırlı olduğundan ve sınırlı ihtiyaçları karşılamak kolay olduğundan mutluydular.
Ancak zamanla çeşitli gelişmelerin etkisiyle bir araya geldiler ve toplumsal ilişkilere girdiler; toplumsal ilişkiler mülkiyet kurumunu üretti.
Mülkiyetle birlikte zengin ve yoksul sınıfları oluştu ve başlangıçtaki “barış durumu” bir “savaş durumu”na dönüştü.
İnsanların savaş durumunda varlıklarını sürdürmeleri mümkün olmadığından bir çözüm aradılar ve buldukları formül bir “toplum sözleşmesi”ydi.
Toplum sözleşmesi fikri özünde şöyle bir mantığı içeriyordu:
“Kendi çıkarlarımın peşinde koşarsam, herkes aynı şeyi yapacağından, bu hepimizin sonu olur. Oysa kendi özel çıkarlarımdan vazgeçersem, diğer herkesin de aynı şeyi yapması koşuluyla toplumun barış ve güvenlik içinde yaşaması mümkün olur.”
Dolayısıyla herkesin aynı şeyi yapması koşuluyla toplumun ortak yararı doğrultusunda hareket etmek her birimizin yararınadır.
Burada şuna dikkat etmek gerekir: İnsanın ortak çıkar yönünde hareket etmesi özel çıkarı ortadan kaldırmaz.
İnsan kendi başına bırakıldığında özel çıkarını gerçekleştirmeye çalışır.
Bu nedenledir ki Rousseau “temsil” kavramına kesinlikle karşıdır, çünkü temsilci kendi özel çıkarı doğrultusunda davranır ve temsil edilenin çıkarını değil kendi özel çıkarını gerçekleştirir.
Bu yüzden her yurttaşın kendi çıkarını doğrudan kendisinin savunması zorunludur.
Rousseau bu nedenle demokrasinin ancak doğrudan demokrasi olabileceğini ve temsili demokrasilerin demokrasi olamayacağını savunur.
Bu durumda temel soru şudur: İnsan kendi özel çıkarı doğrultusunda karar veriyorsa, ortak çıkar nasıl ortaya çıkar?
Cevap yukarıda verilmiştir: İnsan diğerleriyle birlikte yaşamak zorunda olduğunu düşündüğünde kendisinin gerçek yararının diğerlerinin de ortak yararını gerçekleştirmeye bağlı olduğunu görür ve ortak yararı gözeten yasalar yapar.
Bir demokraside aynı insanın iki yüzü vardır:
- Uyruk (Yönetilen)
- Yurttaş (Yöneten)
Kişi diğerleriyle birlikte hareket ederek ortak yararı gerçekleştirmeye çalıştığında yurttaştır ve yöneten konumundadır.
Kişi kendi çıkarlarının peşinde koşan bir varlık olarak uyruk ya da yönetilendir.
Yurttaş uyruğu yönetir.
Her ikisi de aynı kişi olduğundan demokrasinin klasik tanımına ulaşılmış olur: Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi.
Bu durumda bir yönetim biçiminin gerçekten bir demokrasi olabilmesinin koşulu ortaya çıkmaktadır: İnsanların çoğunluğu uyruk değil yurttaş olmalıdır.
Herkesin kendi çıkarının peşinden koştuğu bir toplum, güçlünün zayıfı ezdiği ve toplumsal adaletin sağlanamadığı bir düzeni ortaya çıkarır. Bu tür bir toplumda hiç kimse güvenlik içinde değildir; bireylerin temel hak ve özgürlükleri tehdit altındadır.
Çoğunluğun yurttaş olmasının anlamı, çoğunluğun birlikte karar alırken kendi özel çıkarları yerine toplumun ortak çıkarları doğrultusunda davranmasıdır.
Yurttaş olmak ortak çıkar doğrultusunda davranmak demektir.
Ortak çıkar doğrultusunda davranan kişi erdemli kişidir; yurttaştır.
Daha açık söylenirse yurttaş erdemli kişi demektir.
Erdem öyle karmaşık, sihirli, anlaşılmaz bir sözcük değildir; çok kolay anlaşılabilir:
Erdemli olmanın ölçütü kendi özel çıkarı yerine toplumun ortak çıkarını gözetmektir.
Toplum söz konusu olduğunda bencil çıkarlarından vazgeçerek toplumun ortak çıkarı doğrultusunda davranan kişi kendi çıkarına aykırı davranmış olmaz; tam tersine gerçek çıkarını elde etmiş olur.
Çünkü toplumun ortak yararı korunmadığı sürece toplumsal adalet ve bu sayede toplumsal düzen tesis edilemez. Dolayısıyla toplumsal-ortak yarar doğrultusunda davranan kişi aslında kendi yaşayacağı toplumun yaşanabilir bir toplum olmasını sağlar.
Herkesin kendi çıkarının peşinden koştuğu bir toplum, güçlünün zayıfı ezdiği ve toplumsal adaletin sağlanamadığı bir düzeni ortaya çıkarır.
Bu tür bir toplumda hiç kimse güvenlik içinde değildir; bireylerin temel hak ve özgürlükleri tehdit altındadır.
Üstelik böyle bir durumda sadece yoksulların değil efendilerin de özgürlüğü yoktur.
Rousseau’nun sözleriyle “İnsan özgür doğar, oysa her yanda zincire vurulmuş durumdadır. Kendilerini başkalarının efendisi sananlar bile onlardan daha az köle değildir.”
Dolayısıyla gerçek bir demokrasi için yurttaşların doğrudan yönetime katılmaları ve erdemli insanlar olarak ortak çıkarlar doğrultusunda yasalar yapmaları gerekir.
Hiç kuşkusuz bir karar alma sürecine katılan herkesin bir yurttaş gibi davranması beklenemez; kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışanlar olacaktır. Ancak çoğunluk ortak çıkar peşinden koşuyorsa bu sorun değildir: Kararlar oylamayla alınacağından ortak çıkarı düşünen çoğunluğun dediği olacaktır.
Bu durumda oybirliğine yaklaşan bir çoğunluk elde etmek tercih sebebidir; ancak bu mümkün olmadığında oyçokluğu da yeterlidir.
Bu şekilde ortaya çıkan irade “milli irade”dir.
Siyaset felsefecisi Jonathan Wolf, Rousseau’nun “genel ya da milli irade”sini bir fabrika örneğiyle şöyle açıklamaktadır:
“Bir şirketin bin çalışanı olduğunu ve ücret artışları için bir milyon sterlinlik sabit bir meblağın mevcut olduğunu varsayalım. Her bireyin çıkarı bu paradan olabildiğince fazlasını elde etmektir; dolayısıyla, sınıra bağlı kalınırsa, her bireyin özel iradesinin fazladan bir milyon sterlin kazanmaya çalışmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu özel iradeleri bir araya getirdiğimizde herkesin iradesini elde ederiz: Bu durumda, hiç kuşkusuz teklif edilmemiş olan bin milyon sterlinlik bir talep oluşur. Ancak, çalışanların, üyelerinin tümünün çıkarları için eşit biçimde etkinlikte bulunan bir sendika tarafından temsil edildiğini varsayalım. Sendika, bir milyon sterlinlik bir talepte bulunmak ve ardından her bir üyesine bin sterlin vererek bu parayı tüm üyeleri arasında eşit olarak paylaştırmak dışında hiçbir şey yapamaz. Bu sonuç genel iradeyi temsil etmektedir: Üretilen politika tüm üyelerin çıkarını eşit olarak gözetmektedir. Bu sonuç ortak çıkar olmasına rağmen, hiç kimsenin özel çıkarına değildir. Bu biçimde, tüm yurttaşların özel iradeleri ile genel irade arasındaki farkın bir örneklemini görmekteyiz. Genel irade, herkesin çıkarına eşit derecede uygun bir politika talep etmektedir. Böylece genel iradeyi, genel çıkar olarak düşünebiliriz.”
Egemenlik milli iradenin işleyişinden başka bir şey değildir.
Bu çerçevede bugünkü demokrasilerde yapılan büyük bir yanlışı düzeltmek gerekir: Kimi zaman çeşitli devlet organları “milli iradenin tecelligahı” olarak tanımlanır.
Bu ifadeleri kullananlar teoriden habersizdirler.
Demokrasi açısından sorunlu olan kısım şudur: Bir ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu erdemli değilse, yani büyük çoğunluk kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket ediyorsa ne olacaktır.
Milli irade sadece halkın bizzat kendisinin iradesidir; hiçbir organ bu iradenin tecelligahı değildir.
Kendisinin ya da iradesinin milli irade olduğunu söyleyen her organ bir “yetki gaspı” yapmış olur, çünkü milli iradenin halkın iradesi olduğunu inkâr etmiş olur.
Yasama, yürütme ve yargı organları sadece milli iradenin kullanılmasında rol alabilirler.
Nitekim Anayasa’nın 6. maddesinde “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” ilkesine yer verilmiştir.
Millet dışında hiç kimseyi egemenliğin ya da milli iradenin sahibi saymanın olanağı yoktur.
Yine aynı maddeye göre “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.”
Bu anlamda sadece seçilmiş organlar değil atanmış organlar da milli iradeyi kullanan organlardır; önemli olan Anayasa’nın koyduğu esaslardır. Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetki kullanan her organ, ister seçilmiş ister atanmış olsun, egemenlik yetkisini kendisine Anayasayla çizilen çerçeve içinde “millet adına” kullanır.
Anayasa’nın sonraki maddelerinde egemenlik yetkisini kullanacak organlar sayılmakta ve bunların egemenlik yetkisinin hangi bölümünü kullanacakları tanımlanmaktadır.
Rousseau’un “genel irade” ya da “milli irade” teorisinden esinlenerek yapılan bu düzenlemelerde ortaya çıkan şey şudur: Milli irade, tanım gereği erdemli olması zorunlu olan (ortak çıkar doğrultusunda davranması zorunlu olan) yurttaşların iradesinden başka şey olamaz.
Demokrasi açısından sorunlu olan kısım şudur: Bir ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu erdemli değilse, yani büyük çoğunluk kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket ediyorsa ne olacaktır.
(Daha açıkçası kendilerini bir başkasının organının kılı sayanların çoğunlukta olduğu bir toplumda demokrasi olabilir mi?)
Demokrasi açısından cevap üzücüdür: Çoğunluğun özel çıkarlara göre hareket ettiği toplumlarda ortak çıkarlar korunamayacağından adalet ve dolayısıyla rızaya dayalı toplumsal düzen sağlanamaz.
Rousseau bu tür durumları ifade etmek için “yalancı sözleşme” kavramını kullanır:
Böyle bir durumda zenginlerin yoksulları yalancı bir sözleşmeyle iknaya çalışmaları söz konusu olur:
“Bize gereksiniminiz var, çünkü biz zenginiz, siz ise yoksul; öyleyse aramızda bir sözleşme yapalım: Sizi yönetme zahmetimizin karşılığı olarak elinizde kalan birkaç şeyi de bize vermeniz koşuluyla bize hizmet etme onurunu size bağışlayacağız.”
Rousseau’nun burada sözünü ettiği toplumdaki yönetim biçiminin demokrasi olduğu söylenemez, çünkü burada yurttaş yönetmemektedir.
Yurttaşların değil uyrukların yönetici olduğu yerde demokrasi olmaz.
“Yurttaş” yerine “ortak çıkarı düşünen insan” ve “uyruk” yerine “özel çıkarını düşünen insan” kavramlarını koyarsak söylenen daha açık hale gelir:
“Ortak çıkarı düşünen insanlar”ın değil “özel çıkarını düşünen insan”ların yönettiği yerde demokrasi olmaz. (Yukarıda aktarılan fabrika örneğinde bir milyon sterlin hakkaniyetli biçimde paylaşılamaz.)
Rousseau sorunun farkındadır ve “yurttaş”ın yetiştirilmesi, yani uyruğun erdemli kılınması için eğitimi şart koşar.
Bu eğitim herhangi bir eğitim değil “yurttaşlık eğitimi”dir.
Kişi çok sayıda üniversiteyi bitirse bile yurttaş olamayabilir; bu tür bir kişi eğitimdeki bütün başarısına rağmen ortak çıkarı düşünmüyorsa yurttaş değil uyruktur; çünkü yurttaşlık erdeminden yoksundur.
İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamasından sonra adaylığının geçersiz kılınmasını sağlamaya yönelik diploma iptali ve tutuklama olayı, otoriterleşmeye karşı duyulan rahatsızlığı gün yüzüne çıkaran toplumsal toplantı ve gösteri yürüyüşlerine dönüşmüş durumdadır.
Bu çerçevede cemaat, tarikat, aşiret türü yapıların demokraside ihtiyaç duyulan “yurttaş”ın ortaya çıkmasının önündeki engeller olduğunu kabul etmek gerekir.
Bunun nedeni sadece bu yapıların laiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğüne tehdit oluşturmaları değildir.
Bu yapılar kişilerin toplumsal ortak yarar doğrultusunda siyasal katılımda bulunmalarını engeller.
Cemaat, tarikat, aşiret lideri müritlere sağladığı küçük çıkarlar ve himaye karşılığında onları kendi iktidarını güçlendirecek tarzda davranmaya yönlendirir.
Müritler toplumun ortak çıkarları doğrultusunda davranma özgürlüğüne sahip değildir, lider kadrosuna biat etmekle yükümlüdür.
Biat eden kişi uyruktur ve yurttaş olmasının olanağı yoktur.
Bu nedenle bu tür yapıların hâkim olduğu yerlerde demokrasinin yeri yoktur.
Zaten demokrasi bu yapıların da tercih ettiği bir yönetim biçimi değildir; onlar hâkimiyeti gökyüzüne çıkarırlar; onlar için egemenlik milletin değil Tanrı’nındır.
Bu yüzden de bu yapılar demokrasiyi hedeflerine varmak için kullanılacak bir araç, bir tren vagonu olarak görürler; zamanı geldiğinde tren vagonundan inilmek üzere binilmiştir.
Gerçek bir demokrasinin inşası için bir yurttaşlık eğitimi yoluyla kişilere toplumun ortak çıkarı doğrultusunda davranmanın zorunluluğu öğretilmek zorundadır.
Bir başka anlatımla demokrasinin inşası için uyruklara erdemli olmanın gerekliliği anlatılmalıdır.
Bu eğitim sadece okulda verilemez: Yurttaşlık eğitimi okulun yanında ailede, mahallede, sokakta, kafede-kahvede, kamusal görevlerde, siyasal partilerde, dernekte, vakıfta, sivil toplum örgütlerinde…verilmek zorundadır; demokratik toplumun varlığı yurttaşlık eğitimine bağlı olduğundan toplumun tüm kesimleri demokratik dokuları hep birlikte örmek zorundadır.
Önceki yazılarımda kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemine vurgu yapmış ve 2017 Anayasa değişikliğinden sonra kuvvetler birliğine geçildiğini belirtmiştim. Bu geçiş bireylerin temel hak ve özgürlüklerine yönelik önemli bir tehdit oluşturmuştur. Bu tehdidi bertaraf edebilecek tek güç yurttaşlardan oluşan demokratik bir toplumdaki demokratik tepkilerdir. Bu tür bir tepki olmaksızın demokratik yapının korunması ve sürdürülmesi olasılığı yoktur.
Bu bağlamda 19 Mart 2025 tarihinden beri çok çeşitli ideolojik görüşlere, farklı çıkarlara, farklı toplumsal kesimlere sahip insanların “ortak çıkar” hedefi doğrultusunda toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapmaları demokrasi açısından ümit vericidir.
Bu yazıdaki teorik çerçeveden bakıldığında insanların ve özellikle de gençlerin, başlarına gelmesi muhtemel haksızlıkları da göze alarak toplumsal gösterilere katılmaları, ortak hedefler doğrultusunda hareket eden demokratik tepkilere sahip toplumsal kesimlerin varlığını göstermesi bakımından anlamlıdır.
İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamasından sonra adaylığının geçersiz kılınmasını sağlamaya yönelik diploma iptali ve tutuklama olayı, otoriterleşmeye karşı duyulan rahatsızlığı gün yüzüne çıkaran toplumsal toplantı ve gösteri yürüyüşlerine dönüşmüş durumdadır.
Gelinen noktada ortaya çıkan demokratik tepkiler “İmamoğlu olayı”nın tetiklemesiyle ortaya çıkmıştır; İmamoğlu’nun demokratik seçimlere girmesine engel olunmasaydı, demokratik tepkiler muhtemelen seçim sandığında ifade edilecekti.
Seçilmesine kesin gözüyle bakılan İmamoğlu’nun adaylığına izin verilmemesi, demokratik tepkilerin toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ifade edilmesine zemin hazırlamıştır. Temel kaygı mevcut siyasal iktidarın, rekabetçi bir demokratik seçimle iktidar değişimine izin vermeyecek olması ihtimalinin belirginleşmiş olmasından kaynaklanmıştır.
Bütün farklılıklarını bir kenara bırakarak demokratik bir toplumdaki ortak geleceği konusunda endişelenen tüm kesimlerin çabasını, bu toplumun geleceğini düşünen herkesin saygıyla karşılaması gerekir.
Alacakları diplomanın bir gün hukuken geçersiz sayılabileceğinden; mezun olduklarında işsiz kalabileceklerinden; işe girdiklerinde insan onuruyla bağdaşır bir yaşam standardına sahip olamamaktan; ailelerinin, yakınlarının, arkadaşlarının başlarına yarın sabah ne geleceğini bilmemekten; sosyal medyadaki bir paylaşımlarının kendileri açısından ciddi bir sorun oluşturmasından; bir başka ülkeye gitmekten ve kendi toplumuna yararlı olma hakkını kaybetmekten; seçimde kullandığı oyun geçersiz hale getirilme ihtimalinden ve seçimlerin göstermelik bir formaliteye dönüştürülmesinden; bir Ortadoğu ülkesi bataklığına dönüşmekten endişe eden bir gençliğin siyasal görüş ayrımı olmaksızın ortak gösteriler yapması demokratik bir tavırdır.
İki haftaya yakın bir süredir devam eden demokratik mücadele ülkede Rousseau’nun sözünü ettiği türde “yurttaşlar”ın bulunduğunu göstermenin yanında bir “yurttaşlık erdemi eğitimi” işlevini de üstlenmiş durumdadır.
İktidarın kaybedilmemesi için bu tür gösterilerin şiddet kullanılarak bastırılması demokratik rejimin tahribinden başka bir işe yaramaz; bunun sonucu, demokratik ülkeler liginden otoriter ülkeler ligine küme düşmektir.
Bu tür bir müdahalenin demokratik meşruiyete sahip olduğunu düşünüp “erdem de ne ola ki, biz muhalefeti sindirdikten sonra seçim yapar yine demokrasiyi kurarız” diyenlere cevap olarak tasarladıkları yönetim biçiminin demokrasi olmadığını göstermek için Montesquieu, Sokrates, Platon ve Aristoteles’i konuşturmak isterdim ama beceriksizliğimden kaynaklı olarak yazı yine çok uzadı.
Onlar da başka yazı(lar?)ya…

Demokrasi ve uygarlığı ayakta tutan “görünmez değerler”dir. Bu güzel yazıda o görünmez değerler anlatılıyor. Çok da güzel ve ayrıntılı-akademik bir anlatım. Elinize sağlık Sayın Hocam.
Birol Ertan
31-03-2025 11:15