Demokrasi hiçbir zaman halkın yöneticilerini seçtiği ama yönetileceği kurallar üzerinde söz sahibi olmadığı bir rejim olarak tanımlanmamıştır. Bu durumda demokrasiden laiklik ilkesinin dışlanması gerektiğini söyleyenler hem demokrasiye hem de hukuk devletine karşıdırlar.
Yunan mitolojisinde Tanrı Apollon’un Delphoi’deki bilicisi, “Dünyanın en bilge kişisi kimdir?” biçimindeki bir soruyu “Sokrates” diye yanıtlar.
Bu durum Sokrates’e bildirilince Sokrates buna şiddetle itiraz eder ve aksini ispatlayacağını iddia eder. Bu amaçla, Atina sokaklarında sofist, marangoz, politikacı, satıcı, zengin, yoksul herkesle konuşur ve kendisinden daha bilge birini ortaya çıkarmaya çalışır.
Ancak çabası nafiledir; konuştuğu kişilerin bildiklerini iddia etmelerine rağmen, bildiklerinin gerçek bilgi (episteme) olmadığının farkına varır.
Bu araştırmadan sonra kendisinin bilge olarak görülmesinin nedenini kavrar: Kendisi bilmemekte, ama bilmediğini bilmektedir.
Konuştuğu kişiler de onun gibi bilmemektedirler ama bilmediklerini bilmemektedirler. Bildikleri yanlış bilgiyi doğru bilgi zannetmektedirler.Kendisi bilmediğini bildiği için bilgiyi araştırma çabası içine girmekte ama diğerleri bilmedikleri halde bildiklerini zannettikleri için bilgiyi araştırmaya gerek duymamaktadırlar.
Sokrates’e göre kimi insanlar sanılarını (doksa) bilgi zannederek büyük bir yanılgıya düşmektedirler. Bu kişilerin bir şey bilmemeleri ya da cahil olmaları sorun değildir, ama bilmedikleri halde bildiklerini zannetmeleri ya da cehaletlerinin farkında olmamaları büyük sorundur. Çünkü bilmeyen ve bilmediğini bilen kişi bilme uğraşı içine girebilir. Oysa bilmediği halde bildiğini sanan insanlar öğrenme çabası içine girmezler ve sanılarının gerçek olduğunu düşünerek yaşarlar. Böylece gerçek bilgiye (episteme) giden yolu kendi elleriyle kapatmış olurlar. Dolayısıyla gerçek bilgiye, “episteme”ye ulaşmanın ilk adımı “kendini bilme”, yani bilmediğini bilmedir.“Kendini bilme ilkesi”nin günümüzde yaşamsal bir önem kazanmış olduğunu söylemek gerekir.
Bu ilkeye uyulmadığından “bilindiği” zannedilen sanılar üzerinden toplum yönlendirilmeye ve toplumun değerleri aşındırılmaya çalışılmaktadır.
Bugünlerde çokça tartışılmaya başlanan “laiklik” “demokrasi”, “hukuk devleti” gibi kavramlar üzerinde bilimsel gerçeklikle ilişkisi olmayan düşünceler ortaya atılmaktadır.Örneğin muhterem “ulema”dan belirli bir cenahta kabul gören kişiler şunları söylüyorlar: "Laiklik dinsizliktir.
Jakoben Fransızlar bu ilkeyi keşfedip uyguladılar.
İlke bize Fransa tarafından dayatıldı.
İlke Fransız Jakobenlerinin Fransız devriminden sonra bulunmuştur.
Bizim kültürümüze aykırı olan bu ilkeden derhal kurtulmak gerekir.
Cumhuriyet devrimlerini yapanlar Batının etkisi altında bu ilkeyi sistemimize dahil ederek büyük kötülük yaptılar.Halkın dininden kopmasına neden oldular.”
Bu durumda şu “kara mizahı” yapmak zorunlu hale geliyor:“Evet ya muhterem…
Fransızların Fransız Devrimini yaptıktan sonra ilk yaptıkları işin dini yasaklamak olduğunu hepimiz biliyoruz.
O günden beri Fransa’da kilise gören olmamıştır.Kiliseler siyanürle pudraya dönüştürülmüş ve çıkarılan altınlar dinsizlik için harcanmıştır.
Hem Fransız Katolikleri, hem de Protestanları Jakoben yönetim tarafından giyotine gönderilerek idam edilmiştir.
Üstelik yeni doğmuş bebekler ve çocuklar da bundan nasibini almış ve bir insanlık dramı yaşanmıştır.
Fransa ilkeyi diğer Avrupa ülkelerine de ihraç etmiş ve dini tümüyle yasaklamıştır.
Bugün hiçbir laik ülkede hiç kimsenin din sözcüğünü ağzına almasına izin verilmemektedir.
Bizim gibi ülkelerde de bu böyle idi; neyse ki şimdilerde mesela ben bu yazıda “din” sözcüğünü kullanabiliyorum çok şükür.
Batı ülkelerinin anayasalarında ve insan hakları belgelerinde “din ve vicdan özgürlüğü” yoktur, çünkü dine hiçbir şekilde izin verilmemektedir.”
Tekrar söyleyeyim “ironi” yapıyorum; gerçek düşüncem başka. (Bu arada önce ironi yaparak sanılardan kurtulma ve ardından diyalektik yöntemle gerçek bilgiye ulaşma Sokrates’in yöntemidir.) Gerçek düşüncem bilimsel bir analize dayanıyor.
Baştan sonuçları sıralayayım:
- “Demokrasi” ve “Cumhuriyet” birbirlerinden farklı kavramlardır. Bugün bu kavramlarla Batı demokrasilerini ve Batı Cumhuriyetlerini kastediyoruz.
- Demokrasi tarihsel olarak ilk defa Antik Yunan’da; Cumhuriyet tarihsel olarak ilk defa Roma’da ortaya çıkmıştır.
- Yunan’da demokrasi İ.Ö. 500 yılında Roma’da Cumhuriyet İ.Ö. 509 yılında ortaya çıkmıştır. Yani demokrasi ve cumhuriyet eş zamanlı olarak, karşılıklı etkileşimleri de olan iki ayrı toplumda yeşermiştir.
- Demokrasi ve cumhuriyet, çoğu kez zannedildiği gibi işletilmeleri kolay olduğundan tercih edilen rejimler değildir. Tam tersine her ikisi de çok sayıda kurum ve kurala sahiptir; bu kurum ve kurallar olmadığında kurulan rejimlerin adı demokrasi ve cumhuriyet birer addan ibaret kalır. Her iki rejimin işletilmesi de son derece zordur.
Laiklik ve hukuk devleti demokrasinin bileşenleri değildir ama laiklik ve hukuk devleti demokrasinin ta kendisidir. Bir başka anlatımla aynı devlet buradan bakınca demokratik devlet, oradan bakınca hukuk devleti, şuradan bakınca laik devlettir.
LAİKLİK VE HUKUK DEVLETİ DEMOKRASİNİN TA KENDİSİDİR
Önce demokrasi için Atina’ya, sonra cumhuriyet için Roma’ya kısa birer tur (Ama Roma Cumhuriyeti turu bir başka yazıya)…
Ama demokrasiyle ilgili iddialı bir önerme:Laiklik ve hukuk devleti demokrasinin bileşenleri değildir ama laiklik ve hukuk devleti demokrasinin ta kendisidir.
Bir başka anlatımla aynı devlet buradan bakınca demokratik devlet, oradan bakınca hukuk devleti, şuradan bakınca laik devlettir.
Laiklik ve hukuk devleti ilkeleri demokrasiden soyutlanamaz; bunlardan herhangi birinin sona ermesi tümünün aynı anda sona erdiği anlamına gelir.
Bu yüzden,“Ben demokrasiyi savunuyorum ama laikliğe karşıyım” ya da“Ben demokrasiyi savunuyorum ama hukuk devleti değil kanun devletini tercih ediyorum”
Biçimindeki cümlelerin bilimsel temeli yoktur ve olamaz.
Şimdi söylenenleri “demokrasi” yönünden ispatlamak için önce Antik Atina’ya yolculuk…
Atina’da demokrasi, hukuk devleti ve laikliğin birlikte gelişimi şöyle olmuştur: Demokrasi gelmeden önce Antik Atina eşitlikçi toplumsal yapıya sahip bir kabile toplumudur.Kabile üyeleri iş birliği ve işbölümü ilkeleri içinde ürettiklerini birlikte tüketmektedirler.
Üretilenin tümü tüketildiğinde kimsenin zenginleşmesi mümkün değildir.
Ürün miktarının artmasıyla birlikte oluşan fazlayı (artık ürün) birilerinin sahiplenmesi kaçınılmazdır.
Bu fazlaya kabile şeflerinin el koyması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü kabile şefleri hem aile reisleri olarak ürünü bölüştürme ve çeşitli ihtiyaçları gidermede öncülük etmektedir.
Bu dönemde son derece gelişkin bir “mitolojik düşünce” hâkimdir. Ancak mitolojik düşüncenin ya da efsanelerin toplumsal bir işlevi de vardır. Efsaneler insanların boş zamanlarını geçirmek için birbirlerine anlattıkları masallardan ibaret değildir.
Kıtlık, kuraklık, tufan, deprem, volkanik patlamalar, rüzgâr, kasırga gibi doğa olaylarının açıklanmasına ihtiyaç vardır.
Bu doğa olaylarına ilişkin ilk açıklamaları yapanlar aynı zamanda ilk bilim adamlarıdır. Ancak bilim adamlarının bu dönemde din adamlarına dönüşmesi uzun sürmeyecektir. Çünkü bu olayları açıklayabilme yeteneğinde olanların tanrılarla ilişki kurabildikleri ve bu yeteneklerinden dolayı olayları açıklayabildikleri düşünülmektedir.
O zaman bu ilk bilim ve din adamlarının kim olduğu sorusunun cevaplanması gerekir ve cevap basittir: Aile şeflerinden artık ürüne el koyanlar, bu efsaneleri de yaratanlardır. Bu efsaneler sayesinde kabile üyelerini kontrol altında tutmak mümkün olmuştur.
Bu şefler yarattıkları ideolojiyle bir taraftan kabilenin yönetim işini yürütürken, diğer taraftan kabilenin ayin işlerini yürütmüşlerdir.
Özetlemek gerekirse kabile şefleri kabilede ideolojik, dini, siyasal ve ekonomik üstünlüğü ele geçirmiştir.
Bunun doğal sonucu kabile üyeleri arasında çıkacak uyuşmazlıkların da kabile şefleri tarafından çözüme kavuşturulmasıdır. Ama nasıl? Henüz devlet yok, ceza yasaları yok, yasama organı yok.
İşte pratik bir çözüm: Mitolojik Tanrılar (Uranus, GeaOceanus, Hyperion, Coeus, Cronus, Crius ve Iapetus, Mnemosyne, Tethys, Theia, Phoebe, Rhea vb.) yaratmak ve onlara çeşitli işler yaptırmak.
Bugünkü terimlerle söylersek, dini siyasete alet etmek: Kabile şefleri kabile üyelerinin itaatini sağlamak ve onlara üstünlüklerini kabul ettirmek için bu Tanrılarla ilişki kurabildiklerini ve onlara kurban adayabildiklerini söylüyor ve bu amaçla yapılan dini ayinleri yönetiyorlardı.
Bu tanrılardan biri, bugün de adaletin simgesi olarak kullanılan elinde adaleti temsil eden teraziyle gözü bağlı kadın, yani Adalet tanrıçası “Themis”tir.
Tanrı Zeus’un Hera’dan sonraki ikinci karısı olan Themis çocuklarıyla birlikte mevsimlerin, yılların, sanatların düzenini sağlayan, yaşamla ölüm dengesini kuran bir Tanrıçaydı. Efsaneye göre öfkeli veya cezalandırıcı olmayıp kendisine yeteri kadar saygı gösterilmediğinde veya adaletsizlik yapıldığında sessiz kalır, ceza onun yerine, Themis’in Oceanus’tan olan torunu intikam tanrıçası Nemesis (Rhamnous) tarafından verilirdi.
Peki biz insanlar Themis’in adaletinin ne olduğunu ve adaletin ne söylediğini nasıl bilecektik? Cevap yine basit: Themis, adaletin ne olduğunu kabile şeflerine söyleyecekti. Bir başka anlatımla kabile şefleri bir tür peygamber idiler.
Kabile şeflerinin Themis’ten aktardıkları yasalara “Thesmoi” deniyordu. Themis’in thesmoilerini (yasalarını) kabile üyelerine aktaran şeflere “thesmotet” deniyordu (Themis, thesmoi, thesmotet arasındaki kök benzerliğine dikkat edilmelidir).
Kabile şefleri thesmotetler her olay için ayrı bir thesmoi uyduruyorlardı. Örneğin bir yoksul bir zenginin ağacından elma kopardığında, thesmothet thesmoi gereğince eli kesme cezası veriyor ama bir zengin yoksulun ağacından elma kopardığında ceza öngörmüyordu.
Zengin ve yoksul uçurumu büyüdükçe, kabile üyeleri thesmotetlerin adalet adına yaptıkları bu adaletsizliği sorgulamaya başladılar: Nasıl oluyordu da aynı Tanrıça aynı fiil zenginler tarafından işlendiğinde farklı, yoksullar tarafından işlendiğinde farklı cezalar verebiliyordu?
Bu sorgulamaların dozu artmaya başlayınca, soylular thesmoilerin olaydan sonra açıklanması yerine önceden ilan edilmelerine razı oldular.
Bundan sonra thesmothetler thesmoilerin ne olduğunu fiil işlenmeden önce yazılı olarak açıklayacak ve fiil kim tarafından işlenirse işlensin aynı yaptırıma tabi olacaktı.
Böylece “sözlü thesmoi” dönemi kapanıyor ve yerine “yazılı thesmoi” dönemi geliyordu.
Bu ilkel kabile döneminde hukukta yapılan bir devrim sayılabilirdi: İnsanlar şimdi hangi fiilin hangi cezaya çarptırılacağını fiili işlemeden önce biliyor olacaklardı. Bugünün terimleriyle bir tür hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkesi yaşam alanı bulmuştu. Böylece soylular artık herkesçe bilinen yazılı yasayı keyfi olarak yorumlama ve uygulama yetkilerini yitirdiler.
Ancak sorun tam anlamıyla çözülmüş sayılmazdı. Çünkü soylular thesmoileri yazılı olarak ilan ederken, sürekli olarak kendi lehlerine kurallar koyuyor ve ayrıcalıklı konumlarını güvence altına alıyorlardı.
Soyluların bu kadar çok olanağı kullanmaları, zamanla orantısız biçimde zenginleşmelerine ve güçlenmelerine neden oldu. Onların zenginleşmesi toplumun diğer üyelerinin yoksullaşması pahasına oluyordu.
Üretim arttıkça ve ticaret geliştikçe rekabet kızışıyor ve soylular küçük toprak sahiplerinin topraklarını ellerine geçirerek daha çok üretim ve ticaret yapmanın yollarını arıyorlardı. Bu amaçla bulunan yollardan bir tefecilikti. Küçük toprak sahiplerine üretim yapabilmeleri için yüksek faizlerle kredi veriliyor ve kredi zamanında geri ödenmediğinde toprağın gelirine el konuyordu. “Altıda bircilik” denen bu sistemde toprak sahibi işlediği toprağın ürününün altıda birini kendisine alıyor ve geriye kalanını borcu karşılığında alacaklıya ödüyordu. Bu yükümünü yerine getiremediğinde toprağı alacaklıya bırakarak “borç kölesi” olmayı kabul ediyordu.
Borç köleliği yurttaşlar için çok ağır bir yaptırımdı, çünkü kölelerin hayvandan hiçbir farkı yoktu; doğuştan köle olanlar köleliklerini kanıksasalar da, yurttaşlar bu durumu kabullenemiyorlardı.
Altıda bircilerin ve borç kölelerinin sayısının artması, soyluların daha da zenginleştikleri anlamına geliyordu.Ancak bu tehlikeli bir durumdu; toplumun çoğunluğu köleleşince bir toplumsal ayaklanma ihtimali giderek güçleniyordu. Bir ayaklanmayla soyluların yönetiminin devrilmesi halinde bütün varlıklar yağmalanabilirdi.
Nitekim 630'lu yıllara doğru, olimpiyat oyunları şampiyonu Kylon adında biri yoksul halkın da desteğini alarak darbe girişiminde bulundu. Kylon bir şenlik sırasında yandaşlarıyla birlikte bir baskın yaparak Akropolisi ele geçirdi. Buna karşılık tarla halkını yanına toplayan soylular, Kylon ve yandaşlarını kuşattılar; Kylon kaçmayı başardı ve yandaşları Athena Tapınağına sığındılar. Ancak açlığa daha fazla dayanamayıp dışarı çıkınca hepsi öldürüldüler ve Kylon ailesi ve yandaşları sürgün edildi; ölülerinin kemikleri bile mezardan çıkarılıp polisin sınırları dışına atıldı.
Tehlike atlatılmış gibi görünüyordu ancak herkes mevcut durumun artık sürdürülemez olduğunu kavramış durumdaydı.Keskinleşen sınıf savaşları sonunda ya bastırılamayan bir ayaklanma olursa ne olacaktı?
İşte bu düşünce Antik Yunanda hukuk devleti ve laiklik yönünde güçlü bir adım atmaya zorladı.İnsanlar adalet dağıtan bir Tanrıçanın adaletinin toplumu ne hale getirdiğini ve bu adaletin sürekli soyluların çıkarına işlediğini görmüşlerdi. Bu konuda ciddi bir yakınma vardı ve Kylon ayaklanması tehlikenin büyük olduğunu göstermişti.
Bu durumda soylular yeni bir çözüm önerdiler. Artık yasaları kendileri yapmayacaklardı. Atina toplumu tarihinde ilk defa toplumsal sorunlara çözüm arayan insan yapısı yazılı yasalara kavuşuyordu: Artık thesmoi dönemi kapanıyordu: Thesmoi yerine Nomoi dönemi başlamıştı. Yasalar Themisle bağ kurduğunu söyleyen thesmothetler tarafından değil, sorunları çözmek üzere atanan nomothetler tarafından yapılacaktı.
Halkın, hoşnutsuzluğunun bir ayaklanmaya dönüşmesini engellemek için ilk defa Drakon bir yasa yapıcı olarak görevlendirilmişti. Egemen sınıf soyluların, atalardan kalma sözlü yasaları kendi çıkarları doğrultusunda anımsama olanağı böylece artık ortadan kalkıyordu.
Drakon’un hazırladığı ceza yasası, ilkel klan geleneklerinin bir derlemesi olduğu için son derece sertti; sebze ve meyve hırsızlığı da dâhil olmak üzere en küçük hırsızlık ya da neredeyse diğer bütün suçlar ölümle cezalandırılıyordu. Bu nedenle Drakon’un yasalarını mürekkeple değil kanla yazdığı söylenmektedir. Bu yüzden Drakon yasalarını içeriği yönünden övmek mümkün değil.
Drakon’la başlayan Nomoi dönemi soyluların keyfi yönetimini bir noktaya kadar sınırlandırdığı için bir devrimi ifade ediyordu. Artık soyluların dedikleri değil, yasa koyucuların toplumsal sorunlara ürettiği çözümler yasa olacaktı. Yasa koyucular mevcut toplumsal sorunları dikkate alarak bunları çözmeye yönelik düzenlemeler yapacaktı.
NOMOİ DÖNEMİ VE SOYLULARIN KEYFİ YÖNETİMİNİN SINIRLANMASI
Ancak Drakon’la başlayan Nomoi dönemi soyluların keyfi yönetimini bir noktaya kadar sınırlandırdığı için bir devrimi ifade ediyordu. Artık soyluların dedikleri değil, yasa koyucuların toplumsal sorunlara ürettiği çözümler yasa olacaktı. Yasa koyucular mevcut toplumsal sorunları dikkate alarak bunları çözmeye yönelik düzenlemeler yapacaktı.
İlk olarak Drakon’a hazırlatılan yeni bir ceza yasası ile birlikte, thesmoi’nin yerini nomoi almış oluyordu. Siyasal yapı değişmemişti, ama siyasal iktidarın sınırları artık yazılı yasayla belirlenmişti.
Yeni dönemde yargıya ilişkin kararların yayınlanması zorunluluğu getirilmiş ve yasaların herkes için geçerli olduğu açıkça belirtilerek özgür kişiler arasında hukuksal eşitliğe doğru önemli bir adım atılmıştı. Böylece devlet otoritesi ile birey arasında doğrudan ilişki kurularak birey hukuksal bir kişilik kazanmıştı.
Taş tablalara kazınan yeni yasalar Agora'da herkesin görüşüne açılıyor ve halkın belli ölçüde bilgilenerek denetim yapması sağlanmış oluyordu.
Bu yasalar sorunu çözmeyince ve ayaklanma ihtimali güçlenince, sorunun analizini yapmak ve doğru çözümler yapmak üzere Solon nomothet olarak atandı. Solon demokrasiye gidecek yolun köşetaşlarını döşedi: İnsan hakları reformu yaptı ve bu kapsamda borç köleliğini tümüyle kaldırdı. Atina’nın kalkınması için önemli ekonomik reformlar yaptı. Yurttaşların siyasal yaşama katılmalarını düzenlemek için gelir durumlarına göre yurttaşlar sınıflara bölündü ve bu sınıflar oluşturulan siyasal kurumlara katılmanın esaslarını belirledi.
Solon’un reformları, Kliesthenes tarafından yapılan bazı eklemelerden ve kan bağına dayalı kabilesel örgütlenmenin tasfiyesinden sonra demokrasinin kurumsallaşmasıyla sonuçlandı.Şimdi ilk başta söyleneni bu tarihsel süreç üzerine oturtma zamanı…
Bir. Kabilesel örgütlenme döneminde Tanrılarla ilişki kurarak adalet dağıttıklarını söyleyen soyluların kendi çıkarlarına göre keyfi hukuk yaratma dönemi sona eriyor, yasalar atanan uzman yasacılar tarafından toplumsal sorunları çözmek amacıyla yapılıyordu. Bütün yurttaşlar önceden yayınlanan yasalar karşısında eşit hale geliyor ve hukuki güvenlik ilkesi yerleşiyordu. Bunun adı kabaca hukuk devletidir ve bu gelişme hukuk devletini yaratmıştı. Demokrasi döneminde yaşayan Demostenes bu konuda şunları söyleyecekti: “Büyük ya da küçük bir poliste oturan bütün insanların yaşamı doğa ile yasalar tarafından düzenlenir. Doğanın kuralsız olmasına ve kişiden kişiye değişmesine karşılık, yasalar ortaktır, düzenlidir ve herkes için birdir…Yasalar güzeli, doğruyu, yararlıyı amaç edinirler. Aradıkları budur; bu, bir kez bulundu mu, herkes için geçerli ve eşit bir genel kurala dönüşür; işte yasa olarak adlandırılan budur. Bu nedenden dolayı herkes ona uymalıdır. Üstelik her yasa, tanrıların bir buluşu ve armağanı olmanın dışında, bilge insanların koyduğu bir kuraldır ve herkesin yaşamını ona göre uyarlamasını gerektiren polisin ortak sözleşmesidir.”
Özet: Yasa anlayışındaki bu gelişmeler hukuk devletini yaratmıştır.
İki. Kabilesel örgütlenme döneminde yasalar mitolojik Tanrılara atfedilmiştir: Bu dönemde yasaların kaynağı gökyüzündeki Tanrılardır. Çünkü soylular bu yasaları Adalet Tanrıçası Themis’in bildirdiğini söylemektedirler. Nomothet atanmasıyla birlikte yasaların Tanrılarla bağı kesilmiş; yasa gökyüzünden yeryüzüne indirilmiştir. Artık yasalar Themis’e bakarak değil insanlar arasındaki sorunlara bakılarak çözülecektir. Toplumsal yasaların Tanrısal kaynaklı olmaktan çıkarılıp insan kaynaklı olmalarının adı laikliktir; Tanrının gönderdiği kurallar yerine insanların kendi aralarında anlaşarak yaptıkları yasalarla yönetilen devlet laik devlettir.
Özet: Yasa anlayışındaki bu gelişmeler laik devleti yaratmıştır.
Hem demokrasi, hem hukuk devleti, hem de laiklik Antik Yunan’daki aynı gelişmenin sonuçlarıdır ve bu kavramlar aynı şey olduklarından bunları birbirlerinden ayırmak tanım gereği olanaksızdır.
Üç. Demokrasi döneminde Drakon ve Solon gibi nomothetler tarafından yapılan yasaların yürürlüğe girebilmeleri için halk tarafından onaylanmaları gerekmiştir. Yasa yapımı teknik bir iştir ve halkın bu konuda uzman olması gerekmez. Bu yüzden yasalar nomothetlere hazırlatılmış ve halk tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiştir. Bunun anlamı halkın iradesinin ya da genel iradenin ya da milli iradenin yasalarda somutlaştığıdır. Bir başka anlatımla halk iradesini yasalarda belli eder. Halk kendi iradesiyle yaptığı yasalara göre yönetilmektedir. Bir başka anlatımla halk kendi kendisini, kendi yaptığı yasalarla yönetmektedir. Bunun adı demokrasidir.
Özet: Yasa anlayışındaki bu gelişmeler demokratik devleti yaratmıştır.
Sonuç: hem demokrasi, hem hukuk devleti, hem de laiklik Antik Yunan’daki aynı gelişmenin sonuçlarıdır ve bu kavramlar aynı şey olduklarından bunları birbirlerinden ayırmak tanım gereği olanaksızdır.
Kanıt mı?
Dünyadaki bütün demokrasiler.
Tarihte laik olmayan hiçbir demokrasi deneyimi yoktur; bugün de bulunmamaktadır.
Şimdi tersinden bir okuma yapalım.
Demokraside laiklik ilkesinin yerinin bulunmadığını söyleyenler bize aslında şunu söylüyorlar:“İnsanlar kendi yaptıkları kurallara göre değil Tanrı tarafından insanlara gönderilen Kutsal Kitaplardaki kurallara göre yönetilmelidirler.”
Onlara şu soru sorulabilir: “Her insan Tanrısı tarafından gönderilen Kutsal Kitap kurallarını kendisi okuyup anlayabilir ve yaşamına uygulayabilir mi?”
Verecekleri cevap şudur:“Hayır her insan bu kuralları anlayamaz; din adamlarının yani “ulema”nın koyduğu kurallara göre davranmak gerekir.”
Bu durumda şu soru sorulabilir:“Tanrı tarafından gönderilen Kutsal Kitap kurallarının “ulema” tarafından insanlara aktarılması ile Antik dönemde kabile şeflerinin Themis’in kurallarını insanlara aktarması arasında ne fark vardır?”
Günümüzde bu yetkiye sahip olduğunu söyleyen tarikat-cemaat liderlerinin yaşam standartlarının, tıpkı Antik Atina’daki kabile şeflerinin standartları gibi toplumun diğer üyelerinin standartlarından farklılaştığını görebilirsiniz.
Daha açık söylemek gerekirse, dini kuralları yorumlama yetkisi olduğunu söyleyenler, Antik dönemdeki kabile şeflerinin ayrıcalıklı konumunu talep edenlerdir; tıpkı antik kabile şefleri gibi dini kendi çıkarlarına alet etmek isteyenlerdir.
Laiklik ilkesinin demokrasiden dışlanması gerektiğini söyleyenler, demokrasiye de kesin olarak karşıdırlar. Çünkü bunlar halkın genel iradesinin somutlaşma aracı olan halk tarafından yapılmış yasalarla değil, gökyüzü referanslı kurallarla yönetimi istemektedirler. Halk hangi yasalarla yönetileceğine kendisi karar vermiyorsa, demokrasinin nasıl bir anlamı olabilir ki? Eğer seçimler yoluyla halkın iradesini belli ettiği ve bunun demokrasi olduğu söyleniyorsa, yukarıda demokrasinin gelişimi ile ilgili tarihsel süreci incelemelerini tavsiye ederim. Demokrasi hiçbir zaman halkın yöneticilerini seçtiği ama yönetileceği kurallar üzerinde söz sahibi olmadığı bir rejim olarak tanımlanmamıştır.
Bu durumda demokrasiden laiklik ilkesinin dışlanması gerektiğini söyleyenler hem demokrasiye hem de hukuk devletine karşıdırlar.Bu kişilerin bakmaları gereken yer demokratik düşünce değil Ortaçağ’daki teokratik devlettir. Tam adres: Ortaçağın başlangıcında Aerilius Augustinus’u okusunlar, düşüncelerinin ne kadar örtüştüğünü görecelerdir. Augustinus’un, “bilmek için önce inanmak gerekir” biçimindeki ilkesi kendilerinin “İslam teslimiyet dinidir, akıl dini değildir; bilmek için önce inanmak, teslim olmak gerekir” biçimindeki anlayışıyla tümüyle örtüşmektedir. Ama bu düşüncenin kabul görmesinden sonra Avrupa “karanlık” olarak nitelenen “Ortaçağa” girmiştir. Dolayısıyla bize önerilen Ortaçağ’ın feodal ayrıcalıklara dayalı düzenidir. Bu düşünceye onay vereceklere Ortaçağ düzenini ayrıntılı olarak incelemelerini tavsiye edeceğim.
Bir başka yazıda kavramlar arasındaki aynı ilişkiyi Roma üzerinden Cumhuriyet ile ilgili olarak kuracağım.[1]
---
[1] Aristoteles. Atinalıların Devleti. Çeviren Suat Yakup Baydar. İstanbul: Cumhuriyet, 1998;
Mehmet Yetiş. «Antik Atina'da Demokrasinin Gelişimi: Soloncu Pasif Devrimden Peisistratos'un Tiranlığına.» SBF Dergisi 54, no. 2 (Nisan-Haziran 1999): 163-197;
Alaeddin Şenel. Siyasal Düşünceler Tarihi: tarihöncesinde ilkçağda ortaçağda ve yeniçağda toplum ve siyasal düşünüş. Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, 1982;
Akın, İlhan. Kamu Hukuku: Devlet doktrinleri, Temel hak ve özgürlükler. İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1983;
Mehmet Ali Ağaoğulları. Kent Devletinden İmparatorluğa. Ankara: İmge Yayınevi, 1994;
Coulanges, Fustel De. Antik Site: Yunan'dan Roma'ya Kadar Tapınma, Hukuk ve Kurumlar. Çeviren İsmail Kılınç. Ankara: Epos Yayınları, 2011;
Diakov, V., ve S. Kovalev. İlkçağ Tarihi. Çeviren Özdemir İnce. Ankara: Verso Yayınları, 1987;
Thorley, John. Athenian Democracy. Londra ve New York: Routledge, 2004.
Yorum Yazın