Kültürel toplulukların kimlik ve duyarlılık farkları derin fay hatlarıyla ayrılmış olarak Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e intikal etmiş ve bu içerikte varlıklarını sürdürmüşlerdir. Söz konusu farklılıklardan türeyen değerler ve kimlikler ise zaman zaman önemleri artarak gerilim ve çatışma nedeni olmuşlardır.
GİRİŞ: KURULUŞ VE DEF’İ
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun yüzüncü yılını 29 Ekim 2023’te idrak ediyor. Cumhuriyet’in -bu sürece başladığı koşulları düşünecek olursak- bir hayli yol almış olduğunu önermek için bir hayli neden var. 1911’de Libya’da başlayan, 1912-1913’te Balkanlar’da, 1914-1918 arasında Birinci Dünya Savaşı ile devam eden ve 1920-1922 arasında da Kurtuluş Savaşı ile biten muazzam bir siyasal mücadele süreci sonunda, Lozan Antlaşması ile 24 Temmuz 1923’te yıkılan bir imparatorluğun yerine kurulan bir ülkeden söz ediyoruz. Bu süreçte, tıpkı yıkılan Rusya, Avusturya-Macaristan gibi Avrupa imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da, 1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından alınan iki kararla saltanatı kaldırdı.
Zaten Birinci Dünya Savaşı Britanya dışında hemen hemen tüm imparatorluklara son vermiş, İkinci Dünya Savaşı da başta Britanya olmak üzere kalan imparatorlukları sonlandırmıştır. Bu süreçten çıkan birçok devlette olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, onun en belirgin ana yurdu olan Anadolu ve Trakya’nın doğusunu içine alan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.Türkiye Cumhuriyeti, ulusal egemenlik ilkesine dayalı bir siyasal sistem öngörmesine karşın, kurulduğu anda ulus bilinci henüz toprakları üzerinde yaşayan bireylerinin anladığı, kavradığı veya paylaştığı bir ülkü ve olgu değildi. 1860’da İtalyan milliyetçileri İtalyan birliğini ve İtalya’yı kurduklarında onun için söyledikleri[1]
Türkiye için de söylenebilecek durumdaydı. Çok büyük bir travma geçirmiş, arka arkaya girdiği savaşlarda yenilmiş, toprakları savaşı kazanan ülkeler tarafından işgal edilmiş, ağır bir savaş sonrası yaptırımlarına uğramış, gerek insan gerek maddi kaynakları pek zayıf olan bir durumda olan ülke topraklarında[2] aynı anda yeni kurulan Türkiye devletinin toprak bütünlüğünü korumak, ulus-devlet ve ulus bilinci yaratmak, salgın hastalıkları sonlandırmak, nüfusu besleyecek tarımsal üretiminin önemli bir kısmını geriye kalabilmiş olan kadın emeğini kullanarak yapmak, Osmanlı borçlarını ödemek gibi zorluklar ve sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Unutulmamalıdır ki Lozan Antlaşması’yla ülkenin güney sınırları da belirlenmemiştir.[3] Üstelik bu sınırların güneyindeki komşular Türkiye gibi yeni kurulan devletler olmayıp Irak’ta Britanya, Suriye’de de Fransız manda rejimleri olmuştur. Yeni kurulduğunda Cumhuriyet’in güney komşuları olan Britanya ve Fransa’nın yanı sıra, “On İki Ada” dolayısıyla güney batıda İtalya, doğuda ise Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın bağlı olduğu Sovyetler Birliği diğer komşuları olmuştur İki savaş arası dönemin en büyük ve en revizyonist olma eğilimindeki devletlerinin, Almanya dışındaki neredeyse hepsi Türkiye’ye komşusudur. Onun için ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasını sağlayacak bir dış politika hayati, varlık meselesi olabilecek vahamette bir güvenlik sorunudur. Bu büyük def’i karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün geliştirdiği statükoyu ve uluslararası hukuku ve onlardan doğan hakları savunan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” dış politikası 1920’lerden itibaren, başlayan iç isyanlarla da birlikte düşünüldüğünde, en önemli ve hassas bir dış ve iç güvenlik unsuruna dönüşmüştür.
Dış siyasetteki manzara buyken iç siyasette ise durum bu güvenlik sorununun uzantısı olarak Şeyh Sait Ayaklanması (1925) olarak bilinen ve o zaman il olan Genç’te ortaya çıkan Naksibendi-Kürt isyanı, iç politikadaki temel sorun veya meydan okumaları göstermesi açısından bir hayli önemlidir. Buna ilaveten 1926’da önlenen İzmir Suikastı girişimi de aynı güvenlik veya yeni sistemin var oluş sorununun bir tezahürü görüntüsündedir. Bu gelişmeler, Cumhuriyet döneminde Osmanlı toplum yapısı ve siyasetinden miras kalan önemli toplumsal fay hatları üzerinde ortaya çıkmaktaydı. Osmanlı toplumunda, yüzyıllardır olduğu gibi Sünni mutekit değer ve duyarlılıklar tahrik edilerek kitlesel siyasal hareketler oluşturulduğu gibi, etnik kimliklerden, özellikle Kürt kimliği kullanılarak, Cumhuriyet hükümeti tarafından oluşturulmaya çalışılan Türk ulusu fikri ve uygulamalarının sorgulanması ve dirençle karşılaşması mümkün olabilmekteydi.
Ayrıca, 1500’lerin başından beri süren Sünni-Alevi mezhep farklılıklarının da siyasal sonuçları olabilmesi her zaman mümkündü. Gelinen noktada Osmanlı toplumunun kültürel kimlikler üzerinden ayrışmış toplulukları olduğu gibi Cumhuriyet Türkiye’sine intikal etmişlerdir. Bunlardan azınlıklar, Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan antlaşmalar sonucu yapılan mübadeleler veya Lozan öncesi dönemde yaşanan çatışmalar ve kanlı hesaplaşmalar sonucunda yer değiştirerek önemlerini yitirmişlerdir. Geri kalanlarıysa Cumhuriyetle ciddi sorunları olabilecek kapsamda bir öneme sahip olmamışlardır. Kültürel fay hatlarıyla Sünni mutekit–Alevi ve Sünni mutekit-seküler ayrımları, etnik olarak da Kürt ve Türk ayrımı önemini yüz yıl boyunca sürdürmüşe benzemektedir.
Dolayısıyla vurgulamak gerekir ki bu kültürel toplulukların kimlik ve duyarlılık farkları derin fay hatlarıyla ayrılmış olarak Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e intikal etmiş ve bu içerikte varlıklarını sürdürmüşlerdir. Söz konusu farklılıklardan türeyen değerler ve kimlikler ise zaman zaman önemleri artarak gerilim ve çatışma nedeni olmuşlar ve eğitim, sağlık, istihdam gibi birçok alanda yapılan uygulamalardan etkilenerek çatışmaya dönüşebilen bir kulturkampfı oluşturmuşlardır (Kalaycıoğlu, 2012).
Din, ırk ve emel olarak hayatı paylaşan Anadolu ve Trakya halkının oluşturduğu “ulus” olarak vatan (toprak) esaslı bir ulusçuluk fikri de cari ulusçuluk fikirlerine eklenmiştir. Bu dini, etnik ve vatan esaslı ulusçuluk ülkülerinin Cumhuriyet’in başından itibaren farklı toplulukları cezbettiği, onları birleştirdiği gibi, toplumun geri kalanını da din (Sünni mutekitler) ve başka etnik topluluklar (Kürtler) olarak ayrıştırdığı görülmüştür.
SİYASAL HAYATTA OSMANLI MİRASI VE SÜREKLİLİK
Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı siyasal hayat ise imparatorluğun siyasal yapısına egemen olan merkeziyetçi geleneksel (patrimonyal) iktidar yapısı uygulamasıyla birlikte, askeri bir üst sınıfın elinde bulunan ve gücü kullanan bir merkez ile toplumun geriye kalan, görece güçsüz ama üretim yapan, vergi veren, askere gidip savaşıp ölen reayadan (teb’a) oluşan taşra (kenar) olarak birbirini dışlayan iki kesimden oluşan bir yapıdan meydana gelmekteydi (İnalcık, 1964; Mardin, 1969; Mardin, 1973). Bu siyasal sistem kurgusu, Osmanlı’nın 18. yüzyıldan itibaren modern bir ordu ve kamu idaresi kurma çabalarıyla karşılaştığında önemli siyasal sonuçları olan bir karşıtlık ve çatışmaya yol açmıştır.
Osmanlı sistemi, dünya ticaret sahasının 16. yüzyılda Doğu Akdeniz merkezli yapısının değişip Kuzey Atlantik merkezli bir hal almasına uyum sağlayamamıştır. Aynı zamanda dini alanda Avrupa’da yaşanan Reformasyon hareketinin yol açtığı sekülerleşme ve onun neticesi olan bireysel özgürleşme ve bilimdeki büyük gelişmelerin yaşanmasını da Osmanlı İmparatorluğu fark etmemiş veya dikkate almamıştır. Nihayet 1760’larda başlayan Sanayi Devrimi ve onun hemen öncesinde başlayan tarımsal üretimdeki modernleşmenin de Osmanlı İmparatorluğu’nda anlaşılmadığı veya izlenmediği görülmemektedir.
Ancak Osmanlı orduları, Avrupa’da Avusturya-Macaristan ve Rus orduları ile tutuştukları savaşları arka arkaya kaybederek Osmanlı’nın büyük ve mümbit toprak kayıplarına uğramasıyla bu gelişmelerin, askeri sevk, idare ve stratejilerdeki neticelerini yaşayarak görmüşlerdir (Berkes, 1998: 71-97).
Artık Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıldan itibaren bir “varlık-yokluk savaşı” içine girmiştir. Bundan kurtulmak için hızla ordularını çağdaş hasımlarıyla aynı kapasite ve güce ulaştırmak zorunda olduğunu kavramış ve hemen askeri reform ve modernleşme çabaları içine girmiştir. Bununla birlikte imparatorluğun Orta Çağ ordu düzenini terk edip çağdaş bir düzene geçmesi neredeyse yüz yıldan fazla süren bir süreç olmuştur. Bu değişim sırasında askeri eğitim, kurumsal yapı, mali gereksinim ve düzenlemeler dolayısıyla büyük bir zihniyet değişimi ortaya çıkmıştır. 1826’daki Vaka-i Hayriye’nin sonunda Yeniçeri ilga edilip yerine çağdaş bir ordu kurulmaya başlandığında Fransız genel kurmayından ve subaylarından yararlanılmıştır. Fransızca da eğitim gören yeni subay sınıfı öncelikle pozitif bilimler konusundaki eğitimleriyle Yeni Çağ’a hızlı bir giriş yaptıkları gibi; Fransız edebiyatı, tarihi, felsefesi, milliyetçilik, sosyalizm v.b. konularla da tanışmaya ve onları tartışmaya başlamışlardır. Kısa sürede odak noktası pozitif bilim olan, bu dünyada olan olayları bu dünyanın fiziksel, biyolojik, kimyasal etkenleri ve değişkenleriyle anlayan ve açıklayan bir düşünce sistemi geliştirmeye de başlamışlardır. Böylesi bir süreç içinde olan askerlere zamanla mülki erkan da eklenmiştir. İlgili toplumsal entite de, kısaca İyi Toplum İmgesi olarak ifade edeceğimiz pozitif bilime, rasyonel düşünmeye dayalı yaşamı anlamak, anlamlandırmak, kurgulamak ve yaşamak suretiyle bir “seküler zihniyet devrimi” geçirmiş ve Osmanlı’nın Merkezi’nde yer alan bir diğer sınıf olan İlmiye ile ayrışmışlardır. Merkezinde geleneksel yaşantı biçimi olan Sünni mutekit ve muhafazakâr düşünceye dayanan İlmiye sınıfının Askeri ve Mülki sınıfta görülen bu değişikliklere tepkilerinin ortaya çıkması ise çok sürmemiştir. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren oldukça gerilimli ve çatışmacı hale gelen bu modern (seküler)-geleneksel (Sünni mutekit) dünya görüşü ve yaşam tarzı ayrışma ve çatışmaya, geçmişten devralınan dinler (milletler) arası, Müslüman milleti içinde mezhepler arası ayrışma ve çatışmalar da eklenmiştir.
Yine 19. yüzyılda Balkanlar’da başlayan, Rusya’dan kaçan veya kovulan Türk düşünürlerle gelişen, Avrupa’ya öğrenci göndermekle yeni bir boyut kazanan Türk ulusu fikri ve ulusçuluk fikriyatı ile birlikte toplumda yeni ayrışma ve çatışma alanları açılmıştır. Dini milletlerin geliştirdikleri ulus bilinci bir tür “dini ulusçuluk” veya “dini milliyetçilik” olgusu olarak Balkanlar’da yayılmış, adeta her kilise bir devlet kurmak için çalışma ve mücadeleye başlamıştır. Rusya’dan gelen Türk milliyetçileri ise daha çok etnik veya ırk temelli bir ulusçuluk fikri geliştirip yaymışlar, özellikle 20. yüzyılın başından itibaren etkili olmuşlardır. Bu dini ve etnik ulusçulukların yanına, Kurtuluş Savaşı’na giden yolda Misak-ı Milli sınırları içinde “kendi kaderini kendi tayin etmek” hakkını savunan bir siyasallaşan halk (ulus) fikri şekillenmeye başlamıştır.
Din, ırk ve emel olarak hayatı paylaşan Anadolu ve Trakya halkının oluşturduğu “ulus” olarak vatan (toprak) esaslı bir ulusçuluk fikri de cari ulusçuluk fikirlerine eklenmiştir. Bu dini, etnik ve vatan esaslı ulusçuluk ülkülerinin Cumhuriyet’in başından itibaren farklı toplulukları cezbettiği, onları birleştirdiği gibi, toplumun geri kalanını da din (Sünni mutekitler) ve başka etnik topluluklar (Kürtler) olarak ayrıştırdığı görülmüştür.Bu kültürel-siyasal ayrışmalar toplumda kök salıp kurumsallaşırken, siyasette siyasal iktidarı elinde tutan bir üst askeri-mülki zümre olarak Merkez ile geri kalan ve kırsal ağırlıklı Taşra görüntüsü devam etmiştir (Mardin, 1973). Tek parti döneminde, tıpkı daha önce Osmanlı siyasal sisteminde olduğu gibi Merkez’den yayılan yeni uygulamalar, reformlar, programlar, politikalar Taşra’da aynı ilgi ve yaklaşımla karşılanmışa benzememektedir. Kentler büyük ölçüde Cumhuriyet hükümetlerinin ilerletmeye çalıştığı modernlik ve sekülerleşme hamlelerine destek verirken, kırsal kesimin ya bunlardan fazla haberi olmamış ya da tıpkı 18. yüzyıldan beri yaptıkları gibi bir tutum içinde bu gelişmeleri pek de etkilenmeden uzaktan izlemeyi sürdürmüşlerdir.
Okuma-yazma seferberlikleri, Halk Evleri, sonraları Köy Enstitüleri gibi girşimler bir ölçüde etkili olsa da başarıları o günün yol ağlarının elverdiği ölçüde nüfuz edilebilen taşra kesimleri 1950’lere kadar kentler dışında mütevazi bir pozisyonda kalmışlardır.
1950’lerde başlayan karayolları yapımı ivmesiyle ile birlikte merkezi yönetimin taşraya nüfuzunun artmasına karşın, bu kez de kırsal nüfus kendi iç bağlamı etrafında hareketlenmiş ve giderek artan sayı ve oranda 20. yüzyılın sonuna kadar başta büyük kentler olmak üzere kentlere göçmüştür. 1950’de kentteki seçmen oranı %25 iken 1990’da %60’a dayanmış, 2020’lerdeyse %80’i geçmiştir. Kırsal Taşra hızla küçülmüş, kentsel ve özellikle kent yoksullarıyla dolu bir yeni Taşra veya Kenar, Türk siyasal hayatına damgasını vurmuştur.
Bu süreç içinde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devam eden Merkez–Taşra ayrışması ve çatışması içerikli siyasette önemli bir değişiklik oluşmaya başlamıştır. Demokratikleşme ve oy hakkının tabana yayılmasıyla birlikte Taşra’nın temsilcisi olan siyasi hareket, parti ve siyaset erbabı Merkez’deki temel yapı ve kurumlar içinde giderek artan bir ölçüde söz sahibi olmaya başlamış; onları dönüştürerek, aşındırmış ve onlara egemen olan bilimsel ve seküler düşünce ve çalışma esaslarını da zayıflatmıştır.
SOĞUK SAVAŞ VE TOPLUMSAL SEFERBERLİK
Bu sosyo-demografik değişim, hem 1945 sonrasında ortaya çıkan demokratikleşme hem de hızlı sanayileşme ile birlikte yürümüştür. Bu sosyo-ekonomik değişme ortamından etkilenen siyaset de dini, seküler, mezhebi, etnik ayrışma ve çatışmadan çok sosyo-ekonomik değişme, kalkınma, yeni sosyal sınıflaşma, onların hakları, özgürlükleri ve çatışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Soğuk Savaş boyunca süren bu olgu, siyasal hayatta sosyal sınıflar kadar sol ve sağ zihniyet ayrışımı ve çatışmasını gündemde tutmuştur.
Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla birlikte de dünyada sosyalizm ve solcu zihniyette ortaya çıkan erozyon sonucunda tekrar kültürel değerler, memler, simgeler üzerinden düşünerek siyasete yönelen kitleler ortada görünmeye ve son otuz yılda da güçlenmeye başlamışlardır. Türkiye de bu açıdan bir istisna olmamıştır. Önce “etnik ulusçuluk” akımları arası çatışmalar, 1984’te başlayan PKK saldırılarıyla birlikte ortaya çıkmış, bunu 1990’lı yıllarda çeşitli Sünni mutekit değerleri savunarak siyasette yol almaya başlayan İslamcılık Cereyanı hareketleri ve siyasal partileri izlemiştir. 1990’lardan itibaren Türkiye, kültürel değerler ve kimlikler üzerinden ayrışan ve çatışan siyasal partiler ve seçmenler ülkesi haline dönüşmüş, siyasette bir kültürel mücadele ortamı, teknik tabiriyle bir kulturkampf yaşanmaya başlamıştır.
Bu süreç içinde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devam eden Merkez–Taşra ayrışması ve çatışması içerikli siyasette önemli bir değişiklik oluşmaya başlamıştır. Demokratikleşme ve oy hakkının tabana yayılmasıyla birlikte Taşra’nın temsilcisi olan siyasi hareket, parti ve siyaset erbabı Merkez’deki temel yapı ve kurumlar içinde giderek artan bir ölçüde söz sahibi olmaya başlamış; onları dönüştürerek, aşındırmış ve onlara egemen olan bilimsel ve seküler düşünce ve çalışma esaslarını da zayıflatmıştır. Bu kurumların 2010’lardan itibaren etkileri hemen tamamen ortadan kalkmış, Merkez-Taşra ayrışması ve çatışması tarihteki yerini almıştır. Onun yerine tüm çıplaklığıyla kulturkampf siyaseti egemen olmuştur (Kalaycıoğlu, 2012). Artık iktidarda milleti ve milli iradeyi temsil ettiği savını ileri süren ve özellikle seküler ve pozitif bilim karşıtlığı, hatta kindarlığını savunan bir siyasal kadro egemen olmuştur.
1982 yılında yapılan anayasa ile oluşturulan yarı-parlamenter içerikteki siyasal rejim, önce 21 Ekim 2007 halk oylamasıyla yarı-başkanlık rejimine, bilahare 16 Nisan 2017 yılında yapılan son halk oylamasıyla da neo-patrimonyal sultanizm içerikli bir başkancıl rejime dönüştürülmüştür. Halk oylamasından alınan destekle de demokrasi yerine seçimlerin içeriği adil ve özgür olmayan bir niteliğe döndürülerek ne demokrasi ne tam otoriter olmayan, tek seçilmiş liderin kişisel takdirine göre siyasal karar üretilerek yönetilen melez (hybrid) bir siyasal rejim uygulamasına geçilmiştir. Kenar’ı temsil eden ve onun kültürel değer, kimlik ve memlerine dayalı siyaset yapanların egemenliğinde bir yeni siyasal rejim altında Cumhuriyet 2023’e ulaşmıştır.
1982 yılında yapılan anayasa ile oluşturulan yarı-parlamenter içerikteki siyasal rejim, önce 21 Ekim 2007 halk oylamasıyla yarı-başkanlık rejimine, bilahare 16 Nisan 2017 yılında yapılan son halk oylamasıyla da neo-patrimonyal sultanizm içerikli bir başkancıl rejime dönüştürülmüştür.
TÜRKİYE: SİYASAL REJİMİNİ ARAYAN ÜLKE
Türkiye, yüz yılda birçok siyasal rejim değiştirmiş, bir türlü İyi Toplum İmge’sini kurumsallaştıramamış bir görüntü sergilemiştir. 1920 ile 2023 arasında 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları ile dört anayasa değiştirmiştir. 1924 Anayasası hem yasama üstünlüğünde tek parti hem de yasama üstünlüğünde çoğunlukçu (majoritarian) çok parti uygulaması olarak iki farklı siyasal rejime sahip olmuştur. 1982 Anayasası ile de hem yarı-parlamenter çok parti (1982-2014), hem yarı-başkanlık (2014-2018), hem de neo-patrimonyal sultanizm melez siyasal rejimi (2018-…) uygulayarak ülke, yüz yılda toplam da yedi farklı siyasal rejimle yönetilmiştir.
Bu değişiklikler sırasınca önce kültürel kimlik ve değerler üzerinden ilerleyen bir ayrışmadan etkilenen ve Osmanlı’dan devralınarak Merkez-Taşra şeklinde yarışmış bir siyasal sistem yapısıyla tek parti ve çoğunlukçu parlamenter çok parti rejimleri ile yönetim söz konusu olmuştur. 1924 Anayasası yönetimi boyunca tek parti hakimiyeti ve egemenliği eğilimi belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Siyasal iktidarı tek parti ve liderinin elinde toplayan gayet merkeziyetçi bir yönetim geleneği, Osmanlı’dan devralındığı gibi sürmüştür. İktidarı tek elde, hatta tek liderin elinde toplama eğilimi de, iktidarı hiçbir biçimde siyasal yapılar arasında, örneğin yürütme-yasama-yargı gibi yatay, merkezi hükümet-belediyeler gibi dikey olarak paylaşma veya paylaştırmada da başarılı bir gelişme söz konusu olmamıştır. Bu çoğunluk desteğine dayalı tekil lider/parti hegemonyası eğilimi altında ülke sık sık tek parti rejimine doğru sürüklenmiş, yapılar arası denetleme ve denge, sınırlı hükümet, seçmene ve onun temsilcilerine etkili hesap verme gibi demokrasi uygulamaları hiçbir zaman etkili ve uzun dönemli olarak gerçekleşememiştir.
1961 Anayasası rejimiyle getirilen çoğulcu çok parti rejiminde siyasal yapılar arası denetim ve denge, özellikle Senato ile yasama içinde, Anayasa Mahkemesi gibi bir yapıyla yargı içinde ve çeşitli özerk kurumlarla yürütme içinde sağlanmaya çalışılmıştır. Bu düzenlemeler sağ siyasetçiler tarafından kendilerinin Taşra’dan temin ettikleri oylarla yasama çoğunluğuna dayalı merkezi ve mutlak iktidar kurma olanakları ellerinden alındığı yorumuyla, yargı vs. bürokratlar ve akademisyenlere tanınan hukuki ve idari vesayet olarak yorumlanarak belli bir dirençle karşılanmış ve 1990’lardan itibaren değiştirilmek için adeta savaş açılmıştır. ABD, Kanada, Batı Avrupa, Uzak Asya ve Okaynusya’da çağdaş demokrasinin denge ve denetleme kurumları ve sınırlı hükümet uygulamaları Türkiye’de kabul edilemeyecek idari vesayet uygulamaları olarak takdim edilerek, katıksız seçmen desteğine dayalı, mutlak iktidar sahipliği ve sınırsız hükümet erki demokrasi olarak takdim edilmiş, tüm çağdaş demokrasi uygulamalarının önü tıkanmaya çalışılmıştır. Aynı cümleden olarak, koalisyon hükümetleri de bir istikrarsızlık kaynağı, yönetim zafiyeti olarak takdim edilerek çalıştırılmamak için büyük gayret gösterilmiştir. Bunun bedeli ise, her anayasal yeni rejim altında demokrasi dışına çıkarak, merkezi, mutlak, kişisel ve keyfi bir siyasal iktidar uygulaması üretmek teşebbüsü olmuştur. 2017 yılında bunun en uç biçimlerinden bir tanesi başarılarak ülke demokrasi olmayan bir melez rejime sahip kılınmıştır.
Yüz yıllık siyasal değişim süreci tek partileşme, otoriterleşme, zaman zaman iyice artan usulsüzlük, hukuksuzluk ve yolsuzluk vakaları ve sürekli yeni, kurtarıcı siyasal lider arayışı, iyi yönetim talebi ve ona bağlı olarak yeni anayasa ve siyasal yasalar arayışı ile geçmiştir.
Yüz yıllık süreçte ortaya çıkan hiper merkezi bir yönetim biçimi, tek elde toplanan ve her türlü toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda denetimsiz ve sınırsız kullanılan müthiş bir siyasal iktidar birikimi, tek bir liderin kişisel takdirine göre üretilen siyasal kararlar, hesap sorulamayan yürütme, kağıt üstünde kalan denetim ve denge yapıları ve uygulamaları ve bunların neticesinde ortaya çıkan çeşitli yoksullaşma, yolsuzluk, özellikle kişiselleşen siyasal karar alam süreçleri nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarının, başta yasama organı, özerk yürütme kurumları olmak üzere yozlaşmasına yol açmıştır. Bu gelişmelere verilen tepkilerden oluşan muhalefete de tahammülsüzlük gösterilerek geniş çaplı yasaklamalar ve tutuklamalarla birlikte söz konusu rejimin demokrasi karnesi daha da sorunlu bir hale dönüşmüştür.Bu gelişmeler ve sorun yumaklarının doğurduğu tepki ve huzursuzluklar, onların tetiklediği reform çağrılarına, siyasal kurum ve uygulama değişiklikleri taleplerine yol açmıştır.
Ara ara değişen anayasa ve siyasal rejimler aracılığıyla öngörülemezlik, belirsizlik ve siyasal istikrarsızlık adeta bir kural olarak yerleşmiştir. Yüz yıllık siyasal değişim süreci tek partileşme, otoriterleşme, zaman zaman iyice artan usulsüzlük, hukuksuzluk ve yolsuzluk vakaları ve sürekli yeni, kurtarıcı siyasal lider arayışı, iyi yönetim talebi ve ona bağlı olarak yeni anayasa ve siyasal yasalar arayışı ile geçmiştir.Bu süre zarfında uluslaşma ve ulusal bütünleşme konusunda bir hayli yol alınmış olmakla birlikte (Rustow, 1970), henüz ulus oluşturma projesinde tam bir başarı elde edilebilmişe benzememektedir. Bugün dahi, “Türk kimdir; Türklük bir ırk mıdır yoksa siyasal bir kimlik midir?” türünden sorular tartışılmaya devam etmektedir.
Seküler yaşantı ve bilimsel bilgi, yüz yıl öncesiyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde genel kullanıma sahip olsa bile, özellikle dinin gayet ortdoks, mütedeyyin Sünni yorumlarının geniş kitleler üzerinde etkili olmaya devam ettiği ve daha da yaygınlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Özellikle kadın ve çocukların yaşantı, özgürlük ve haklarını tehdit eden bu girişimler toplumdaki seküler-mutekit Sünni ayrımını da Alevi-Sünni ayrımını da canlı ve siyaseten etkili kılmaya devam etmiştir.Kültürel kimlik, değer ve memlerin kullanılmasıyla oy devşirilmesinin, hala en başarılı yöntemlerden birisi olmaya devam ettiğini en son Mayıs 2023 seçimlerinde bir kez daha görmüş olduk. Seçmen seferberliğinde kulturkampfın oynadığı rolü icra eden başka hiçbir temel etken mevcut değilmiş gibi durmaktadır. Kültürel ayrışma üzerinden yaratılan korku, sanrı, tehdit ve algılar, ne derecede gerçek olurlarsa olsunlar, seçmen davranışı üzerinde gayet etkili olmaya devam ediyorlar.Bu toplumsal yapı aynı zamanda kişilerarası güvenin, hoşgörünün, ortaklaşmanın oldukça sığ ve insan sermayesinin de pek kıt olduğu bir içerikteymiş gibi görünüyor (Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu, 2009).
Aynı zamanda, bu ortam bir yandan yabancı düşmanlığı, ırkçılık, şovenlik gibi duyguları canlı tutarken diğer yandan her türlü genel kurala olan saygıyı ve duyarlılığı yok eden bir anomi geliştiriyormuş gibi manzara arz etmektedir (Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu, 2009).
Bu durumda toplumsal bütünleşme, ulusal birlik ve bütünlük de zora girmektedir. Mayıs 2023 seçimlerinin ortaya koyduğu manzaraya bakarsak, ideolojik ortam tam bir parçalanmışlık ve bölünmüşlük görüntüsünde olup, eğer bundan hızla ayrılmak mümkün olmazsa, bir arada ortak bir emeli paylaşarak yaşamanın, Kurtuluş Savaşı’ndan yüz yıl sonra daha da olanaksızlaşacağını düşünmek hiç de zor olmasa gerek (Kalaycıoğlu, 2023).Kısaca özetlemek gerekirse, son yüz yılın değişim süreci devri olarak ortaya çıkan yeni bir anaysa ve yönetim-bunalım-reform ve onun ürettiği yeni yönetim-bunalım ve reform gereksinimi üreten içinden çıkılmaz bir devri anlatan siyasal yozlaşma (political decay) döngüsünü andırıyor. Bundan sonraki yüzyılda böylesi bir siyasal devir sürecinin kırılıp bir siyasal gelişme süreci yaşanması mümkün olabilecek midir? Zannederim bugün gelinen noktada en fazla yanıtı aranması gereken soru bu olacaktır. Bugünün kulturkampf ortamında bu sorunun yanıtını bulmak zor olsa da bugüne kadar yapılanların ürettiği sonucu biliyoruz. Aynı yanlışları tekrar ederek, aynı sonuçlardan başka hiçbir şey elde edemeyiz. Artık çatışma yerine uzlaşı ve bir arada yaşama koşullarını barışçıl bir ortamda aramak ve buna temel olacak bir hukuk devleti ve demokrasi modeli üzerinde uzlaşmayı denememize sıra gelmişe benziyor.
KAYNAKÇA
Berkes, Niyazi (1998) The Development of Secularism in Turkey, (London, U. K: C. Hurst & Co.).
Çarkoğlu, Ali & Kalaycıoğlu, Ersin (2009) The Rising Tide of Conservatism in Turkey, (New York, N.Y: Palgrave Macmillan, 2009).
İnalcık, Halil (1964). “The Nature of Traditional Society in Turkey”. Ward, R. E. & Rustow D. E. Rustow (eds.). Political Modernization in Japan and Turkey (Princeton, New Jersey, Princeton Univ Press) : 42 - 63.
Kalaycıoğlu, Ersin (2012) “Kulturkampf in Turkey: The Constitutional Referendum of 12 September 2010,” South European Society and Politics, vol. 17, no. 1: 1 – 22.Killinger, Charles L. (2002). The History of Italy. (Connecticut, USA, Greenwood Press).
Mardin, Şerif (1969) “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire,” Comparative Studies in Society and History, vol. 11, no. 3: 258-281.
Mardin, Şerif (1973) “Center–Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?” Daedalus vol. 102, no. 1: 169-190.
[1] İtalyan milliyetçisi Massimo d’Azzeglio’nun anılarında, "L'Italia è fatta. Restano da fare gli Italiani" diye bir cümle bulunur (Killinger, Charles L. (2002). The History of Italy. (Connecticut, USA, Greenwood Press): 1). Türkçeye, “Italya’yı kurma işini bitirdik, şimdi İtalyanları yaratmalıyız” diye çevrilebilecek olan bu cümle İtalya’nın birliğinde henüz İtalyan ulusu olarak kabul edilebilecek bir toplumun mevcut olmadığını bizzat bir milliyetçi olan d’Azeglio’nun teslim ettiği ve bunun ancak zamanla yaratılabileceğini düşündüğü görülmektedir. 1923’te Anadolu ve Doğu Trakya toprakları üzerinde de durum pek farklı değildi.
[2] Savaşlar sonunda 2,5 milyon erkek nüfus ölmüş, onun birkaç misli de yaralanarak engelli hale gelmiş olduğundan vasıflı işgücü büyük ölçüde kaybolmuştu. Ayrıca, son derece yaygın verem, trahom, sıtma, frengi gibi salgın hastalıklar kalan nüfusu da takatsiz bırakmıştı. Sanayi üretimi hemen hemen hiç mevcut değilken, toplumun yüzde doksanına yakını kırsal kesimde yaşıyor ve tarımsal üretimde çalışarak, çoğu da geçimlik tarım ve hayvancılık yaparak yaşıyordu. 1880’lerin başında moratoryum ilan eden Osmanlı’dan hala ödenmemiş ciddi boyutlarda borç yükü kalmış ve bunların çoğu da Osmanlı sonrası onun mirasını devraldığı Lozan’da belirtilen devletler arasında Türkiye’ye kalmış ve 1950’li yılların ortasına kadar bu borç ödenmiştir.
[3] Birinci Dünya Savaşı’nın başta Britanya olmak üzere galip devletleriyle imzalanan Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918), imzalandığı tarihte silah bırakılmasını ve askeri harekatın sonlandırılmasını öngörmekteydi. Askeri birlikler 30 Ekim 1918 tarihinde bulundukları yerlerde kalacaklar, ilerlemeyeceklerdi. Mondros’ta ayrıca “(…) 30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırken ve emelen müttehit Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın tamamı, fiilen ve hükmen gayrı kabil-i tecezzi bir küldür…” diye bir süre sonra oluşturulacak olan Misak-ı Milli’nin çizeceği sınırlar içindeki toplumun niteliği tanımlanmış bulunmaktaydı. Bu tanıma 30 Ekim 1918’de henüz Britanya askerleri tarafından işgal edilmemiş Musul Sancağı toprakları ve ahalisi de dahildi. Ancak, Britanya askeri komutanlığı bu antlaşmaya uymamış, işgal etmiş oldukları Bağdat ilinin halkının doyurulması için mümbit Musul topraklarının kullanılması gerektiği savı ile Musul’u da Osmanlı askeri komutanlığının itirazlarına karşın, Kasım 1918’de işgal etmişlerdir. Lozan’da Musul’un statüsü sorunu çözülememiş, bu husus Türkiye’nin üye olmadığı ama Britanya’nın kurucu üyesi olduğu Milletler Cemiyeti’ne bırakılmış, onun kurduğu bir komisyonun geçici önerisi, 1925 Şeyh Sait İsyanı’ndaki Britanya etkisi Türk hükümeti tarafından görüldüğünden, o tarihte kabul edilerek Türkiye-Irak sınırı hukuken aceleyle saptanmıştır. Türkiye-Suriye sınırı ise, özerk olarak kabul edilen İskenderun Sancağı’nın statüsü ancak 1938 yılında çözüme bağlanarak, bir plebisitle Türkiye’ye Hatay ili olarak bağlanması sonrasında 1939 yılında çözülebilmiştir.
---
Bu yazı, geçtiğimiz yıl Cumhuriyetin 100.yılı dosyasında yayımlanmıştır.
Yorum Yazın