Umutsuzluğun insanı götürebileceği yegane yer büyük bir çöküş ve yıkım oluyordu. Kendinden ve yapabileceklerinden umudu kesince insan, artık kader oluyordu yaşanılacak olanlar. Ama o kaderi yazan, belirleyen ilahi bir güç değil bizzat halkları yöneten iktidarlardı. Napolyon, siyasetin ve iktidarın bu ilahi gücünü görmüş olmasından gerek, “siyaset kaderdir’’ diyerek bu güce dikkat çekiyordu.
Kış güneşi parıl parıl parlıyordu gökyüzüde… Kışın tüm zorluklarını geride bırakmış bir bahar müjdeleyicisi gibi, hem bedenlerimizi hem de ruhlarımızı ısıtıyor, sıcaklığınla umut salıveriyordu dünyamıza. O sıcaklığa çok ihtiyacımız vardı zira, kış en sert geçen soğuk geceleri, sabah ayazları ve kasvetli günleriyle zorlamaktaydı bizleri. Özellikle geçen kışın bize yaşattıkları, daha uzun yıllar unutulmayacak bir kasvete ve yasa dönüşmüştü.
Kışın suçu yoktu elbette, doğa suçlu olmazdı. Ona uyum sağlayamayan insanlardı tek suçlu. İnsana düşen doğayla uyum içinde yaşam iken, o bildiğini yapıyor, adeta meydan okuyordu doğanın işeyişine. İşte bu nedenle binlerce canımızı kaybetmiş, büyük bir felaketin daha büyük bir kabusa dönüşmesine bizzat sebebiyet vermiştik.Nasıl unutabilirdik ki yaşanılanları… Henüz yaşanmaya devam edenleri… Aileler kayıplarının acısıyla baş etmeye çalışırken, henüz insani olmayan koşullarda yaşamaya devam ediyor, çocuklar o zorlu şartlarda bir yaşam mücadelesi veriyorlardı.
Acı çok büyüktü, çok derindi. Acıyı yaşayanlar ve yüreklerinde hissedenler için, bir daha hiçbir şeyin öncesi gibi olamayacağı kadar büyüktü. Hepimiz kalmıştık o enkazların altında. Utancımızla, çaresizliğimizle, sessizliğimizle ve iflah olmaz kabullenişimizle. İçten içe kabul etmesek de, vicdanlarımız her gün kanıyor olsa da bir kere kapılmıştık teslimiyetin güvenli sularına. Kader deyip geçiyorduk ama geçemiyorduk da işte.
Kaderdi evet. Deprem bir doğa olayı olarak kaderdi. Engel olunamazdı, sistem işleyişine devam edecekti. Ama o kader, insanların felaketine, dünyadayken kıyameti yaşamalarına, enkazların altında günlerce can çekişmelerine neden olamazdı. Doğa güçlüydü, kader değiştirilemezdi. Ama insan denilen varlığa da akıl verilmişti. Gerektiği yerde kullanması, gerekli tedbirleri alması ve başına gelen olaylarda gereken dersleri çıkarabilmesi için… ve insan o akıl sayesinde bugün bilimde, teknolojide, sanayide, sanatta ve daha birçok alanda büyük bir ilerleme kaydedebiliyordu. Hal böyleyken, insana ihsan edilen o akıl sayesinde, doğa olayları karşısında gereken tedbirler alınabilir ve tekrar tekrar aynı acıların yaşanması önlenebilirdi.
Gelişemeyen ülkelerin ortak sorunu da buydu belki de… Her türlü başarısızlığın, felaketin ve en kötüsü de umutsuzluğun arkasında kaderciliğin yer almasıydı. Olayların kadere bağlanması beraberinde kabullenişi getiriyor ve ortaya mutlak bir teslimiyet çıkıyordu.
COĞRAFYA- KADER- SİYASET DENKLEMİ
Gelişemeyen ülkelerin ortak sorunu da buydu belki de… Her türlü başarısızlığın, felaketin ve en kötüsü de umutsuzluğun arkasında kaderciliğin yer almasıydı. Olayların kadere bağlanması beraberinde kabullenişi getiriyor ve ortaya mutlak bir teslimiyet çıkıyordu. İlahi dinlerin içeriğinde Yaratan ile yaratılan arasında var olması gereken mutlak teslimiyet hali, artık dünyevi bir boyuta yayılıyor ve devlet ile vatandaş çizgisinde kendine yer bulabiliyordu.
Hatta bu kadercilik, devletlerin kaderini belirleyen bir olguya dönüşüyor ve insanlar kader karşısında yapacak hiçbir şeyin olmadığını düşündükleri bir kurban psikolojisiyle yaşıyorlardı. “Coğrafya kaderdir’’ denildiğinde tarif edilmeye çalışılan durum tam olarak buydu belki de. Coğrafyanın getirdiği olumsuzlukların kaderden bilinmesi ve o kadere değişmeyecek olması sebebiyle teslim olunması. Kabullenilmiş mağlubiyetle, bir daha hiçbir şeyin iyi ve güzel olmayacağının umutsuzluğu. Evet bu umutsuzluktu ileri gitmek yerine, yerinde saydıran ve hatta çok daha gerilere gidilmesine sebebiyet veren…
Çünkü umutsuzluğa bir kere kapılınca insan, göremiyordu sahip olduğu ve sahip olabileceği tüm zaferleri. O, kendisini bir rüzgarın önüne salıveriyor ve savruldukça savruluyordu. Bir kere umutsuzluğa düşünce insan, maruz kaldığı her türlü aşağılanma, insan onuruna yakışmayan her türlü muamele, açlık, sefalet, yoksulluk, savaş ve daha her ne var ise normalleşiyordu gözünde.
Çünkü ‘‘kader’’ diyordu; ‘‘bu yaşadıklarım kader ve bu kader karşısında yapabileceğim hiçbir şey yok.’’ O insan, kaderi belirleyenin yalnızca Yaratan olduğunu unutarak en büyük hadsizliğini yapıyor ve ilahi bir gücü insana indirgeyerek beşeri ihmalleri - hataları bile kadere bağlıyordu. ‘‘Coğrafya kaderdir’’ diyordu, çaresiz ve mağlup olmuş bir kabullenişle…
Umutsuzluğun insanı götürebileceği yegâne yer ise büyük bir çöküş ve yıkım oluyordu. Kendinden ve yapabileceklerinden umudu kesince insan, artık kader oluyordu yaşanılacak olanlar. Ama o kaderi yazan, belirleyen ilahi bir güç değil bizzat halkları yöneten iktidarlardı. Napolyon, siyasetin ve iktidarın bu ilahi gücünü görmüş olmasından gerek, “siyaset kaderdir’’ diyerek bu güce dikkat çekiyordu. Haksız sayılmazdı; çünkü toplumların, ülkelerin kaderini belirleyen şey, belirlenen siyasetle oluşuyordu. Bir liderin aldığı karar, seçtiği strateji, gittiği yol, tüm ülkenin yaşayacaklarını belirliyor ve hatta tüm coğrafyayı etkileyerek çeşitli sonuçlara neden oluyordu.
Hepsinden daha da kötüsü, Amin Maalouf’un ifadesiyle: “Bir mağdur için en kötüsü bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromu üretmesidir.”
MAALOUF VE MAĞLUP SENDROMU
Hepsinden daha da kötüsü, Amin Maalouf’un ifadesiyle: “Bir mağdur için en kötüsü bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromu üretmesidir.” Coğrafyanın kader olmasını belirleyen, hem tarihte hem bugün, bu mağlup sendromunun devam etmesidir. Dünyadaki birçok ülke büyük savaşların, yok oluşların ardından küllerinden doğabilmiş ve kendilerini hep daha fazla geliştirerek, şu an en güçlü ülkeler arasında yer alabilmişlerdir. Fakat gel gelelim müslüman dünyasına baktığımızda bu durumun ‘‘coğrafya kaderdir’’ izahına sığmayacak bir nedenle farklı seyrettiğini görmek mümkündür. İşte o neden, mağlubiyete takılıp kalmak ve aslı olmayan bir kadercilik anlayışıyla umutsuzluğa düşmüş olmaktadır.
Kader ile keder arasına sıkışmış olan toplumlar için en bariz çıkış noktası bu basit ama farkında olunmayan ruh halinde yer almaktadır. Geri kalan her türlü sebep sadece bir bahane ve mazeret üretmekten ibarettir.
TALİHSİZ KABULLENİŞ
Kurban psikolojisinden çıkıldığı gün, tüm İslam coğrafyası kendi kaderini kendi tayin ettiği günleri görebilecek ve belki de tüm dünyada bu kadar büyük acılar artık yaşanmayacaktır. Kader ile keder arasına sıkışmış olan toplumlar için en bariz çıkış noktası bu basit ama farkında olunmayan ruh halinde yer almaktadır.
Geri kalan her türlü sebep sadece bir bahane ve mazeret üretmekten ibarettir. Hiç mümkün müdür ki Allah, bir milletin kaderini başarılarla, zaferlerle yazarken bir başka millete acı, gözyaşı ve felaketlerle dolu bir kader yazmış olsun? Bizim kader olarak kabul ettiklerimiz kader değil, talihsiz kabullenişlerimizdir…
Bu dosyada, 11 ildeki yıkım hepimizi derinden yaralarken "bir daha olmasın" diyenleri, "seslerini duyuramayanları" ve "hesap vermeyenleri" tekrar hatırlıyoruz. Dosyamızdaki yazıları okumak için buraya tıklayınız.
Yorum Yazın