Hasan Bülent Kahraman, Türkiye’de sağ siyasetin kaynaklarını analiz ederek bugünkü CHP’ye bir siyasi önerme sunuyor ve ekliyor “Bundan sonrası yeni bir siyasetin oluşturulmasıdır. O siyaset içinde yaşadığımız koşullardan çıkacaktır. … Bir siyaset reel siyaset olarak gelişirse bu sorunları çözüp aşabilir. Ama gerçek, dolayısıyla somut, siyaset çoğullarının sandığının aksine sadece pratikler ve pragmalar üstünden sağlanmaz. Somut siyaset aynı zamanda, eş zamanda kuramsaldır yani ideolojik kökenlidir. CHP’nin temel ihtiyacı şimdi budur.”
Bünyesindeki tüm farklı yönelimlere ve zaman zaman kültürel genetiğinden getirdiği bazı iyi niyetlerle ve reflekslerle kendisine atfettiği bazı kavramlarla (kurucu parti, devleti kuran parti, Atatürk’ün kurduğu parti, sosyal demokrat parti, sol parti) birlikte, CHP, bugün, merkeze oturmaya çalışan bir parti. Oysa 1990’lı yıllarda siyasal düşünce bağlamında öğrendiğimiz ve ampirik sınamalarla kesinleşmiş bir gerçek var. Merkeze yaklaşan partiler birbirine benzer hatta aynılaşırken siyaset daima marjlara ve radikalizme doğru kayar ve yönetim o radikalizm savunucusu partilerin eline geçer. Bu iki olguyu birleştirince öncelikle iki gerçeği yerli yerine oturtmak gerekiyor. Birincisi, 1990’lardan beri zamanının sosyal demokrat partileri akıl almaz bir hızla sağa kayıyor. İlk defa DSP’nin kalkıştığı bu hamleye 1990’larda yeniden açılan CHP de katıldı. Hareket bugün de devam ediyor. İkincisi, Türkiye’de merkez sağdır. Maalesef Türk siyasetinin dinamikleri ‘ılımlı’ bir solu merkeze yerleştirmeyi başaramamıştır. Çeşitli renk ve tonlarda sağ, siyasal merkezde hâkim kalmıştır. Bir partinin merkeze kayması git gide daha fazla sağlaşması anlamına gelir.
Bahsettiğim durum tersine çevrilebilir miydi sorusunun çok zor bir soru olduğu muhakkak. Siyaset yukarıdan verilen buyruklarla oluşmuyor. Sosyolojik, ekonomik, yani sınıfsal ve tarihsel etkenlerle biçimleniyor. Eğer karşımızda duran sonuç, belirttiğim şekilde teşekkül ediyorsa, etmişse, hayali meselelerle uğraşmak yerine bu somut durumu hazırlayan faktörleri çözümlemek gerekir. Türkiye’deki siyasal düşünce ne yazık ki bu türden problemler üstünde analitik olarak düşünmüyor. Düşünmediği için basmakalıp, hazır, bazı vurgularla yetiniyor. Kısacası entelektüel birikimi hiç yok denecek kadar eksik ve hiçbir entelektüel çabası olmadığı için yaratıcı da olamayan siyasal düşüncemiz hem CHP’nin günlük ve basit bir pragma anlayışıyla sağa kayması dışında bir model üretemiyor hem de o gerçeğin ayrıntıları üstünde düşünmüyor.
Bu yazıda önce merkeze kayma çabasındaki CHP’ye ‘kılavuzluk’ eden Türk sağının bazı tarihsel özellikleri üstünde duracağım, sonra da değişik bir yöntem denenebilir mi sorusunu ele almaya çalışacağım.
Süleyman Demirel Türk sağını ‘pragmatizm’ eksenine oturtmuştu. Pragmatizm, Türk sağı için kurucusu olan John Dewey’nin geliştirdiği felsefi kavram değildi. ‘Anadolu kurnazlığı’ ve ‘dün dündür bugün bugündür’ mantığıydı. Bir de Demirel’in çok büyük kişisel yetenekleriyle biçimlendirdiği pragma idi, yani yatırımcı, teknolojist bir anlayış ve yaklaşımdı.
I
Daima tekrarladığım bir söz var: İktidar her ülkede mevcuttur ama muhalefet sadece demokrasilerde görülür. Bu cümleye daima bir cümle daha ekliyorum: her iktidar tartışılır. İktidar bir şeyler yapar ve ciddi bir sorgulamanın odağına oturur. Her rejim için geçerli olan bu durum Türkiye’de farklılaşıyor ve biz iktidarı değil muhalefeti tartışmak zorunda kalıyoruz. Bu ciddi bir durum. Eğer muhalefeti irdeliyor veya sorguluyorsak ortada ele alınması gereken bir yetersizlik var demektir. Bu olguya tarihsel bir derinlik içinde bakalım ve problemin kaynağına inelim.
Türkiye’de muhalefeti eskiden, yani 1990’ların öncesinde ve tüm 1970’lerde hatta 1960’larda, sol iktidarlar meydana getirirdi. Son derecede doğaldı. Toplumun %70’inin sağ, %30’unun sol olduğunun tespit edildiği bir toplumda, yönetim sistemlerinin en kötüsü olan çoğunluk sisteminin hakimiyeti anlamına gelen demokrasilerde, başka nasıl olacak? Ve o solla sağın ne olduğu çok belliydi. Solu CHP (?) sağı da DP-AP geleneği sürdürürdü. 1965-1980 arasında çok kısa iktidar denemeleri dışında gerçek buydu, çünkü CHP, gerçekten de dünyaya ve siyasete soldan bakıyordu. O bakış sendikaların ve diğer sol örgütlenmelerin kendisine sağladığı bir imkândı.
CHP sonradan bu niteliğini adım adım yitirdi ve 1973-1980 arasında (buna zorlayarak 1965-1980 arası da diyebilirsiniz) gerçek ama ütopik bir sol açılım dışında daima Kemalist/Atatürkçü ve siyasal olmaktan çok kültüralist bir parti olarak kimliğini muhafaza ederek bugüne geldi. Son yirmi yılda zaman zaman Alevi-Kürt ittifakına yaslanmaya çalıştıysa da o hamlesi daha ziyade bir şehirle (Tunceli) sınırlı kaldı, çok zorunlu olduğu halde genişlemedi, gerçek bir açılıma dönüşmedi. CHP popülizmle kökenleri arasında git gide daha fazla sıkışan bir partiye dönüştü. Ben buna dar bant partisi diyorum.
CHP bugün tamı tamına bu noktada siyaset yapmaya çalışıyor. Bugünkü politikalarının belkemiğini öncelikle kendisine atfettiği sosyal, antropolojik ve toplumsal değerleri oluşturuyor. Mesela, ‘kurucu parti’, ‘Atatürk’ün partisi’, ‘demokrasiyi getiren parti’ (?) ‘sosyal demokrat parti’ (?) gibi bazıları tarihi çapraz kesen gerçeklikler, bazıları kısmen doğru, bazıları zaman içinde bir miktar CHP’yle ilişkilenmiş unsurlar. Bu değerlerin bazıları gerçek bazıları hayalidir. Bununla birlikte CHP 100 yıllık bir parti olarak geniş ve dilediği şekilde kullanacağı, dilediğini daha da derinleştireceği, güçlendireceği zengin bir ‘sıfatlar’ birikimine sahiptir. Ne var ki, o kavramların bugünkü toplumu doğrudan ilgilendiren veya CHP’nin bugünkü kimlik özellikleri sayılabilecek gerçekliği yoktur.
Buna mukabil bahsettiğim dönem içinde sağda ciddi bir dönüşüm izlendi. DP-AP geleneği, daha 1980’lerde ANAP’a doğru bir açılım gösteriyordu. ANAP’ın en önemli yanı, AP’nin vakti zamanında dile getirdiği ‘pragmatist’ politikaları somutlaştırmasıydı. AP, Genel Başkanı Demirel’in Amerika’da geçirdiği yıllarda ‘öğrendiği’ kadar bir demokrasi bilincine sahipti. 1964’te 40 yaşındaki Süleyman Demirel’in küçük harflerle dile getirdiği, Başbakanı olan Adnan Menderes’i (diğer iki bakanla birlikte) vahşi şekilde idam eden askeri darbeye karşı olmak, bir de ‘milli irade’ kavramını zaman zaman telaffuz etmek dışında ne demokrasi bilinci olacaktı? 1960 darbesine karşı olan, kendisi 1971’de bir darbeyle devrilen Süleyman Demirel, bir kere askerine, devletine ve onların kurumsal mevcudiyetine, üstelik Soğuk Savaş muhakemesi içinde, sonuna kadar bağlı ve saygılıydı. Soldan ve ‘komünizm’den dehşetle korkuyordu. Demirel, daha 1973 yılında Abdi İpekçi’ye bir darbeyle devrilen Şili Başbakanı Salvador Allende için ‘eyi gitti eyi’ diyebiliyordu. 1975’te Milliyetçi Cephe hükumetini kurup ‘Komünizme Hayır’ mitingleri düzenliyor, dev gibi cüssesiyle kürsüden sarkıp, 23 Nisan çocuklarının elinde görülen, tahta bir çubuğa yapıştırılmış kâğıt bayrağı mitinglerinde sallıyordu. Türk-İslam sentezinin banisi Aydınlar Ocağına sonuna kadar destek veriyor, Komünizmle Mücadele derneklerini savunuyordu. ‘Bana sağcılar da adam öldürüyor dedirtemezsiniz’ diyordu, ‘tetik çekenle tespih çeken bir olur mu’ diyordu ve o sırada sokaklarda her gün on kişi ölüyordu ve evet, öldürenlerin çok büyük kısmının kim olduğunu bugün herkes biliyor.
‘Bu’ Süleyman Demirel Türk sağını ‘pragmatizm’ eksenine oturtmuştu. Pragmatizm, Türk sağı için kurucusu olan John Dewey’nin geliştirdiği felsefi kavram değildi. ‘Anadolu kurnazlığı’ ve ‘dün dündür bugün bugündür’ mantığıydı. Bir de Demirel’in çok büyük kişisel yetenekleriyle (hafızası, zekâsı, çalışkanlığı, iş yapma iradesi) biçimlendirdiği pragma idi, yani yatırımcı, teknolojist bir anlayış ve yaklaşımdı. Demirel, görülmedik şekilde Türkiye’yi karış karış biliyordu. Bir o kadar önemli olan şey ise, arka planda yer alan olguydu, Demirel’in ve İTÜ’de tanıdığı yakın çalışma arkadaşlarının sahip olduğu İslamcı duyarlılıktı.
1930’ların CHP’liliğiyle biçimlenmiş bir ailede, üst orta sınıfın yaşadığı, bürokratik Ankara’da, boydan boya siyasetçilerin oturduğu Meşrutiyet Caddesi’nde geçen çocukluğumda en çok konuşulan şeylerden biri Demirel’in ‘Süleymancılığıydı’. Yine de Demirel o çizgiyi daha ileri bir noktaya taşımadı. Nedeni, Demirel’in İstanbul’daki büyük sermayeye daima yakın ve yakın olmasıydı. Sahada köycülüğe dayanan AP, gizli kapılar ardında Anadolu sermayesini değil açık açık İstanbul sermayesini destekliyordu. İslamcı bir çekirdeğe daha yakın duran çevrelerin AP içindeki adı olan Ferruh Bozbeyli’nin başını çektiği hareketin 41 milletvekiliyle bu partiden ayrılmasını da bu nedenle engelleyemedi. (Şaşırtıcı gibi duran bu yorumları ayrıntılı şekilde Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli iki cildi yayınlanmış kitabımın çıkacak üçüncü cildinde geliştiriyorum.) Demirel, teknolojizmiyle ve büyüme ve kalkınma programlarıyla Türkiye’yi dönüştürmesi halinde köylülük tabanına yaslanan AP’yi sonuna kadar iktidar yapabileceğine inanıyordu ve bu maksatla bir toplumsal düzende ve kültürde söz konusu olabilecek tek bir kavramı bile kullanmaktan çekinmiyordu.
Özal, istediği sonucu elde etmek için, Müslümanlığın bir kimlik ve aidiyet realitesi halinde kamusal alanda tezahür etmesini engellediğini düşündüğü iki ana unsurun geriye itilmesine çalışmıştır. Onların ilki ordudur. İkincisi, Özal’ın soyut devlet kavramıyla yaşadığı gerilim hatta çelişkidir.
II
Söz konusu ettiğim bu alaturka pragmatizm yerini 1983’le birlikte ANAP’ın nispeten daha alafranga pragmatizmine bıraktı. ANAP, ideolojik öncülleri ve unsurlarıyla yeterince incelenmiş bir parti değil. Oysa bu parti üç noktada yeni bir oluşumun embriyosudur. Birincisi, pragmatiktir ama onu Anadolu ve köylülük/kasabalılık üstünden değil kentlilik ve varsıllık üstünden yapar. Bu çok önemli bir dönüşümdür, nitekim ANAP’ın sonunu getirmiştir. İkincisi, gerçek manada alaturka bir liberalizmi savunmuştur. Evet, ‘bize özgüdür’, hatta komiktir ama Özal’ın girişim, inanç ve ifade özgürlüğü kendine göre açılımlar sağlamıştır. Özal’ın Demirel’den en büyük farkı, birincisinin köylü kökenleri nedeniyle tamamen içe dönük ve ‘otarşik’ bir anlayışı benimsemesine mukabil Özal’ın dışa dönük ve çok daha vizyoner bir yaklaşımın insanı olmasıydı. Özal değişen ve Soğuk Savaştan çıkan bir dünyanın, Demirel içe kapalı Soğuk Savaş yıllarının insanıydı.
Özal, tüm bu niteliklerinin sentezi olarak girişim ve inanç özgürlüğünü vurguluyordu. Onu da deşifre edersek, Özal, büyük ölçüde inanç özgürlüğünün altını çiziyordu. Doğrusu Türkiye’de devlet her zaman sermaye hareketlerini denetlemiş ve düzenlemiştir ama girişim konusunda pek de öyle engel çıkaran bir ülke olmamıştır. Dolayısıyla girişim özgürlüğü ancak bir kılıf bir pelerin olarak anlam taşırdı ve içinde inanç özgürlüğünü saklıyordu. Bu yanıyla da öteden beri savunduğum bir görüşü somutlaştırıyordu: Türkiye’de sağ siyaset sürekli olarak daha fazla dini bir çekirdeğe kayıyor, daha geniş bir dinsel tabana yaslanıyordu. Demirel Menderes’ten, Özal Demirel’den ve Erdoğan Özal’dan daha dindardı. ANAP, ‘ideolojilerin sonu’ gibi düşünce bakımından saçma ama uygulamalar ve popüler kabuller bakımından kısmen doğru bir gerçeği vurgulayarak, ‘1980 öncesindeki üç ideolojiyi birleştirdim’ diyerek yarattığı geçiş zemininde, dinin/İslamın siyasallaşmasına dönük bir sentez hazırlama tutkusu içindeydi. Özal, su götürmez şekilde Müslümandı. Ama karısı ‘Batılı’ bir görüntü içindeydi. Eşi, Özal’ın çok daha dinci bir ideolojik taban üstünde siyaset yapan Korkut Özal kardeşinden ciddi şekilde ayrışıyordu. (Özal’ın 1977 seçimlerinde MSP’den İzmir milletvekili adayı olduğunu, hayatı boyunca birlikte hareket ettiği Demirel’in onu bu konuma yani siyasete hiç taşımadığını sürekli olarak hatırlamak ve bu gerçeği iyi değerlendirmek gerekiyor.) Özal, sonradan çok tartışılacak laiklik konusunda dindar-kentli buluşması bakımından önemli bir sentez unsuruydu. Ama bu gerçek onun Türk sağındaki dindarlık unsurlarının ilk kez bu ölçüde görünür olmasını sağlayan kişi olmasını engellemez.
Nihayet önemli bir konu da Özal’ın Batıyla ilişkileridir. Müslüman olarak Batılı olmak mümkün müdür? Bu sorunun Özal’ın zihnini çok meşgul ettiği muhakkaktır. Özal’ın liberalizminin devreye bu noktada girdiğini belirtmek gerekir. Özal, liberalizmi, içeride ve dışarıda olmak üzere iki bileşen çerçevesinde yorumluyordu. Liberalizm, içeride, bilahare AKP tarafından devralınacak ve çok benimsenecek şekilde, dindarlığın/Müslümanlığın kamusal alandaki görünürlüğünün sağlanmasıdır. Özal’ın ‘düşünce ve ifade özgürlüğünden’ bahsetmesi tamamen bu maksada dönüktür. (‘Düşünce özgürlüğü’ kavramı sadece Türkiye’de telaffuz edilir. Bu terimin doğrusu ‘ifade özgürlüğü’dür (freedom of speech). Bizim ona ‘düşünce özgürlüğü’ dememiz çok çarpıcıdır. Düşüncenin bile özgür ‘olmadığının’ ön kabulünü ifade eder.) 1983’te henüz 12 Eylül baskılarının dorukta olduğu bir dönemde Özal’ın adım adım bu düşünceyi temellendirmesi dikkat çekicidir.
Özal, istediği sonucu elde etmek için, Müslümanlığın bir kimlik ve aidiyet realitesi halinde kamusal alanda tezahür etmesini engellediğini düşündüğü iki ana unsurun geriye itilmesine çalışmıştır. Onların ilki ordudur. Özal, Genelkurmay Başkanlarını ordunun bizzat seçmesini engellemiş, kopan Irak krizinde de kendisine özgü tutumunu koruyarak görüşlerini paylaşmayan GK Başkanının istifasını istemiştir. 1998’in hazırlanmasında bu anlayışın önemli bir rolü olduğu su götürmez. İkincisi, Özal’ın soyut devlet kavramıyla yaşadığı gerilim hatta çelişkidir. Halkın hizmet etmekle, bağlı olmakla yükümlü sayıldığı devleti Özal, şimdi ‘halka hizmet eden devlete’ dönüştürmeye çalışmıştır. Olmuştur olmamıştır ama böyle bir muhakemesinin bulunduğu açıktır. o düşünce tarzının ayrıca liberalizm açısından önemli olduğu da başka bir gerçektie. Tüm o özelleştirmeler bu kapıya çıkar. Ne var ki, dönemin ‘sol’ partileri de ‘sağ’ partileri de henüz böylesi bir devlet-dışı politikaya hazır değildi. Özal’ın siyaseten boğulmasının ardındaki en önemli neden devletçi anlayış ve tutumdur. Sol da sağ da devletin hâkim olduğu bir düzeni ararken bizzat ANAP da, Özal’ın Çankaya’ya çıkmasından sonra bu anlayışa kaymıştır. Fakat bu gerçeklerin hiçbiri AKP’nin ANAP kökünden beslendiği ve bu iki faktörün daha da siyasallaştırılması için çaba gösterdiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Özal’ın liberalizm perspektifi içinde ‘dışarıyla’ kurduğu ilişki biraz daha çetrefillidir. Özal, liberalizmi, yine Müslüman bir ülkenin Batıyla kuracağı ilişkide ‘kullanılacak’ bir unsur olarak görüyordu ve muhtemelen, liberalizm derken, Batılara yabancı olmayan, anlayacakları tarzda, klasik muhafazakâr bir konum tayin etmek istiyordu. Batı muhafazakârlığı din realitesini inkâr etmek bir yana onu özellikle benimser. Türkiye söz konusu olduğunda sorun din değildi, Müslümanlıktır. Batının bilinç dışı sorunu dinle değildir. Batı sekülarizmi de dinle iç içedir. Batının derin bilincindeki çıkmazı Müslümanlıktır. Özal, Batılı değerleri kendine göre benimsemiş haliyle, Müslümanlığın, ‘ılımlı’ ve aristokratik-liberal perspektifte ifade edebileceği anlamı öne çıkarıyordu. Buradaki sihirli sözcük ‘ılımlılık’tı. Özal, herkesin, ama şöyle ama böyle, su katılmamış şekilde dindar olduğu bir ülkenin dini olarak Müslümanlığın Batı gözünde bir sorun olduğunu biliyordu ve kente dayanan siyasetiyle, kent Müslümanlığını, kentli Müslümanlığı benimseyerek, onun siyasallaştırılmayacağını, bir ideolojiye dönüştürülmeyeceği izlenimini oluşturmaya çalışıyordu. Oysa gedik bir kez açılmıştı.
Türk sağında bir ‘ton’ olarak, hatta daha çok bir ‘fon’ olarak görülen din unsuru, bu defa sadece siyasetin değil, demokratikleşmenin de bir kurucu etkeni olarak belirmiştir. Basit bir şekilde ‘baş örtüsü’ tartışması olarak ele alınan büyük toplumsal gerilim odağı aslında son derecede ayrıntılı, kapsamlı, geniş bir sosyoloji dönüşümünün kaynağıdır.
III
Türk sağının en önemli aşamasına Özal sonrasında geçildi. Özal sonrası dönem iki büyük siyasal hamleye tekabül ediyor. Birincisi, sosyal demokrasinin 1990’ların başından, tam tarihiyle belirteyim, CHP’nin SHP’yi yuttuğu 1993’ten itibaren eritilmesidir. Sonrası itibariyle hayati derecede önemli bir unsurdan söz ediyorum. Sosyal demokrasi, Türkiye’de, tüm kısıtlamalarına, çelişkilerine, çıkmazlarına ve sorunlarına rağmen son büyük ideolojiydi. SD dokunun yok oluşuyla sol muhakemenin tüm izleri silinmiştir. Öylece, Türkiye’de sol denen siyasetin klasik Kemalist/Atatürkçü anlayışla bütünleşmesine ve zamanla ulusalcılık denen felakete kaymasına yol açmıştır. Sınıfsal, ekonomik tartışmalar yerini kültürcü (culturalist), kimlik temelli tartışmalara bırakmıştır. Bugün sadece Atatürk inkılapları, Batıcılık üstünden geliştirilen muhalif söylem laiklik tartışmalarıyla doğmuştur. Fakat tartışmalar 28 Şubat’ın ardında saklanarak yapıldığından, olabilecek en yanlış noktadan başlamış, giderek kendi içine kapanmış hatta tıkanmış, muhalif söylem büyük bir meşruiyet kaybı yaşamıştır. Bahsettiğim faktörlere bağlı şekilde, şimdi muhalefetin içinde boğulduğu ve bir türlü dışına çıkamadığı zihin durumunun en önemli nedeni, budur, yineleyeyim, sol bilincin yitirilmesi, tartışmaların kültürcü bir anlayışla dondurulmasıdır.
1993-2002 arasında on yıl vardır, on uzun yıl. Bu on yıl, solun siyaset dışına itilmesine tekabül eder. Fakat on yılın sonunda sürekli olarak merkeze çekilen siyaset ani bir reaksiyonla patlayarak müthiş radikal bir noktaya oturmuştur. AP-DP geleneğini tamamen hiçe sayarak, ANAP’ın hazırladığı geçiş zeminini ya da köprüsünü AKP, bilinçle ve dikkatle kullanarak iktidara gelmiş ve parlamenter demokratik sistem içinde yaşanabilecek siyasal radikalizmin en sert pozisyonunu oluşturmuştur. Türk sağında bir ‘ton’ olarak, hatta daha çok bir ‘fon’ olarak görülen din unsuru, bu defa sadece siyasetin değil, demokratikleşmenin de bir kurucu etkeni olarak belirmiştir. Basit bir şekilde ‘baş örtüsü’ tartışması olarak ele alınan büyük toplumsal gerilim odağı aslında son derecede ayrıntılı, kapsamlı, geniş bir sosyoloji dönüşümünün kaynağıdır. Kamu alanı tanımından kitlelerin kimlik temelli özgüvenine kadar sonsuzca yayılan bu açılım, Türk sağının merkezini çökertmiş durumdadır. Zaman, bu açılıma daha büyük güçler kazandırmıştır. Sonuç, başlangıçta belirttiğim sonuçtur: siyaset merkezde birbirine git gide daha fazla benzeyen partilerle cereyan ederken, git gide radikalleşen bir parti ve ideolojisi Türkiye’de siyaseti tayin etmekte ve sosyolojiyi derinden dönüştürmektedir.
CHP bu sınıfsal/sosyolojik çözümlemeyi hiçbir zaman yapmadı, böyle bir tabanı hiçbir zaman hazırlayamadı. Çünkü, yönetici eliti o muhakemeyi benimseyecek siyaset entellektüelizminden uzaktı. Baykal, belki bunları anlayabilirdi ama uygulamaktan kaçındı. 1965-1975 Ecevit’inin siyasal heyecanına sahip değildi. Konformistti ve CHP’yi muhalefete kilitleyerek parti içi iktidarını konsolide etmeyi kendi narsisizminin tatmini için yeterli saydı.
IV
CHP tartışması bu noktada başlar. 1990’lardan beri gelen ideolojik yapılanması içinde CHP, kendisini sadece merkeze odaklanmış biçimde ve yüksek gelirli, iyi eğitimli, Batıcı, kentli, laikçi çevrelerin sınıfsal ama bir o kadar da kültürel tepkilerinin sözcüsü sayıyor. O niteliğiyle momentumunu yönetici siyasetin geliştirdiği politika unsurlarına tepki vermekle sınırlı tutuyor. CHP konusundaki tüm tartışmaların gizi bu formüldedir. CHP de kaçınılmaz şekilde belli sınıfların partisidir. Daha 1950’lerde başlayan kırsal alan tepkisi 2000’lerden (hatta 1990’lardan) itibaren radikalleşen sağın, yani dini söyleminin/ideolojisinin ekseni yapan partilerin tarafına geçmiştir. 1950’lerde merkeze/kente yönelen köylü tepkisi daha çok ekonomikti. Ancak kısmen demokratikti. DP’nin başlangıçta ciddi sol entellektüellerle teması hatırlanırsa hareketin demokratik boyutunu onların biçimlendirdiği anlaşılır. Ama ikinci bir partinin varlığı köylülere ekonomik özne olmadan önce siyasal özne olma imkânı sağladığı için demokrasi bilinci (sadece seçimle sınırlı kalacak şekilde) o kesime de intikal etmiştir. Kısacası merkeze karşı çevre savunulmuştur.
1990’larda kentle bütünleşen sağ partilere karşı çeşitli ihtiyaçlar ifade eden tarihsel sağ taban, bu defa daha radikal bir pozisyon tutan ve 1950’lerdeki DP radikalizmini yine merkeze yönelttiği tepkiyle somutlaştıran dinsel sağı tercih etmiştir. Unutulmaması gereken nokta, bu yeni hareketin bir siyasal çevre hareketi olmasıdır. Ne var ki, 2000’lerin CHP’sinin dikkatten kaçırdığı husus, çevrenin bu defa merkezde olmasıdır. Edward Shils-Şerif Mardin tarafından geliştirilen merkez-çevre ilişkisine daha 2000’lerin başında hem yukarıda andığım kitabımda hem Türk Sağı ve AKP adlı kitabımda merkezdeki çevre ile çevredeki merkez kavramını eklemiştim. Gerçekten de 2000’lerde seçimleri merkezdeki çevre kazanıyordu. Kent kıyılarında birikmiş ama 28 Şubatçı, doğal olarak da gelenekçi CHP’li kimlik siyasetiyle marjinalleştirilmiş kitleler, o siyasal merkeze tepkilerini bu defa RP-AKP üstünden gösteriyordu. Ama bu salt bir siyasal tepki değildi. Çevredeki merkezin yani zaman zaman Anadolu kaplanları denen Müslüman sermayenin, taşra sermayesinin merkezi ele geçirmek için sağladığı destekle bütünleşmiş bir hareketti.
CHP bu sınıfsal/sosyolojik çözümlemeyi hiçbir zaman yapmadı, böyle bir tabanı hiçbir zaman hazırlayamadı. Çünkü, yönetici eliti o muhakemeyi benimseyecek siyaset entellektüelizminden uzaktı. Baykal, belki bunları anlayabilirdi ama uygulamaktan kaçındı. 1965-1975 Ecevit’inin siyasal heyecanına sahip değildi. Konformistti ve CHP’yi muhalefete kilitleyerek parti içi iktidarını konsolide etmeyi kendi narsiszminin tatmini için yeterli saydı. Daha ilginci, partinin böyle bir kültür ve motivasyon üretememesidir. Onun nedeni de 1994 sonrasında gelişen kimlik odaklı, çekirdekli siyasetin, CHP zihniyeti/epistemolojisi bağlamında işlemesi, sınıfsal özü ihmal ederek gelişmeleri sadece kültürel bir hamle olarak görmesidir. Kısacası, CHP’nin tarihsel kökenleriyle bütünleşmesidir.
Türkiye’de 1990’larda hala Soğuk Savaş yaşanıyordu ve tüm partiler sağa kayıyordu. Özellikle Kürt siyasetinin mevcudiyeti, Ecevit’in DSP’sinin dahi klasik milliyetçi-sağcı bir ideolojiyle bütünleşmesini sağlarken, CHP’nin o çizgiyi izlememesi kendi özü açısından olanaksızdı. Kendisini sürekli olarak ‘devleti kuran parti’ diye tanımlayan bir partinin devletin temel ideolojisiyle zıtlaşması pek aklın alacağı bir şey değildi. CHP’nin gerçeği CHP’de saklıdır. Devlet deyince de merkezde kalmaya ve çevreyi karşınıza almaya mahkumsunuz. CHP bu kısıtlamayı yaşadı. O çıkmazını aşmak için de bir orta yol bulmaya çalıştı. Kutuplaşmış bir toplumda her orta yol arayışı popülizmle buluşmaya zorunludur. CHP popülizmini zaman zaman laikçi anlayışının sınırlarını bazı sembollerle gevşetmek suretiyle göstermiştir. Baykal’ın birkaç çarşaflı kadına rozet takması, Kılıçdaroğlu’nun Alevi-Kürt kimliğini gizlemesi ve adalet-demokrasi üstünden gelişen daha genellemeci bir söyleme yönelmesi bu yaklaşımın uzantılarıdır. Fakat kitlelerin somut siyasal kazanımlarla hareket ettiği bir dünyada bu yaklaşımların hiçbir sonuç elde etmeyeceği bellidir ki, öyle de oldu.
Bundan sonrası yeni bir siyasetin oluşturulmasıdır. O siyaset içinde yaşadığımız koşullardan çıkacaktır. Türkiye’deki siyasal hayatta eksik olduğu söylenen ne varsa yeni siyaseti o eksiklerin tamamlanması hazırlar. Fakat o çaba yüksek bir bilinci ve kitlelerin harekete geçirilmesini gerektirir. Zor ama mümkün bir çabadan söz ediyorum. Bir siyaset reel siyaset olarak gelişirse bu sorunları çözüp aşabilir. Ama gerçek, dolayısıyla somut, siyaset çoğullarının sandığının aksine sadece pratikler ve pragmalar üstünden sağlanmaz. Somut siyaset aynı zamanda, eş zamanda kuramsaldır yani ideolojik kökenlidir. CHP’nin temel ihtiyacı şimdi budur. Çünkü kuramsal, entelektüel ve ideolojik bir siyaset CHP’nin kendisini tanıması, tanımlaması ve kitlelere anlatması anlamına gelir. Siyaset yapmak da budur ve onun koşullarını bir sonraki yazıda ele alacağım.
Yorum Yazın