Bizim kim olduğumuzu hamasi söylevlerimiz belirlemiyor, kötüsü geldiğinde nasıl davrandığımız tanımlıyor nasıl bir bizlik anlayışına sahip olduğumuzu. Nasıl küresel düzenin kurumları Gazze’ye arkalarını dönüp binlerce insanın ölümünü yok saydıklarında kimlerden olduklarını gösterdiyse; biz de İliç’te canlarını kaybedenleri unuttuğumuzda kimleri içerde tuttuğumuzu, kimleri hariçten saydığımızı ortaya koymuş olduk.
Şöyle bir düşünelim, bu ülke sınırları içerisinde yaşayan “biz” diye bir şey var ise, bizi bir arada tutan şey ne?
Daha ilk sözcüklerinden itibaren sıkıntılı bir soru bu, “biz derken?” karşı sorusunu hak ediyor. Ben “bu ülke sınırları içerisinde” diye bir tanım yaptım, demek ki şu 800 bin kilometrekarelik alanda “yaşayan” herkes bu biz kümesinin içerisinde. Peki, “yaşayan” derken, sadece insan evlatlarını mı alacağız, yoksa nefes alan her türlü canlıyı da içerecek mi bu tanım, bu dünyada tek başımıza değiliz çünkü. Haydi, hayvanı-ağacı dahil ettik bu tanıma, ya taş ve toprak?
Onlar da “bize” dahil mi?
İnsanı -hatta insanın erkek olan cinsini- evrenin merkezine koymaktan vazgeçeli bir hayli zaman oldu, düşünürken zorlansak da. Evren bize hizmet etmekle mükellef bir kaynak deposu değil, kabul edelim; bir süreliğine paylaşmak zorunda olduğumuz bir yer. “Bir süreliğine” dediğimiz zaman bu kez de geçmiş ve gelecek işin içine giriyor, gelecekteki “şeyler” de mi bize dahil olacak?
Görüldüğü üzere “biz kimiz?” sorusunda bile tekliyoruz, daha ikinci kısmına geçemiyoruz bile.
Anayasamız 66. maddesinde bir “Türk” tanımı yapıyor: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Böylelikle bize “biz Türkler” deme şansı veriyor, vatandaşlıksa ya ana-babadan ya da sonradan ediniliyor.
ANAYASAMIZA GÖRE ‘BİZ’
Çoğu hukukçunun ve siyasetçinin böyle kusursuz tanımlar yapmak gibi dertleri yok, konuya daha pratik kaygılarla yaklaşıyorlar. Anayasamız 66. maddesinde bir “Türk” tanımı yapıyor: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Böylelikle bize “biz Türkler” deme şansı veriyor, vatandaşlıksa ya ana-babadan ya da sonradan ediniliyor. Daha önceki anayasalarda Türk Devleti yerine Türkiye denilmiş “din ve ırk farkı olmaksızın” diye bir ön tanım yapılmış olsa da, 1961’den itibaren son haline getirilmiş, değişikliklerin sebepleri çok tartışmaya açık. Anayasalar, vatandaş ile devlet arasındaki temel sözleşmeyi oluşturduklarından bizim Anayasamızda yer alan bütün hakların öznesi yukarıda tanımlanmış vatandaşlar oluyor, diğerleri dışarıda kalıyor. Örneğin bir yabancının hakları ancak uluslararası anlaşmalar ile korunabiliyor -çünkü uluslararası anlaşmalar Anayasa’nın üzerinde yer alıyorlar (madde 90)-, yoksa bizim Anayasamız onların haklarını kapsamıyor. Keza, şu anda ülkemizde yaşamakta olan mülteciler ve geçici koruma altındakilerin hakları da uluslararası sözleşmelerden alıyorlar, mültecilerin hakları daha fazla garanti altındayken, “geçici koruma” statüsü biraz da bizim iki dudağımızın arasında…
Anayasamızda vatandaşlara yer var, ama vatandaşların haricindekiler yani hayvanlar, bitkiler, ormanlar, taş ve toprak ancak vatandaşların bir hakkı olarak tanımlanmış, kendiliklerinden bir hak sahibi değiller, vatandaşa ilişkilendikleri zaman kanun tarafından korunuyorlar. Gelecek nesillere de pek yer verilmemiş, eğitim hakkı tanınmış tabii ki onların da yaşanacak bir dünyayı devralmaya hak ettiklerinden bahsedilmemiş. Özetle anayasamız için “biz”, öncelikle Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olanlar, sonra da hakları uluslararası anlaşmalarla korunan diğer insanlardan oluşuyor. Gerisi yok hükmünde…
Allah’tan uluslararası anlaşmalar var da bizlik tanımını esnetmemiz mümkün oluyor. Hakları tanımlayan başlıca uluslararası anlaşmalar, örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi metinler bizim anayasamızın dışarıda bıraktıklarının da haklarını gözetebiliyor, tabii mükemmelen uygulandığını söyleyemesek de.
Gündelik yaşamımızı doğrudan etkileyen bu sözleşmelerin gelişmesine baktığımızda aslında bir tür koloniciliğin yavaş yavaş terk edildiğini görmekteyiz. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi vatandaş derken erkekleri -özellikle de beyaz erkekleri- kastederken, 1948 İnsan Hakları Beyannamesi “bütün insanlar” der…
Kadınların, çocukların, etnik, dini ve ırksal azınlıkların da bu bize dahil edilmesi zaman alsa da temel metinlerin arasında kendilerine yer bulurlar. Son dönemdeyse dünyayı birlikte paylaştıklarımızın da hakları yavaş yavaş gündeme gelmekte, gelecek nesillerin haklarını koruyan bir metin yok. Ama böyle bir tarih okuması biz kavramının “beyaz erkeklerden” herkese ve her şeye doğru genişlediğini gösteriyor, bu da liberalizmin kazanımı olarak yazılsın bir yere…
Öte yandan bu tür herkesi ve her şeyi kapsayan bir “biz” tanımının safça ve işe yaramaz olduğunu söyleyenler olacaktır, eninde sonunda herkes yalnız ölüyor. Daha dört yıl önce COVID-19 pandemisiyle mücadelede böyle bir evrensel bizlik anlayışına geçmekte başarısız olmadık mı?
ENİNDE SONUNDA HERKES YALNIZ ÖLÜYOR
Öte yandan bu tür herkesi ve her şeyi kapsayan bir “biz” tanımının safça ve işe yaramaz olduğunu söyleyenler olacaktır, eninde sonunda herkes yalnız ölüyor. Daha dört yıl önce COVID-19 pandemisiyle mücadelede böyle bir evrensel bizlik anlayışına geçmekte başarısız olmadık mı?
Pandeminin ilk günlerinde bütün bu sözleşmeleri imzalayan “ileri” ülkelerin kapılarını kapattıklarını ve komşularından üç kuruşluk maskeleri esirgediklerini görmedik mi?
Pandemide sadece ölümlerle değil, artan yoksulluk ve geri kalmışlıkla mücadelede de bizlik tanımının ulusal sınırlar içerisinde kaldığına şahit olduk. Çok da geçmişe gitmemize gerek yok, Ekim ayından bu yana Gazze’de yaşananlar, her çocuğun birbirine denk olmadığını açıkça göstermiyor, Orwell’ın da söylediği üzere “bazı çocuklar daha eşit!” 2008 Finansal Krizi’nden başlarız, Suriye İç Savaşı’na geliriz; bugün yüz milyonlarca insanı yurtlarından eden göç dalgalarına bakabiliriz ve hepsinde de aynı manzarayı görebiliriz, herkesi ve her şeyi kavrayan evrensel bizlik iddiası çoğunlukla kağıt üzerinde ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin oylamalarında kalmakta, bir boş söylemden ileriye gidememekte…
Herkesin herkesin kurdu olduğunu kabul eden, kötüsü geldiğinde başkalarından medet ummanın imkansızlığı görenlerin “önce biz!” demeleri şaşırtıcı değil, son dönemde de bu slogana başvuranların seçmen nezdindeki başarısı da bu fikrin yaygınlığını gösteriyor. ABD’de Trump’ın yeniden seçilme olasılığı, Arjantin’de Millei, Fransa’da Le Pen ve Almanya’da AFD gibi aşırı sağcıların başarısı da muhayyel bir bizi önceleyen söylemlerinden geliyor. Sadece “ileri” demokrasilerde değil, dünyanın geri kalanında da dar kapsamlı bizi savunan siyasetçiler popüler, gidin Hindistan -Bharat da diyebilirsiniz- lideri Modi’nin söylemine bakın. Bütün bu “bizlik” tanımları kapsamaktan ziyade dışlamaya odaklanıyorlar, “biz” dedikleri anda “diğerlerini” de tanımlamış oluyorlar, istedikleri refah ya da ayrıcalıklar da sadece kendileri için. Bu dışlama kriterleri ırk, milliyet, cins, coğrafya, sınıf ya da etnik köken olabilir; coğrafyasına ve işin doğrusu oy getirisine bakar. Ülkemizde de durum pek farklı değil…
Anayasalarımızı yazanlar iyi niyetli insanlar olabilirler, 1924 yılında bu coğrafyaya sığınmış herkesi “bizlik” halkasına dahil etmek iyi bir çaba; sonra ne kadar başarılı olduğu tartışılsa da. Ülkemiz ayrımcılıklar açısından pek alnı temiz durumda değil, zaten bizim devletimiz de vatandaşına şefkatli yaklaşımıyla tanınan bir devlet değil. Anayasamız bunca değişikliğe rağmen aynı ruha sahip, biz devlet babanın haylaz çocuklarıyız, iyi çocuklar olursak babamız bize bakar. Oysa sadece insan olduğumuz için sahip olduğumuz haysiyetten dolayı iyi davranılmayı hak ediyoruz ama o noktaya gelmemize daha çok var.
Yoksa, bilakis, “gemisini kurtaranın kaptan” olduğu bir köle gemisinde, biraz daha fazla nefes almak, daha fazla yemek yiyebilmek için çoluk çocuk tanımadan üzerlerine basan, bölüşmek yerine her şeyden ve herkesten fazlasını isteyen, kural tanımaz sürgünler miyiz? Hangi gemideyiz biz?
HANGİ GEMİDEYİZ BİZ?
Baştaki sorumuza geri dönelim, bizi bir arada tutan şey ne?
İnkılap Tarihi ya da Milli Güvenlik Dersleri’nde sayılan ezber listeyi bir kenara bırakalım, bizim anayasamız bile tarih, kan filan demiyor. Hep birlikte hepimiz ve her şey için daha iyi bir geleceği bu coğrafyada kurabileceğimize olan inancımız mı?
Gelecek nesillere, çocuklarımıza ya da torunlarımıza daha iyi bir dünya ve yaşam bırakabilme umudumuz mu?
Bizim -kolektif olarak- çektiğimiz mahrumiyetlerin çekilmemesini sağlamak mı?
Kendisine “yeni bir dünya” arayan yerleşimciler miyiz biz?
Yoksa, bilakis, “gemisini kurtaranın kaptan” olduğu bir köle gemisinde, biraz daha fazla nefes almak, daha fazla yemek yiyebilmek için çoluk çocuk tanımadan üzerlerine basan, bölüşmek yerine her şeyden ve herkesten fazlasını isteyen, kural tanımaz sürgünler miyiz?
Hangi gemideyiz biz?
Bizim kim olduğumuzu hamasi söylevlerimiz belirlemiyor, kötüsü geldiğinde nasıl davrandığımız tanımlıyor nasıl bir bizlik anlayışına sahip olduğumuzu. Nasıl küresel düzenin kurumları Gazze’ye arkalarını dönüp binlerce insanın ölümünü yok saydıklarında kimlerden olduklarını gösterdiyse; biz de İliç’te canlarını kaybedenleri unuttuğumuzda kimleri içerde tuttuğumuzu, kimleri hariçten saydığımızı ortaya koymuş olduk.
Yorum Yazın