"Ve sonra... Bir sabah uyandık, gördük ki apartmanda meğer her dairede bu ürkek, muhtaç gençlerden birer tane varmış. Bütün kapı zillerinde yazan isimler değişmiş. Hiçbirimizin ismi yazmıyor artık, hep onlar. Apartman aidatlarını yine biz veriyoruz ama yaşayanlar onlar."
Gökten 3 elma düşmüş; biri bana biri muhacire biri ensara.
Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak bir ülkede yaşayan genç bir delikanlı varmış. Genç henüz hayatının en güzel yaşlarında, umut dolu, neşe doluymuş. Hayata karşı mücadeleci tavrını miras aldığı dedelerini düşündükçe hayata daha da dört elle sarılırmış. Çünkü şu an babasının sahip olduklarında, dedelerinin zamanında maruz kaldığı hayat gailelerin katkısı olduğunu bilir, onların bıraktığı mirasa katkı sağlamak istermiş.
Genç için hazırdan yemek, yan gelip yatmak gibi hayat tarzları ayıplanan şeylermiş; dedelerinden öyle görmüş. Dedeleri "Tek ihtiyacımız var, çalışkan olmak." derlermiş. Gelin, dilerseniz hikayenin geri kalanını gencin dilinden dinleyelim: "Hayatımız her zamanki gibi akarken, hepimiz bir şeyler için çabalarken aslında çok da yorulmuştuk. Bu yaşıma kadar bir meslek sahibi olabilmek için ben ve ailem yıllarca çabaladık. Üniversiteyi kazandığım gün hepimiz çok sevinçliydik. Yeni bir hayat, yeni bir dönem başladı hepimiz için. Ailem benim okuyup adam olmam için elindeki bütün imkanları seferber etti. Onlara müteşekkirim. Onlar da yıllarca Türkiye’nin dört bir köşesinde mesleklerini icra etmekten hiç gocunmamışlardı. Türk Bayrağının dalgalandığı her yer vatan toprağıdır, biz öyle öğrendik. Her sabah "Türküm, doğruyum, çalışkanım" diye haykırdık ve bundan hiç gocunmadık. Çünkü burası Türkiye’ydi ve biz de Türktük; tıpkı Almanya’da yaşayan Almanlar gibi, İngiltere’de yaşayan İngilizler gibi, Fransa’da yaşayan Fransızlar gibi. Her milletin sahip olduğu gibi bizim de bir ulusal marşımız vardı, doğal olarak marşımızı okumak da bana gurur verirdi. Çünkü o marşın ne bedellerden sonra yazıldığını biliyorduk. Okullarda öğretilen, gururla anlatılan bir ‘ünite’ydi bu müfredatta yer alan. Biz "vatan"ın bir kelimeden ibaret olmadığını, kimi değerler ile var olan ve o değerlerin devamı ile yaşayabilen bir organizma olduğunu bilerek büyüdük.
Sonra kimileri buna "popülizm" dedi ama sonradan da anladık ki bu ülkede birilerinin işine gelmeyen söylemlerde bulunursanız hemen "popülist"i yapıştırıveriyorlar literatürdeki itibarsız algısından dolayı.
Neyse...
Hayat bu şekilde iyi-kötü akarken günlerden bir gün babam eve yanında benim yaşlarımda bir genç ile çıkageldi. Hiç tanımadığımız bu gencin ürkek ve yorgun hali ilk görüşte beni çok üzdü. Babamın anlattığına göre genç kendi evinde artık yaşayamaz duruma gelmiş. Kendi ailesinden hiçbir destek göremediği gibi bir de üzerine şiddet görmeye başlamış. Aç ve susuz bırakılmış. Manevi ihtiyaçlarını geçtim, zorunlu ve maddi ihtiyaçları dahi karşılanmadığı gibi bir de üzerine "zulüm" görmeye başlamış. Babamın da deyim yerindeyse muhacirlere ensar olası gelmiş. Bu durum karşısında çok şaşırsak da zorda kalmış kimseyi sokakta bırakacak değildik. Üzerimize düşeni yaparak genci evimize aldık. Orta halli, kendine yeten bir aileydik fakat ayağımızı da yorganına göre uzatmak zorundaydık. “Bugün de canım bunu istedi.” diyerek düşüncesizce harcayabilecek bir maddi gücümüz yoktu. Ona rağmen evimizde bir odayı bu gence ayırdık, soframızda bir tabak da ona koyduk. Bize ihtiyacı olan birine el uzatmamak da benim dedemden öğrendiğim bir şeydi. Her durum, her sorun sevgi ve barış diliyle çözülebilirdi.
"Yurtta sulh, dünyada sulh."derdi dedem çünkü. Ve sonuçta o diğer evde doğan kişi ben de olabilirdim; sonuçta coğrafya kaderdi.
Öyle miydi gerçekten?
Evimizin kapı eşiğinde ürkek bakışlarla içeri davet edilmeyi bekleyen o genç, birden salonun ortasına kurulu vermişti. Bir evin yöneticisinin asası olarak bilinen televizyon kumandası bile artık bu gencin elindeydi. O ne isterse onu izliyorduk. Çünkü o muhacirdi, biz ensar.
ÇÜNKÜ O MUHACİRDİ, BİZ ENSAR
Günlerimiz eve diğer gencin gelişi ile ani bir değişiklik göstermemişti. Peşi sıra birbirini izleyen birbirinin benzeri günler akıp gitmeye başladı.
Sonra bir gün evde bazı değişiklikler hissetmeye başladım. Bir kere maddi gücümüz iyiden iyiye azalmaya başlamıştı. Çünkü başta misafir olarak gelen gencin şahsi masrafları artmaya başladı: bizim kişisel hijyen ürünlerimizi paylaşan genç kendi ürünlerini talep etti. Evinde kendi öz bakımını yerine getirebilirken artık bu hizmeti satın almaya başladı. Evde pişen yemekten başlarda bir kaşık almaya çekinen o genç artık yemeklerini dışarıdan söylemeye başladı. Çünkü o muhacirdi, biz ensar. Evimizin kapı eşiğinde ürkek bakışlarla içeri davet edilmeyi bekleyen o genç, birden salonun ortasına kuruluvermişti. Bir evin yöneticisinin asası olarak bilinen televizyon kumandası bile artık bu gencin elindeydi. O ne isterse onu izliyorduk. Çünkü o muhacirdi, biz ensar. Bu durumlar yine bir derecede büyütülmeden, görmezden gelinebilen durumlardı.
Ama ne zamanki babam bir gün kendi işyerine beni değil de onu götürmeye başladı, ben o zaman hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anladım. Bunun nedenini sorduğumda babam bana "Sana verdiğim haftalıktan daha azına benimle çalışıyor hem sigorta da istemiyor." deyiverdi. Kendi babam, güvenli kollarında büyüdüğüm, sırtımı yasladığım babam, benden daha az haftalığa çalışıyor diye beni değil onu tercih etmişti. Bu bana hayatımın ilk şokunu yaşattı. Çünkü o muhacirdi, biz ensar.
Yine bir gün aynı salgın hastalığa yakalandık. Babam beni mahallenin Aile Sağlığı Merkezine, onu tam teşekküllü bir özel hastaneye götürdü. Bana sıradan bir soğuk algınlığı ilacı verdiler. O tepeden tırnağa muayene oldu. Her ihtimale karşı bir gece hastanede istirahat ettirildi ve en iyi ilaçlar ile taburcu edildi. Çünkü o muhacirdi, biz ensar.
Öğrencilik kontenjanımı kapan gencin tabii bir de ders çalışabilmesi için daha sakin bir ortama ihtiyacı vardı. Evimiz malum ancak bize yetiyordu. Genç sonunda beni odamdan ederek odamı kendisine çalışma odası yaptı. Ben salonda uyumak zorunda kaldım o günden itibaren. Çünkü o muhacirdi, biz ensar.
GENÇ, SONUNDA ODAMI KENDİSİNE ÇALIŞMA ODASI YAPTI
Tüm bunlar olup biterken kendi akademik eğitimimi devam ettirmek istedim. Farklı alanlarda kendimi geliştirmek bana keyif veriyordu. Çünkü dünyada en büyük gücün bilgi olduğu gerçeği ile büyütmüştü dedem bizleri: "Türk! Öğün, çalış, güven." derdi. Bizim için durmak, ölmek demekti. Babama bu konuyu açtığımda ise yine o gencin benden önce davrandığını ve evimizin 1 kişilik öğrencilik kontenjanını benden önce doldurduğunu öğrendim. Onun yine önceliği vardı çünkü o muhacirdi, biz ensar. Öğrencilik kontenjanımı kapan gencin tabii bir de ders çalışabilmesi için daha sakin bir ortama ihtiyacı vardı. Evimiz malum ancak bize yetiyordu.
Genç sonunda beni odamdan ederek odamı kendisine çalışma odası yaptı. Ben salonda uyumak zorunda kaldım o günden itibaren. Çünkü o muhacirdi, biz ensar. Tüm bunları ilk günden beri paylaştığım bir sevgilim de vardı, tabii. Gün geçtikçe o da benimle birlikte olanları şaşkınlıkla izliyordu. Genç, artık bizim evimizde bizden biri hatta sanki evde bizden önce o yaşıyormuş da biz sonra onun yanına lütfen yerleşmişiz gibi davrandığı için onun da hayatı değişmişti. Hiç çaba sarf etmeden sahip olduğu her şeyi aslında hak etmiş gibi düşüncesizce kullanıyor, manevi anlamda hepimizi hırpalıyordu. Bense kendi evimde elimi uzatsam sahip olabileceğim ve aslında benim hakkım olan birçok şeye uzaktan bakar olmuştum. Ayların sonunda buna sevgilim de dahil oldu. Elinde hiçbir şey kalmayan benle değil, oturduğu yerden birçok şeye sahip olan o genç ile olmayı tercih etti.
Gencin evimize geldiği o gün hayatımın bu kadar alt-üst olacağını aklının ucundan dahi geçirmeyen ben, işlerin buraya gelişini şaşkınlıkla izlemekte ve babama çok kızmaktaydım. Genç, hayatımın her yerindeydi. Evimde, işimde, okulumda, hastanemde, kadromda, sevgilimin kalbinde, sokağımda, kafemde. Benden önce her yerdeydi, benden öncelikli her yerdeydi ve benden bu duruma sonsuz bir anlayış göstermem bekleniyordu. İçinden çıkılamaz bir döngüdeydim, bunu artık anlamıştım.
"Gençle neden hiç konuşmayı denemedin?" diyenleri duyar gibiyim. Konuştuğu dili bilmiyorum ki...
İnanın onda bile suçlu ben oldum. Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim o dille yazıldığı için "Kutsal"mış onun konuştuğu dil. Öyle diyor kimi cahiller. Benim evime misafir olarak gelenin dilini ben öğrenmek zorundaymışım. Evimi onun rahat edeceği şekle, konfora sokmak zorundaymışım. Çünkü onlar muhacir, biz ensar.
Ve sonra... Bir sabah uyandık, gördük ki apartmanda meğer her dairede bu ürkek, muhtaç gençlerden birer tane varmış. Bütün kapı zillerinde yazan isimler değişmiş. Hiçbirimizin ismi yazmıyor artık, hep onlar. Apartman aidatlarını yine biz veriyoruz ama yaşayanlar onlar. Televizyon yine bizim televizyon ama konuşulan dili anlamıyoruz yayınlardaki. 5 katlı ufacık apartmanda bütün düzenimiz değişti. Annemin yüzü hiç gülmüyor artık, çok mutsuz. Mahallenin bakkalına yazdırılan veresiye defterini de artık ödeyemiyoruz, artık ne alındığını bile takip edemiyoruz. Babamın ne düşündüğünü ne planladığını bilemiyorum, ona "Sen bu ailenin reisisin." güzellemesi yapmaları yetiyor anladığım kadarıyla."
Gökten 3 elma düşmüş; biri bana biri muhacire biri ensara.
* "Bir İstanbul Masalı" isimli dizinin isminden esinlenilmiştir.
Yorum Yazın