Aslına bakarsanız bana kalırsa Türkiye siyasetinde şu anki iktidarın karşısına “sol ideoloji” olarak konabilecek bir siyasi parti bulunmuyor. Yerel seçime sayılı günler kala hep ezberden konuştuğumuz bugünlerde, konu ile ilgili öne çıkan parti olarak Cumhuriyet Halk Parti’sinin 100. yılında artık ideolojisine karar vermesi gerekmekte.
Kelimelerin ve diyalogların gücüne olan hayranlığımın altını her konuşmamda, her sohbetimde özellikle çizmeye çalışırım ki, karşımdaki kişi de kelimelerini özenle seçsin; aramızda duru, derin bir sohbet gelişsin. Hatta zaman zaman kendi kendime konuşurken dahi aynı anlamı karşılayan alternatif kelimeler arasından seçip kullandığım kelime üzerine düşünürüm “Neden diğer alternatifleri değil de bunu kullanmayı seçtim?” diye.
Örneğin gün içerisinde siyasi partilerin ve liderlerin iktidarı elde etme üzerine gelişen istek duygusunu tanımlarken yalnızca “iktidara sahip olmayı istemek” benim için var olan duyguyu tam olarak karşılamadı ve bunun yerine “iktidara sahip olma arzusu”nu kullanmanın daha yerinde olacağına karar verdim. Çünkü bu tür “sahip olma” durumlarını “istiyor” olmak çok da yeterli değil, onu “arzuluyor” olmak gerekiyor. “Arzulama”nın içinde daha fazla feda etme, kan, ter, gözyaşı, entrika, risk alma, kendini adama durumu gibi alt kümeler barınıyor. O nedenle “iktidar” ve “arzulama” kelimeleri yan yana daha çok yakışıyor. Çünkü burada bir hak etme, hak ediliş, emek ile ele geçirme durumunun olduğu da aşikar. Ve bu iktidar dediğimiz “arzulanan” erkin de hayatın en küçük ikili ilişkisinde dahi çok önemli bir yeri olduğu...
Yerinde bir örnek: Sir William Gerald Golding’in 1954 yılında kaleme almış olduğu ve 1969 yılında Türkçeye çevrilen -bence iktidar ve liderlik ile ilgili kaleme alınmış en müthiş eserlerden biri olan- Sineklerin Tanrısı tam da demek istediğim bu durumla alakalı. Eserde ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun liderlik ve iktidar gücü üzerine yaşadıkları anlatılmakta. Öyle ki, çocuk yaştaki o insanların ıssız bir adada liderlik sıfatına sahip olabilmek adına nelere kalkıştığını, insanoğlunun bu “güç zehirlenmesi” dediğimiz olgu nedeniyle ne kadar korkunç şeyler yapabileceği ile çok net ve bir o kadar da acı şekilde karşılaştığımız bir roman.
Her ilişkide, her insan grubunda olduğu gibi bu adada da görece “baskın” bir tarafın olduğu görülmekte. Bu küçük insanlar romanın başında eşit birer birey olarak günlerine devam etseler de nihayetinde “lider” ihtiyacı ile “baskın” tarafın boyunduruğu altına isteyerek veya istemeyerek girmekteler. Zannediyorum bu adanın sakinleri, metaforik bir bakış açısı ile siyasi ve sosyolojik bir evrenin örneklemi olmak adına çok elverişli görünmekte.
Özellikle ve dikkatle belirtmek isterim ki, sol ideolojiye sahip siyasi partilerin belki de Türkiye siyasetindeki bu istikrarlı başarısızlığının en önemli sebeplerinden biri de budur: İktidara sahip olmak fakat iktidara ait olmak istememek.
İKTİDARA SAHİP OLMAK MI, İKTİDARA AİT OLMAK MI?
Ele aldığımız bu küçük insanlar örnekleminden yola çıkarak toplumun bir lidere olan ihtiyacı ve herhangi bir şeye ait olma ihtiyacının paralel düzeyde ilerlediği savı ile bu iki argümanın birbirleri arasında bir kısır döngü sağladığı ve adeta birbirlerini beslediği de görebilmekte. Geçmiş çağlardan günümüze insanoğlunun hem bir lider arayışı hem de o liderin temsil ettiği iktidarın gücünden faydalanma ihtiyacı gözle görülür biçimde var olmakta ve süregelmekte. Bir ailede “aile reisi” ihtiyacı, bir sınıfta “sınıf başkanı” ihtiyacı, bir arkadaş grubunda “doğal lider” ihtiyacı hatta bir takım oyununda bir “kaptan” ihtiyacı.Bazen 30 dairelik apartmanımızda dahi yöneticimiz olmasa ne yapacağımızı şaşıracak duruma gelmemiz bile bu “ihtiyacı” doğrular nitelikte. İhtiyaç durumunun doğallığı ortada, fakat sorun lidere bu kadar ihtiyaç varken liderin var oluşundan sonraki “sessiz reddediş” durumunda ortaya çıkmakta. Özellikle ve dikkatle belirtmek isterim ki, sol ideolojiye sahip siyasi partilerin belki de Türkiye siyasetindeki bu istikrarlı başarısızlığının en önemli sebeplerinden biri de budur: İktidara sahip olmak fakat iktidara ait olmak istememek.
Sağ ve sol siyaset farkı gözetmeksizin ele almaya çalıştığım bu liderlik ve iktidar gücü kavramları aslında ideal evrende gerçekten her iki ideoloji için de aynı anlama gelmeliydi. Fakat maalesef ki yüzyıllar önce bir “özel mülkiyet” meselesi nedeniyle ayrışan temel siyasi ideolojiler, birey-toplum, halk-kitle, özgürlük-otorite, insan doğası hakkında iyimserlik-insan doğası hakkında kötümserlik gibi alt başlıklarda da oldukça farklı düşünce pratikleri geliştirdi. Ve yukarıda da bahsettiğim üzere sol ideolojilerin kendi içerisinde yaşadığını düşündüğüm bu “iktidara ait olamama” durumu iktidara gelse dahi bu iktidarı devam ettiremeyişinin en önemli nedenlerinden biri.
Türkiye siyasetinde sağın önlenemez yükselişinin nedenlerinin başında gelen lidere ve iktidara ait olma durumu aslında çok da siyasetin konusu olmamakla birlikte hem sosyolojik hem de psikolojik bir vakadır bana kalırsa.
SAĞIN “DOĞAL” LİDERİ
Yüzyıllar içerisinde tüm bu ideolojiler aslına bakarsanız çok da bir gelişme sağlayamazken dünya dönüştü, gelişti, bambaşka bir yer haline geldi. İdeolojilerin gelişme sağlaması derken ne demek istediğimi de açıklamak isterim. Bu söylemden kastım yeni argümanlar geliştirmemeleri, aksine kendi sınırlarını bulanıklaştırmalarıdır. Tabii bu fikrime katılma durumu okuyucuların “gelişme” sözcüğüne yüklediği anlamla da alakalı bir durum.
Bir sağ ideolojiyi katı ideoloji olarak ele aldığınızda, o ideolojiye ait olan bir liderin “sosyal yardım”ları, “halk”a birebir temas etmesi, yani moda söylem ile “halka dokunması” gelişme değil, o ideolojinin bulanıklaşmasıdır bana göre. Sağcı bir liderin halkı “birey” olarak değil “kitle” olarak ele aldığını kabul ettiğimizden, aynı liderin sokaktaki vatandaşın sorunu ile ilgilendiğini gördüğümüzde bu “gelişme” değil “bulanıklaşma”dır. Lütfen bu söylemlerimi bir ironi olarak kabul edin...
Türkiye siyasetinin son 20 yılına bakarsak ise sağın o doğal liderinin “kitlesi” ile olan iletişimi düşünüldüğünde geçmiş 20 yıldan çok önce oluşmaya başladığını anlamak zorundayız. Hatta günümüzde anlamanın yetmediğini, bunu kabul etmemiz gerektiğini de görmek zorundayız. Üzerine düşünmemiz ve analiz etmemiz gereken çok fazla bileşen olduğunu tahmin etmekle beraber, Türkiye siyasetinde sağ ideolojinin başarısının en temel nedeninin, sol ideolojinin başarısızlığının en temel nedeni ile aynı olduğu kanaatindeyim.
Sol ideolojinin destekçileri iktidara ve buna bağlı olarak liderin otoritesine ne kadar ait olamıyorsa sağ ideolojinin destekçileri iktidara ve buna bağlı olarak liderin otoritesine o kadar ait. Bu söylemimin salt “lidere olan biat kültürü”ne indirgenerek okunması beni üzer; burada demek istediğim solun aynı iktidar arzusu ve lidere güven duygusu etrafında toplanamayışıdır. Zaman zaman ve hatta çoğunlukla kendi seçmiş olduğu lideri dahi itibarsızlaştırma, küçümseme, hor görme gibi yanlışlara düşme durumunu maalesef ki solun en küçük il örgütünde bile görmekteyiz. Fakat lideri eleştirmek başka bir şey, lidere sivil itaatsizlik başka bir şeydir. Türk sağının kazandığı ilk el sanıyorum bu “itaat ve lidere güven” durumu ile başlamakta.
Türkiye siyasetinde sağın önlenemez yükselişinin nedenlerinin başında gelen lidere ve iktidara ait olma durumu aslında çok da siyasetin konusu olmamakla birlikte hem sosyolojik hem de psikolojik bir vakadır bana kalırsa. Biz, insan ilişkilerinden beslenen iletişimciler ise konunun “Neden?” kısmını kendince, satırlarımda aktarmaya çalıştığım şekli ile analiz etmeye çalışıp genelde “Nasıl?” kısmına odaklanmaktayız. Nasıl oluyor da sağ ideolojiye ait herhangi bir parti, ismi bu denli yolsuzlukla anılırken, bu denli ekonomik kriz yaşanırken, bu denli işsizlik varken-örnekler çoğaltılabilir- halen seçimlerde ülkenin yarısının onayını alabiliyor?
İşte tam da burada ideolojilerin bulanıklaşmasının devreye girdiğini düşünmekteyim: Sağ ideolojinin kıyılarının sol ideolojinin kıyıları ile birleşmesi, sınırların bulanıklaşması. Somut örnekler ile anlatmak gerekirse, az çok siyaset okur yazarı olan her vatandaşın anlayacağı şekilde biz aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “halka doğru” hareketini sol partilerden beklemekteydik yıllardır: Erzak yardımları, kömür yardımları, engelli maaşları gibi somut adımlar tam da o Anadolu kırsalının beklediği adımlardı. Cumhuriyet Halk Partisi en üst yönetimden en aşağıdaki üyeye kadar “Kömüre karşı oyunu satan”ları eleştirirken aslında yıllardır bunu yapması gerekenin kendisi olması gerektiği gerçeğini göremedi, görmezden geldi. Beni köyde 1 ineğe sahip köylü bir babanın kızı olarak “okumadığım” için eleştirdi ama benim babamın öncelikli derdinin o 1 inekten elde edeceği sütü satmak olduğunu, 2. ineği aldıktan sonra beni okutabileceğini anlamadı.
Sol ideolojinin gerektirdiği şekilde “özel mülkiyet”i eleştirdi fakat kendisi şehrin en iyi evlerinde oturdu, en lüks arabalarına bindi. Milletvekili seçildi, bir daha memleketlisinin telefonlarını açmadı. Belediye Başkanı seçildi, seçim öncesi her gün çayını içtiği esnafın önünden geçmedi. Seçimden hemen sonra tatil yapmaya dünyanın bir ucuna gitti. Ve kendi elleri ile sağın doğal liderini yarattı. Recep Tayyip Erdoğan belki de Türkiye siyasetinde sol argümanlarla sağ kitlesini en uzun süredir elinde tutan lider olarak tarihe geçecek şekilde dünyada da sağın önlenemez yükselişinin örneklerinden biri haline geldi. Türk solunun göçmenler konusunda dahi “hümanist” söylemleri sağ ideolojinin eline bırakmış olduğunu görmek zannediyorum artık bu durumun en anlaşılabilir örneği olmuştur. Adalet Ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı bu durumu dahi sol ideolojinin en çok beslendiği argüman olan “bireylerin yaşam hakkından eşit şekilde yararlanma” durumu üzerinden somutlaştırdı ve bu söylem ile deyim yerindeyse liderliğine liderlik kattı.
SOLUN SONU MU?
Aslına bakarsanız bana kalırsa Türkiye siyasetinde şu anki iktidarın karşısına “sol ideoloji” olarak konabilecek bir siyasi parti bulunmuyor. Yerel seçime sayılı günler kala hep ezberden konuştuğumuz bugünlerde, konu ile ilgili öne çıkan parti olarak Cumhuriyet Halk Parti’sinin 100. yılında artık ideolojisine karar vermesi gerekmekte. Hatta buna karar verirken pratikte zaten uygulayamadığı “sol ideoloji” argümanını bir yana bırakıp daha çok Cumhuriyetçi ve Milliyetçi oklarını öne çıkarması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü partinin Kurucu Başkanı Mustafa Kemal’in sosyalizm yerine solidarizmi dillendirdiği ve bunu özellikle tercih ettiğini bilmek için ufak bir “Türk Modernleşmesi” okuması yapmak yeterlidir. Tabir-i caizse 20 yılda “sol ideoloji” de kaptırılmışken Cumhuriyetçi, Milliyetçi ve daha solidarist argümanlar CHP için en azından önümüzdeki genel seçimlerde bir umut ışığı olacaktır.
Yorum Yazın