Kendi konumlarının bilincinde olmayanlar kısır bir döngüde kalacaklar ve çelişkili bir açmazda: Hem “batılılaşmak” ve “çağdaşlaşmak” isteyecekler, ama aynı anda Batıdaki “gelişmeyi” olumlu bir olay olarak kabul edemeyeceklerdir. Ziya Gökalp’ın “Hars ve Medeniyet” kaygısını hatırlatırım.
Bir tanım her zaman bir “açıklama” içermeyebilir. Kelimelerin seçimine göre bir tanım kişinin izlediği değer yargılarıyla uyumlu olan özel tercihlerini ifade ediyor olabilir. “Gelişme” böyle bir kelimedir. Ben bu kelimeyi pozitif anlamda kullanıyorum ve gelişmeyi açıklamak için kullandığım örnekler de, yine bana göre, olumlu bir gelişmenin işaretleridir. Ama başkaları bu gelişmeye kuşku ile bakabilir. Örneğin, Batı Avrupa’daki gelişme sömürgeciliği ve emperyalizmi hatta ırkçılığı da doğurduğu için olumsuz sayılabilir.
Okul kitaplarıyla ilgili bir çalışmada bu alanda çok ilginç bir durumla karşılaşmıştım. Türkiye’nin okul kitaplarında, Fransız Devrimi (1789) bir bölümde olumlu sayılırken, başka bir bölümde olumsuz sayılıyordu. Bu devrim olumlu bir tarihî olay sayılıyordu çünkü ilk kez Avrupa’da özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi anlayışları gündeme getiriyordu. Ama Balkanlardaki gelişmelerin dile getirildiği başka bir bölümde Fransız Devriminin neden olduğu milliyetçilik hareketleri yüzünden Osmanlı Devleti’nin dağılmasına neden olduğundan bu devrim olumsuz sayılıyordu.[1]
Fransız Devrimi hem iyi hem kötüydü denmiyordu bu okul kitabında. Yani bir sentez sunulmuyordu, çelişkili iki farklı yargı bulunuyordu, yan yana. Akla, insanın doğasıyla ilgili başka bir çalışma geliyor: İnsan, inancını sarsan verilerle karşılaştığında bir ikilem yaşar: ya yeni verileri kabul eder ve inancını değiştirir (inancından vazgeçer) ya da bu çelişkilerle yaşar. Her iki durumda bu seçenekler sıkıntıya ve acıya neden olur. Ve genellikle insanlar inançlarına (ve ideolojilerine) sarılıp çelişkilerle yaşamayı tercih ederlermiş![2]
Şimdi konumuzla ilgili soruyu soralım: 12. ve 13. yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da bir “gelişme” yaşandı mı? Cevap değerlerimize, gelişmeleri algılama biçimine ve olaylara yakıştırdığımız önem ve öncelik sıralamasına bağlı... Dine bağlı kimseler bu (laik) gelişmeye “yozlaşma” diyebilir ve zaten Kilise moderniteye bu açıdan karşı çıkmıştır. Köleliği yaşamış Afrikalılar bu gelişmelerde köle ticaretini başlatan ve ırkçılığı doğuran güçleri görebilir. Bizanslılar, Selçuklular ve sonra Osmanlılar ise herhalde düşmanlarının güçlenmesini görmüşlerdi. Batı’yı ideolojileri yüzünden hasım sayanlar ve dünya tarihine katkılarını tanımak istemeyenler de “gelişmeyi” tırnak içinde alıp eksikliklerini hatırlatacaklardır. Yani bu konu gündeme geldiğinden olaya hangi açıdan ve ne tür bir kimlikle baktığımız temeldir. Kendi konumlarının bilincinde olmayanlar kısır bir döngüde kalacaklar ve çelişkili bir açmazda: Hem “batılılaşmak” ve “çağdaşlaşmak” isteyecekler, ama aynı anda Batıdaki “gelişmeyi” olumlu bir olay olarak kabul edemeyeceklerdir. Ziya Gökalp’ın “Hars ve Medeniyet” kaygısını hatırlatırım.
Kendi konumumu en baştan açıkladım: Değerlerim şu an Batı Dünyasında genellikle geçerli sayılanlardır: Teknolojik gelişmeyi olumlu sayarım, demokratik ve laik rejimleri savunurum, bağımsız yargıdan yanayım, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliğinin ilkelerini savunurum, saldırganlığa karşıyım. Bu alanda pek çok yetersizlik görsem de.[3] (Kaldı ki bir gelişmeyi sömürgeciler, emperyalistler, ırkçılar veya başka sevilmeyen birileri sağlamışsa o gelişme yine de kalıcı bir olumluluk kaynağı olabilir.) Aslında bu “Batı’cı paradigmadan” başka bir alternatif göremediğimden seçeneklerim de böyle belirlendi. Kısacası Orta Çağlardan bugüne Batı Avrupa’da, insanlık tarihini belirleyen oluşumların yaşandığına “inanırım” ve bu yazılarımda bunu açıklamaya çalışacağım. Bugün Magna Carta’ya kısaca değineceğim, “gelişmenin” bir örneği saydığım için.
Magna Carta ya da latince adıyla Magna Carta Libertatum, yani Özgürlüklerin Büyük Metni (Beratı) 1215 yılında İngiltere kralı John ile o ülkenin baronları arasında imzalandı. Metin kralın yetkilerini sınırlayıp baronların haklarına güvence sağlıyordu. İngiltere’nin çok gerilimli ve karmaşık tarihi boyunca bu metne göndermelerle haklar savunulmuş, ama kimi zaman bu antlaşma konusunda, gereğinden fazla önem de atfederek mitoslar oluşturulmuştur. Çünkü bu metin bütün halkın değil yalnız baronların haklarını gözetiyordu ve ayrıca krallar da arada bu sınırlamaları tanımayıp kendi otoritelerini sağlamlaştırmaya da çalışmışlardı. Ama içerdiği ilkeler o dönemde ilginç ve yeni gelişmeleri sağlayan olayların yaşanıyor olduğunu gösteriyor.
İngiliz kimliği söz konusu olduğunda bu metin hatırlatılır: temel toplumsal mutabakatın bu metinle oluştuğuna inanılır. İlginç olan, İngiltere topraklarından yola çıkıp başka devletler kurmuş olanların ülkelerinde de – Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, ABD – bu metinden bazı cümleleri anayasalarına aktarmışlardır. Konumuz açısından yapılması gereken Batı’da bu toplumsal olaylar yaşanırken, Doğu’da nelerin yaşandığını da dikkat etmektir.
Doğu’da – örneğin Balkanlar’da, Anadolu’da ve Orta Doğu’da – kral, imparator, padişah ve sultanların karşısına çıkacak ve örgütlü bir ittifak içinde siyasi haklar arayacak güçler söz konusu değildi. Baştaki lidere karşı çıkanlar olduysa da bu karşı çıkma yazılı bir anlaşmaya varması hiç söz konusu olmadı o yıllarda. Ama daha ilginci “libertatum” ve “liberties” gibi kelimelerin de Doğu’da işitilmemiş olması. Yani 12. Ve 13. yy’dan başlayarak Batı’da yeni olan arayışlar başlamıştı. Bunun en önemli nedeni siyasi güçlerin dengeleriydi. Bir önceki yazımda Braudel ve Stavrianos’un bu konudaki görüşlerini sunmuştum: Batı’da (ve Japonya’da) toplumsal, ekonomik ve siyası birimler zayıf olan merkezi güçlerin karşısında haklarını arayabiliyordu.
Magna Carta’dan alınması gereken mesaj, böyle bir metnin ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal gelişmelerin 1215’ten önce olmuş olduğu idi. Braudel’in Doğu-Batı farkını “eski devirlerde” görmesi de bu anlamdadır. Benim de “gelişme”, “kalkınma” dediğim, bu tür çığır açan toplumsal olaylardır. Dünyanın gelişme seyri 1215’den çok önce başlamıştı.
DÜNYANIN GELİŞME SEYRİ 1215’TEN ÇOK ÖNCE BAŞLAMIŞTI
Magna Carta’da kilisenin (yani inanç) haklarından, kanıtsız, şahitsiz ve haksız tutuklamalardan, hızlı çalışması gereken adaletten, aşırı vergilendirmeden ve haksız gasplardan, miras haklarından ve borçların hakkaniyetli hallinden söz edilmektedir. Ve bütün bunlar “özgürlük” (liberty) kelimesiyle ilişkilendirilerek. Ama bu anlaşmanın pek söz edilmeyen bir maddesi dikkatimi ve ilgimi çekti. Baronların aralarında nasıl anlaşacakları konusu şöyle ifade edilmiş: “Yirmi beş baron arasında anlaşmazlık baş gösterdiğinde çoğunluğun kararı, bütün yirmi beşin kararı gibi geçerli sayılacak, (farklı kararda olanlar) toplantıda olsalar da toplantıya katılmasalar da”. Bu madde demokratik karar alma ilkesinin an açık ifadesidir. Yani çoğunluğun kararına azınlıkta kalanların saygılı olacakları savı.
İngiltere’de bunlar olurken Bizans İmparatoru 4. Haçlı Seferi ile uğraşıyordu, Osmanlı Beyliği henüz tarih sahnesinde değildi ve bölgede Moğollar ve Selçukluların “büyük ve güçlü” devletleri egemendi. Tabii Magna Carta sonraki gelişmelerin tek ve temel nedeni değildir ve aslında bu metin evveliyatı olan başka gelişmelerin bir sonucudur. Magna Carta’dan alınması gereken mesaj, böyle bir metnin ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal gelişmelerin 1215’ten önce olmuş olduğu idi. Braudel’in Doğu-Batı farkını “eski devirlerde” görmesi de bu anlamdadır. Benim de “gelişme”, “kalkınma” dediğim, bu tür çığır açan toplumsal olaylardır. Dünyanın gelişme seyri 1215’den çok önce başlamıştı.
“Gelişme”, “kalkınma”, “ilerleme” gibi kavramlara bir açıklama getirmenin yolu Doğu ile Batı’nın karşılaştırılmasından doğar. Sened-i İttifak’ın 1808 yılında, yani Magna Carta’dan beş yüzyıl (493 yıl) sonra imzalandığını hatırlatayım. Bir de Doğu’da Orta Çağ’da yaşanan bazı başkaldırmaların nasıl sonuçlandığını hatırlayalım. 1342-1349 yıllarında Selanik’te bir başkaldırma sonucunda bağımsız bir kent çıkar ortaya. İsyan edenler (Zelotlar olarak bilinirler) soylulara saldırıp yönetimi ele geçirirler. Kendi yasalarını ve yönetim biçimini oluştururlar ve kent altı yıl yaşamını sürdürür. Bu liman kentinde deniz ticareti yaygındı. Ama sonunda, İ.H. Uzunçarşılı’ya göre “Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa ve Kantakuzinos’un oğlu Mateos kumandalarındaki yirmi bin kişilik bir Türk kuvvetiyle, Bizans donanmasıyla beraber şehir kurtarıldı”.[4] Kent “kurtuldu”, yani bu bağımsız kenti güçlü devletler yaşatmadılar. Bu kendi kendini yöneten kent, Venedik ve Cenova gibi ticaretin temel olduğu bir kente dönüşebilir miydi? Bu soruyu Bizans tarihçisi Ostrogorsky de soruyor ve şöyle cevaplandırıyor:
“Bizans’taki şehir hayatı, Batı’da olduğu gibi zengin tüccarlar ve zanaatkarlar yaratmadı ve yerel aristokrasinin egemenliği kentlerde egemen oldu. Bizans’taki bu gelişmeler 14. yüzyılın ortalarına İtalya ve Flaman bölgelerindeki gelişmelere paralellik göstermekle beraber söz konusu temel farklar yüzünden sonunda ... İtalya’nın ticaret kentleri Bizans’ta egemen oldu.”[5] İstanbul’daki Galata Kulesini, 12. yüzyılda Bizans’ın ticaretini eline geçiren Cenevizliler inşa etti. Yani o yıllarda, Osmanlı Devleti henüz tarih sahnesinde olmadığı bir dönemde, Doğu-Batı eksenindeki “gelişme trendi”, yani “gelişmenin” hangi coğrafyalarda yaşanacağı belli olmuştu. Doğu ve Batı’nın kaderi ne yönde olacağını sanki Galata Kulesi işaret ediyordu.
--
[1] H. Millas. “The French Revolution in Turkish Textbooks”, Bilder einer Revolution adlı yapıtta, Studien zur Internationalen Schulbuchforschung, Schriftenreihe des Georg-Eckert-Instituts, Frankfurt/Paris, 1994.
[2] Festinger, Leon; Riecken, Henry ve Schachter, Stanley, When Prophecy Fails, Minneapolis: University of Minnesota, 1955.
[3] Batı’ya karşı genel ve soyut bir felsefi açıdan olarak kuşkucu olan okurların Mark Lilla’nın The Reckless Mind, Intellectuals in Politics, 2014 kitabını tavsiye ederim. Derrida and Foucault türü yazarlar konusunda aydınlatıcıdır.
[4] İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Tarihi, cilt 1, Türk Tarih Kurumu, 1988, s186.
[5] George Ostrogorskty. History of the Byzantıne State, New Brunswıck: Rutgers Universitu Press, 1957, s 459.
Yorum Yazın