Cibran’ın çağrısı, Tanrı’nın doğadaki izlerini görmekle ilgilidir. Bilim ise bu çağrıyı daha ileriye taşıyarak, bu izlerin doğa yasalarındaki karşılığını bulmamıza olanak tanır.
Gözlerimiz yalnızca ışığı ve karanlığı ayırt edebilen basit organlar olarak görülebilir. Oysa baktığımız her yerde karmaşık düzenin izlerini görebilmek, bir anlamda doğanın kendini ifade etme biçimidir. Evrendeki her şey – yıldızlar, atomlar, DNA’mızın kıvrımları ve hatta bir kar tanesinin simetrisi – bir tasarımın, belki de çok daha büyük bir zekânın yansımalarıdır. İşte bu fikir, Halil Cibran’ın Peygamber eserinde dile getirdiği o derin bakış açısıyla örtüşür: “Beni tapınaklarda aramayın, ruhum vadilerde, rüzgarın dansında ve denizin gürültüsündedir. Çünkü ben, siz neredeyseniz oradayım; iç sesinizde, düşlerinizde ve hatta kaybolduğunuzu düşündüğünüz o karanlık anlarınızdayım.”
Bu cümlelerde Cibran’ın ifade ettiği şey, Tanrı kavramının yalnızca dinî bir olgu olarak algılanmasının ötesine geçip bilimle buluştuğu noktadır. Modern fizik ve biyoloji, doğanın işleyişini anlamak için her geçen gün daha derine indikçe, rastlantısallığın arkasında yatan o düzenin izlerine rastlıyor. Kuantum teorisi, evrenin en küçük yapıtaşlarında bile düzenli bir kaosun var olduğunu ve bu kaosun belirli kurallara göre işlediğini gösteriyor. Cibran’ın vadilerde, rüzgarın dansında gördüğü Tanrı da aslında bu düzenin ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.
Beynimiz, doğayı ve evreni anlamlandırmak için sürekli olarak kalıplar arar, anlamlı bütünler oluşturmaya çalışır. İnsanlık, tarih boyunca Tanrı’yı bu anlamlandırma çabasının bir ürünü olarak görse de, belki de asıl mesele, onu her şeyin içinde saklı bir düzen olarak algılamaktır.
BEYNİMİZ SÜREKLİ KALIPLAR ARAR
Ünlü biyolog Richard Dawkins, evrim teorisinin yaratıcılığına dikkat çekerken, canlıların rastgele bir süreç sonucu değil, doğa yasalarının işleyişi sayesinde şekillendiğini savunur. Ancak bu yasa ve kuralların kendisi öyle muazzam bir denge ve uyum içerisindedir ki, evrende yalnızca kaos ve rastlantılar olmadığını hissettirir. Cibran’ın satırlarında yankılanan da budur: Doğa, kendi içinde bir zekâya sahiptir; bu zekâ kendini her şeyde, her yerde hissettirir.
Nörobilim ve psikoloji de bu konuda ilginç yaklaşımlar sunar. Beynimiz, doğayı ve evreni anlamlandırmak için sürekli olarak kalıplar arar, anlamlı bütünler oluşturmaya çalışır. İnsanlık, tarih boyunca Tanrı’yı bu anlamlandırma çabasının bir ürünü olarak görse de, belki de asıl mesele, onu bir dış güç olarak değil; her şeyin içinde saklı bir düzen olarak algılamaktır. Bu düzen, tıpkı Cibran’ın söylediği gibi, tapınaklarda veya uzaklarda değil, bizzat hayatın kendisinde, gözlerimizin önünde açığa çıkar.
Cibran’ın çağrısı, Tanrı’nın doğadaki izlerini görmekle ilgilidir. Bilim ise bu çağrıyı daha ileriye taşıyarak, bu izlerin doğa yasalarındaki karşılığını bulmamıza olanak tanır. Bu iki bakış açısı birleştiğinde, Tanrı’yı ya da doğanın zekâsını görmek için yalnızca dinî inançlara değil; gözlem yapmaya, düşünmeye ve anlam arayışına ihtiyaç duyduğumuzu anlarız. Baktığınız her yüzde Tanrının izlerini görmeniz dileğiyle
* Halil Cibran
Yorum Yazın