Anlamı kaybetmek bir çöküştür. Anlamı yeniden inşa etmek ise bir diriliştir. Ve belki de tam şimdi, karanlığın en koyu yerinde, o dirilişin ilk adımlarına tanıklık ediyoruz. Umut kırıntılarını küçümseyenler olabilir ama bilirim ki bazen en deri dönüşümler, en beklenmedik anlarda ve yerlerde başlar. Yeter ki kulağımızı kıpırtıya, kalbimizi değişim ihtimaline açık tutalım.
İnsan yalnızca ekmekle değil, anlamla da yaşar. Bir toplumda değer yargılarının erozyona uğraması, bireylerin ortak bir iyiye inancını yitirmesi, kamusal hayatın temelini çökerten görünmez bir sarsıntıya yol açar. Bu sarsıntının adı ‘‘anlamsızlık’’tır. Ve onunla gelen ‘‘değersizlik’’tir.
Hannah Arendt’in ‘‘totalitarizmin kökenleri’’ ne dair uyarılarında söylediği gibi, bireyler bir anlam dünyasıyla bağlarını kopardıklarında, en kırılgan halleriyle kitle psikolojisine teslim olurlar. Bu teslimiyet, düşünmeyi bırakan kalabalıkların, otoritenin yönlendirmelerine en açık olduğu andır.
Bazı sabahlar uyanırsın ve kendine şu soruyu sormadan edemezsin: ‘‘Bugün de aynı boşlukta mı yürüyeceğim?’’
Bu ülkede yaşamak, bazen sabahın ilk ışığında bile karanlığı iliklerine kadar hissetmek demektir. Her şey yerli yerindeymiş gibi görünür ama bir tuhaflık vardır havada. Sanki anlam gitmiş, sadece boş sözler kalmıştır geride.
Uzun zamandır böyleyiz biz. Çok uzun zamandır…
Bir şeylerin yerli yerinde olmadığını hepimiz biliyoruz, görüyoruz ama yaşadığımız anlamsızlık hissi içinde, düşünmeyi bırakmış bir halde, sessiz yığınlar olmayı tercih ediyoruz. Çünkü ‘’değer’' olarak gördüğümüz şeylerin içi o kadar boşaltıldı ki, o değerleri savunmak bile başlı başına anlamsız hale geldi.
Adalet, hakikat, liyakat, özgürlük… Her biri kendi başına olmazsa olmaz bir değer. Yitirilmesi bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket.
Biz bu değerleri farkına varmadan yitirmedik. Hepsinin yok oluşunu sessizce izleyerek yitirdik. Bazen düşünmemenin konforuna kapılarak, bazen de henüz kendimize dokunmayışına aldanarak.
Felsefeyi seven biri olarak aklıma sık sık Nietzsche geliyor. ‘‘Tanrı öldü’’ demişti. Bu cümle ne bir dinsel provokasyondu ne de sıradan bir isyan. Nietzsche burada, özellikle Batı uygarlıklarının Tanrı figürü üzerine kurduğu tüm anlam sistemlerinin, değer ölçülerinin, ahlaki rehberliğin çöktüğünü anlatıyordu. Yani mesele, inananların artık inanmaması değildi; Tanrı’nın temsil ettiği mutlak anlamın, nihai doğru fikrinin artık insanlar için geçerliliğini yitirmiş olmasıydı.
Bu durum özgürlük gibi görünse de aslında büyük bir tehlikeydi. Çünkü eski anlamlar yıkıldığında, onların yerine neyin konacağı sorusu boşlukta kalırsa, insan kendini hiçliğin içinde bulur. İşte o noktada da nihilizm başlar. Hiçbir şeyin değeri kalmaz, hiçbir şeyin anlamı olmaz, hiçbir şey uğruna mücadele etmeye değmez. Ve insan bu değersizlik çölünde yolunu kaybeder.
Son yıllarda yaşadığımız şey tam olarak bu değil mi? Toplumun büyük bir kısmı adalete olan inancını yitirmiş; emeğinin karşılığını alacağına dair umudunu kaybetmiş; hakikatin sesine güvenmeyi bırakmış durumda.
Ortak değerler yok, insanları bir arada tutan bir anlam yok. İnsanlar neye inandığını, ne için çabaladığını, neyi savunduğunu tam olarak bilmiyor. Yalnızca günü geçirmeye çalışıyorlar.
‘‘Tanrı öldü’’ dedik ama yerine bir anlam koyamadık. Bu yüzden çürüme ve boşluk hissi bu kadar derin.
Ama işte tam da böyle zamanlarda, hayat beklenmedik bir yerden kıpırdanmaya başlar…
Anlamın büsbütün yitirildiği sanılan bir anda, toplumsal bellekte bir şey kıpırdar. Sessizliğin içinden bir çığlık doğar. Çünkü boşluk bile sonsuza dek sürmez…
Bir aydır ülkenin dört bir yanında sokağa çıkan insanlar, yıllardır içinde bulundukları anlamsızlık hissine itiraz ederek, anlamlı bir hayatın yollarını arıyor. Bu bir ülke için umut değilse nedir?
Kimisi susarak yürüdü, kimisi bağırarak…
Kimisi sadece bir pankart tuttu, kimisi polisle karşı karşıya gelmek zorunda kaldı. Kimisi gözaltına alındı, kimisi tutuklanmayı göze aldı.
Kimisi traktörüne bindi ve ‘‘devlet hak ile hukuk ile adalet ile idare edilir’’ isyanını hep desteklediği iktidara yöneltti.
Bu eylemler, belki yarın hemen her şeyi değiştirmeyecek. Belki yine hayal kırıklıkları olacak. Ama bence artık kimse "bir şey olmaz’’ diyemeyecek. Çünkü oldu. Sokağa çıkan o kalabalık, yalnız olmadığımızı hatırlattı. Değerleri unutan bir toplumda, yeniden ‘‘değer’’ diye bir şeyin varlığını gösterdi.
Ama hepsi oradaydı…
Çünkü bir sabah uyandıklarında boşlukta yaşamanın, olan bitene kayıtsız kalmanın yaşamak demek olmadığını fark ettiler.
Adaletin olmadığı, eşitliğin sağlanamadığı, fikirlerin özgürce ifade edilemediği, liyakat yerine sadakatin dikkate alındığı bir ülkede anlamlı olan her şeyin anlamını yitirdiğini idrak ettiler.
‘‘Bu kadar da olmaz’’ dedikleri bir eşiğe geldiler çünkü. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan bu hareket, aslında tek bir kişiyi savunmanın ötesinde bir şeydi.
İnsanlar kendi anlam arayışlarını, kendi isyanlarını sokağa döktü.
O an düşündüm: Belki de umut, büyük zaferlerde değil, bu küçük başkaldırılarda saklıydı.
Arendt’in bir sözü vardır, çok severim: ‘‘Politika, birlikte hareket etme sanatıdır.’’ Bu birlikte hareket etme hali, sokakta filizlenmeye başladı benim ülkemde.
Birbirini tanımayan, farklı hayatlara sahip insanların yana durması… İşte o an, umutsuzluk geriye çekildi…
Bu eylemler, belki yarın hemen her şeyi değiştirmeyecek. Belki yine hayal kırıklıkları olacak. Ama bence artık kimse ‘’bir şey olmaz’’ diyemeyecek. Çünkü oldu. Sokağa çıkan o kalabalık, yalnız olmadığımızı hatırlattı. Değerleri unutan bir toplumda, yeniden ‘‘değer’’ diye bir şeyin varlığını gösterdi.
Camus, hayatın anlamsızlığına karşı “isyan’’ı koyar. Belki de yapmamız gereken bu. Hayata, adaletsizliğe, kayıtsızlığa karşı bir anlam üretmek. Ve hatta bu anlamı birlikte üretmek.
Bu yüzden ben artık şuna inanıyorum: Anlam yorgunluğunun içinden bir kıpırtı geçiyor. Ve o kıpırtı, bir gün büyük bir dalgaya dönüşebilir.
Belki bugün sadece birkaç sessiz yürüyüş, birkaç meydan, birkaç slogan gibi görünüyor. Ama her büyük dönüşüm, önce küçük bir rahatsızlıkla başlar. Her dalga, önce içten bir titreşimle kıpırdar.
Belki bir genç, ilk kez korkmadan konuştuğu için…
Belki bir kadın, bu kez yalnız hissetmediği için…
Belki bir işçi, sonunda biri sesine kulak verdiği için o kıpırtı büyüyecek. Ve gün gelecek, meydanlarda yükselen ses sadece itiraz değil; aynı zamanda yeni bir yaşam tahayyülünün sesi olacak.
Çünkü anlamı kaybetmek bir çöküştür. Anlamı yeniden inşa etmek ise bir diriliştir. Ve belki de tam şimdi, karanlığın en koyu yerinde, o dirilişin ilk adımlarına tanıklık ediyoruz.
Umut kırıntılarını küçümseyenler olabilir ama bilirim ki bazen en deri dönüşümler, en beklenmedik anlarda ve yerlerde başlar. Yeter ki kulağımızı kıpırtıya, kalbimizi değişim ihtimaline açık tutalım.

Yorum Yazın