Toplumlar, anayasasını unuttuğu kadar yalnız kalır. Ve her insan, anayasanın kaybolan sesiyle birlikte, kendi ana sesini de kaybeder. Kadını ezen, anayasayı da ezer. Anayasayı çiğneyen, kadının emeğini de, varlığını da çiğner. Bugün anayasa için verilen mücadele, kadının doğurgan/direngen hakkı için, halkın özgürlük soluğu için, toplumun kolektif hafızası için verilen bir mücadeledir.
"Her söz bir anahtardır; ama bazı kapılar, sonsuza kadar içeriden kilitlidir.”
Bir toplum, önce kelimelerini kaybeder; sonra yasalarını.
Anayasa kelimesi, dilin içinden ağır ağır süzülen eski bir sesten doğar:
"Ana" başlangıç, kaynak, doğuran.
Ve "Yasa" düzen koyan, sınır çizen, adil olana işaret eden.
Anayasa, bir halkın ilk sözüdür; ana rahminden çıkan ilk çığlık gibi yalın ve kaçınılmaz.
Dillerin en eskisinde bile, doğumu anlatan kelimelerle adaleti anlatan kelimeler birbirine yakındır.
Çünkü adalet, doğuşun devamıdır: yaşamak için hak, yaşamak için sınır.
Bütün anayasal düzenler, ister kil tabletlere kazınsın, ister fermanlar biçiminde taşsın, kadim bir kaygının izlerini taşır:
Nasıl bir arada kalacağız? Hangi hakları doğuştan tanıyacağız? Kim kimin sınırına saygı gösterecek?
Ve tarih, bu sorulara verilen cevapların tarihidir.
Magna Carta'da lordların çıkarı vardı, ama halkın sesi de çatladı topraktan.
1789 Paris'inde Bastille surları yıkılırken, insan onurunun ilk doğum sancıları duyuluyordu.
Tanzimat'ın tozlu fermanları, Kanun-i Esasi'nin kısık sesi, 1921 Meclisi'nin bozkırdan yükselen soluğu...
Her biri bir doğuştu, ama her doğuşun ardından bir unutuluş geldi. İnsanoğlu, doğduğu andan itibaren kurallarla örülü bir dünyanın içine düşer. Dilin sessiz kuralları, ailenin görünmez sınırları, toplumun yazılı olmayan kaideleri… Ve nihayet, devlet dediğimiz o büyük organizmanın çatısı altında toplanan yazılı yasalar. Bunların en yücesi, en koruyucusu ve en temel olanı: Anayasa.
Anayasa kelimesi, Türkçenin derin yapısal sezgisiyle kurulmuş iki köklü sözcüğün birleşimidir: "Ana" ve "yasa". "Ana", yalnızca doğuran değildir; koruyan, büyüten, besleyen ve özüne sahip çıkan güçtür. "Yasa" ise insanı dizginleyen, kaosu terbiye eden, düzeni kuran ilke. İkisinin yan yana gelişi rastlantı değil, bir bilincin, bir ihtiyacın ifadesidir. Toplumu doğuran, onu büyüten ve koruyan bir kurallar bütünü: Anayasa.
Dünya tarihinde anayasanın izini sürdüğümüzde, onu her zaman bir doğum sancısının ardından buluruz. Kralların sınırsız kudretine başkaldıran halkların çığlıklarında, yeni bir düzen arayışının ilk çırpınışlarında... Antik Yunan şehir devletlerinde filozofların "ideal düzen" hayalleriyle, Roma'da yurttaşların "ataların yasası"na gösterdiği sadakatle başlamış bir yolculuktur bu.
Bugün Türkiye’de anayasa, ne bir ana kucağıdır ne de bir halk yeminidir.
Bir mürekkep lekesine indirgenmiş, eski bir masal gibi ağızlarda dolanan bir hayal kırıklığıdır.
Oysa anayasa, toplumun annesidir.
Ve bir toplum, anasını unuttuğunda, yetimleşir.
Kadın ve anayasa: İkiz doğumlar gibi birbirinin içindedir.
Kadın doğurur: bedeniyle, emeğiyle, sesiyle.
Anayasa doğurur: özgürlüğüyle, hakkaniyetiyle, geleceğiyle.
Kadının bedenine çizilen her sınır, anayasaya vurulan her bir darbe kadar derindir.
Kadının sesi kısılırsa, anayasa sessizleşir.
Kadın yok sayılırsa, anayasa da bir kağıt parçasına döner.
Çünkü anayasa, halkın kadim analarının kolektif sözüdür:
"Hiçbir çocuğum kayrılmayacak. Hiçbir çocuğum ezilmeyecek."
Ama iktidar sahipleri unutmayı sever.
Anaların adını unutur, çocukları yetim bırakır.
Kadını susturur, toplumu körleştirir.
Ve anayasa, sarayın duvarlarında asılı bir kâğıt olmaktan öteye geçemez.
Bugün, bu topraklarda anayasa bir süs eşyasıdır.
İktidar, anayasayı okşar gibi görünür; oysa tırnaklarıyla kanatır.
Her gece yeni bir kanun hükmünde kararnameyle, her sabah yeni bir hak gasbıyla anayasanın bedeni lime lime edilir.
Ve kadınlar, en çok da kadınlar bilir: Bir bedene sahip çıkmadan, bir yazıya da sahip çıkılamaz.
Ve şimdi, anayasa...
Bende bıraktığı iz, bir ana sesi gibi değil de, unutulmuş bir şarkının, zamanla silinmiş nakaratı gibi.
Önce sıcak, koruyucu bir kucak gibi tasarlanmış; sonra zamanla uzak, soğuk ve yabancılaşmış bir kelimeye dönüşmüş.
Anayasa, bir zamanlar hepimizin ortak dili olabilirdi.
Şimdi ise, belki sadece geçmişin taş bir oyuntusunda yankılanan bir çağrı: "Hatırla," diyor, "senin de bir doğuş hikâyen vardı."
Anayasa, bana kalırsa, toplumun kendi kendine verdiği bir sözden çok, unutulmuş bir andartık.
İçinde doğuranın şefkatiyle, koruyanın sabrıyla, büyütenin bilgeliğiyle yazılması gereken bir metindi.
Ama her unutuluşta, her göz ardı edilişte, biraz daha kuruyor kökleri.
Ve biz fark etmeden, ana sesinden uzaklaşıyor; bir tür yetimlik başlıyor.
Anayasa aslında bir yazıdan çok bir his: Kaybedilmiş bir adalet duygusu, sessizliğe gömülmüş bir eşitlik isteği, Ve her yeniden doğuşta hatırlamayı bekleyen kadim bir söz.
Toplumlar, anayasasını unuttuğu kadar yalnız kalır.
Ve her insan, anayasanın kaybolan sesiyle birlikte, kendi ana sesini de kaybeder.
Kadını ezen, anayasayı da ezer.
Anayasayı çiğneyen, kadının emeğini de, varlığını da çiğner.
Bugün anayasa için verilen mücadele, kadının doğurgan/direngen hakkı için, halkın özgürlük soluğu için, toplumun kolektif hafızası için verilen bir mücadeledir.
Ve belki de her yeni başlangıç, unutulmuş bir ana sesini hatırlamakla mümkün olacaktır: ne bir yasa satırı, ne bir ferman; sadece eski bir sükûnetin içinden yükselen, yeni bir yaşam vaadi.

Yorum Yazın