Liberal demokrasinin özünü oluşturan kuvvetler dengesi, yargı bağımsızlığı, bireysel özgürlükler gibi değerleri benimsemiş, özümsemiş ve savunmaya hazır kadrolar yok. Onlar olmayınca da, Türk demokrasisi liberal olmayan yönlere doğru ilerledi. Gelecekte tekrar liberal demokrasiye dönülür mü derseniz, sadece ümit edebiliriz.
Demokrasiyi tanımlar mısın diye sorulduğunda çoğumuz kelimenin köküne inerek ya da lügatten yola çıkarak halkın kendi seçtiği kişiler tarafından yönetilmesi türünden sıradan bir cevap veririz. Biraz daha ayrıntılı düşündüğümüz zaman böyle bir tanımın fazlasıyla yetersiz olduğu, aslında yeryüzündeki çoğu diktatörün seçmen çoğunluğuyla iktidara geldiğini, bazı diktatörlerin tamamen serbest seçim yaptıkları zaman bile yeniden seçildiklerini göreceğiz. Demek ki, demokrasi bizi yönetecek kişileri seçmekten daha kapsamlı bir anlam taşıyor. Sizler de zaten dikkat etmişsinizdir, demokrasi konusu daha ciddi biçimde ele alındığı zaman, uzmanlar demokrasi türleri arasında farklar olduğunu gözeterek, burada ele alacağımız demokrasiyi anlatmak için genellikle “liberal demokrasi” ifadesini kullanıyorlar. Yoksa demokrasi fikri ile ilgisinin kolay kurulamayacağı “güdümlü” demokrasi diye bir kavramı kullananlar dahi var.
Liberal demokrasi denilince, akla sadece göreve seçimle gelen insanlar gelmiyor. Yasama, yürütme ve yargının birbirini denetlemesi ve yargının bağımsızlığı da akla geliyor. Fakat bu da yeterli değil. Demokratik yönetimde görev alanların demokratik sistemin gerektirdiği değerlerle donatılmış olmaları, daha doğrusu bu değerleri benimsemiş, özümsemiş olmaları ve davranışlarını da bu değerlere göre şekillendirmeleri gerekiyor. Bu değerlerin bir kısmı siyasal sisteme vaziyet alış ile ilgiliyken, diğerleri kişinin diğer kişilere karşı davranışları ile bağlantılı. Örneğin, liberal demokratik değerlerle donatılmış bir kişi, yargının kararlarından memnun olmasa bile, bunlara uymanın sistem düzeyinde bir mecburiyet olduğunu bilir, yargıyı baskı altına almaya, etkilemeğe çalışmanın kabul edilemez bir davranış olduğunun da bilincindedir. Bunun yanında, aynı kişi kendi görüşünü paylaşmayan kişilerin bu görüşlerini korumaya ve istedikleri gibi ifade etmeye hakkı olduğunu da kabullenir, bunları engellemek gibi bir hakkı veya yetkisi olmadığının bilincindedir, farklıya karşı hoşgörüyle yaklaşmanın kendi fikir ve ifade özgürlüğünün de teminatı olduğunun idraki içerisindedir.
Samuel Stouffer adlı bir Amerikan siyaset sosyoloğu, yaptığı araştırmalar sonunda liberal demokrasiyi yaşatan desteğin toplumdaki siyasal seçkinlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Stouffer’e göre, siyasal seçkinler sistemsel değerleri hem daha iyi biliyorlar hem de genel düzeyde ifade edilen değerleri özel durumlarda yorumlamak bakımından daha başarılıydılar. Stouffer, liberal demokrasinin “demokrasi seçkinleri” sayesine ayakta durduğunu söylüyor.
STOUFFER, LİBERAL DEMOKRASİNİN SEÇKİNLER SAYESİNDE AYAKTA DURDUĞUNU SÖYLÜYOR
Pekiyi, o zaman hemen soralım, acaba liberal demokrasinin yürürlükte olduğu bir toplumda yaşayanların tümü liberal demokrasinin işlerliği için gerekli değerleri benimsiyor veya davranışları sergiliyorlar mı? Şüphesiz hayır. Diğer toplumlarda da olduğu gibi, liberal demokrasinin yürürlükte olduğu ülkelerin çoğunda sıradan vatandaşlar ya da seçmenler arasında demokratik değerlerden nasibini almayan çok sayıda insan bulunabiliyor. O zaman nasıl oluyor da bu sistem varlığını sürdürebiliyor diye sorabilirsiniz. Sorunuz sadece beni değil, birçok siyasal bilimciyi de ilgilendirmiş bir soru. Günümüze göre oldukça eski tarihte yapılmış bir araştırma sorunun cevabını bulmaya çalışmış. Samuel Stouffer adlı bir Amerikan siyaset sosyoloğu, yaptığı araştırmalar sonunda liberal demokrasiyi yaşatan desteğin toplumdaki siyasal seçkinlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Stouffer’e göre, siyasal seçkinler sistemsel değerleri hem daha iyi biliyorlar hem de genel düzeyde ifade edilen değerleri özel durumlarda yorumlamak bakımından daha başarılıydılar. Stouffer, liberal demokrasinin “demokrasi seçkinleri” sayesine ayakta durduğunu söylüyor.
Bu araştırmada geçen deyimleri herhalde biraz daha açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Stouffer’un siyasal seçkinler deyiminde çeşitli sivil toplum kuruluşlarının liderleri, siyasal partilerin yetkilileri, siyasal göreve seçilmeye talip olanlar, seçilerek kamu görevine gelenler, ileri kademe bürokratlar, basın mensupları, bir kısım akademisyen ve benzerleri yer alıyor. Stouffer, bu kişilerin sistemsel değerleri daha iyi bildiklerini, özellikle genel ilkeyi özel durumlara daha iyi uygulayabildiklerini ileri sürerken, anket sonucu elde ettiği şöyle bir örneği de veriyor: “Ne dediğini bilmeyen bir adamın umumi yerlerde konuşma yapmasına izin verilmelidir!” sorusunu sıradan vatandaşlar olumsuz biçimde yanıtlıyor, halbuki seçkin konumunda olanlar, liberal demokratik sistemde fikir özgürlüğünün temel bir değer olduğu ilkesinden yola çıkarak, böyle bir kişinin de istediklerini kamuoyu önünde açıklayabileceğini savunuyorlar. Tabii, Stouffer’un çalışmasında örnek olarak verilebilecek buna benzer ve anket sonucu üretilmiş çok sayıda tablo var ama sanıyorum Stouffer’un iddiasının ne olduğunu açıklayabildim.
Bugün ülkemizde uygulanan sistemin liberal demokrasi olduğunu söyleyemeyiz. Kuvvetler dengesi sistemi artık işlemiyor. Yasama tamamen yürütmeye tabi, zaten birçok yasama işlevi de kararname yetkisi adı altında yürütmeye devredilmiş durumda. Yürütme yargının kararlarını eleştirmekte ve uygulamayacağını söylemekte kendini özgür hissediyor.
LİBERAL DEMOKRASİDEN UZAKLAŞMIŞ BULUNUYORUZ
Stouffer’un iddiası doğru ise ülkemize de uygulanabilir olması gerek. Ancak, aklımızda tutmamız gereken bir husus var. Stouffer’un araştırmasını yaptığı Amerika’da demokrasinin uzun bir geçmişi bulunuyor. Başlangıçta yerleşik olmayan değerler, uzun yıllar, yaşanan krizler ve diğer deneyimler sonucu yerleşmiş. Buna karşılık, ülkemizde çok partili hayata tek partili hayattan 1946-1950 döneminde geçtik. Sonraları askeri müdahalelerle simgelenen demokrasi tatilleri yaşadık. Dolayısıyla, acaba demokrasi seçkinleri teorisi bizde ne oranda geçerlidir?
Evet, 1950’de iktidar değişmesinden sonra bir yandan yöneticilerin liberal demokrasiyi işler kılan kurallara aşina olmaması ve onları özümsememesi, diğer yandan toplumun diğer kesimlerinde de demokratik değerlerin ancak zaman içinde yayılabileceği gerçeği sonucunda 1960’ta demokrasimiz ilk aksamasını yaşadı. Ancak bu deneyim sonrası yapılan, güçlerin birbirini denetlemesini öngören ve bireyin özgürlüklerini sıralayan anayasal sistem ülkemizde yerleşti ve siyasal seçkinlerce de az çok benimsendi. Buna Türkiye’nin ait olmaya çalıştığı uluslararası camiada liberal demokrasilerin egemen olması da eklenince, ülkemizde de liberal demokrasinin gelişmesine müsait bir ortam oluştu. Nitekim, bu tarihten sonra yapılan askeri müdahalelere karşı en güçlü eleştiri bunların demokratik olmadıkları idi. Müdahaleyi gerçekleştiren komutanlar bile, belirli bir süre sonunda ülkeyi demokrasiye döndürmek mecburiyetini hissettiler.
Bugün ülkemizde uygulanan sistemin liberal demokrasi olduğunu söyleyemeyiz. Kuvvetler dengesi sistemi artık işlemiyor. Yasama tamamen yürütmeye tabi, zaten birçok yasama işlevi de kararname yetkisi adı altında yürütmeye devredilmiş durumda. Yürütme yargının kararlarını eleştirmekte ve uygulamayacağını söylemekte kendini özgür hissediyor. Ayrıca yargıdaki terfi ve atamalarda yürütmenin yoğun etkisi, yargının bağımsız hareket etmesini zorlaştırıyor. Bireysel özgürlüklerin gözetilmediği, benim burada örnek vermemi gerektirmeyecek kadar açık. Liberal demokrasiden uzaklaşmış bulunuyoruz. Bu ne zaman başladı derseniz, belirli bir tarih vermek kolay gözükmüyor çünkü süreç yavaş işledi, daha sonra hızlandı. Ancak değişikliğin daha ziyade 2002’den itibaren ülkemizi yöneten iktidarlar döneminde gerçekleştiği konusunda herhangi bir tereddüt yok.
Stouffer’un izinden gidecek olursak, sormamız gerekiyor. Eğer Türkiye’de liberal demokrasi gerileyerek zaman içinde liberal olma niteliğini kaybetmişse, bunun nedeni demokrasi seçkinlerinin yokluğu mudur? Bu soruya iki kademeli bir cevap vermemiz gerekiyor. İlkin, sanıyorum Türk siyasal seçkinlerinin ihmal edilmemesi gereken bir kesimi liberal demokratik değerleri hiçbir zaman tam özümseyemediler. Örneğin, dostum rahmetli Profesör Metin Heper, bir araştırmasında yüksek düzeydeki Türk bürokratlarına önce ucu kapalı olarak demokrasinin en iyi sistem olduğuna inanıp inanmadıklarını sormuş, arkadan da bir açıklama yapmalarını istemişti. Bürokratlarımız “doğru” cevabın demokrasi olduğunu bildiklerinden, hepsi demokrasinin en iyi yönetim sistemi olduğuna tamamen inandıklarını ifade etmekte kusur etmemişlerdi. Fakat kendilerinden bir açıklama yapmaları istendiğinde, çoğu demokrasinin gelişmiş ülkelerde iyi işlediğini ama bizde işleyemeyeceğini düşündüklerini ifade etmişlerdi. Kısacası, bürokratlarımız pek liberal demokrasinin savunucusu olacak bir gruba benzemiyorlardı.
Ancak, bürokrasimizin demokratik zaafı, liberal demokrasiden 2002’den sonra önce tedricen, sonra daha hızlı uzaklaşmamızı açıklamaya yetmiyor. Burada cevabımızın ikinci kademesine geçmemiz gerekiyor. Özellikle son yıllarda yapılan seçimlerde göreve gelen kadrolar, seçkin oldukları için göreve gelmediler, göreve geldikten sonra seçkin sıfatını kazandılar. 2002-2014 arasında göreve gelen iktidar kadroları arasında daha önceki demokrasi döneminde yetişmiş, bazen başka partilerde de görev yapmış kişiler bulunuyordu. Bu kişiler, serbest siyasi rekabetin tabiiliğini, hatta istenilirliğini sanıyorum daha fazla benimsemişlerdi. Buna karşılık, bir kişinin temsil görevine üç dönemden fazla gelmemesi gerektiği ilkesi uyarınca, tecrübeli ve muhtemelen demokratik değerlere daha fazla yakınlık duyan kadrolar görevden gittiler. Yerlerini parti liderinin tayin ettiği, ancak onun sayesinde milletvekili seçilme şansı olan kadrolar aldı. Çoğunun daha önceleri milletvekili veya bakan olmayı dahi aklından geçirmemiş kişilerden oluşması, yasamanın yürütmeye tabi olmasını kolaylaştırdı. Bu durumda, seçilenleri demokrasi seçkinleri diye nitelemek zaten doğru gözükmüyordu çünkü seçilmeden önce seçkin diye nitelendirilmeleri bile çoğu zaman pek kolay olmuyordu. Buna bir de Batı camiasından ruh olarak uzaklaşmamız eklenince ülkemizin liberal bir demokrasi olarak tanımlandığı dönemler bir hayli geride kaldı.
Sonuç ortada. Liberal demokrasinin özünü oluşturan kuvvetler dengesi, yargı bağımsızlığı, bireysel özgürlükler gibi değerleri benimsemiş, özümsemiş ve savunmaya hazır kadrolar yok. Onlar olmayınca da, Türk demokrasisi liberal olmayan yönlere doğru ilerledi. Gelecekte tekrar liberal demokrasiye dönülür mü derseniz, sadece ümit edebiliriz. Muhalefet partileri böyle bir özlemi dile getiriyorlar ama ne zaman iktidar olurlar, belli değil. Pekiyi, inançlarında samimiler mi? En azından, öyle olduklarına inanmayı çok isterim.
Yorum Yazın